İbni Arabi Risaleleri:KİTABU’L İSFAR AN NETAİCİ’L ESFAR

KİTABU’L İSFAR AN NETAİCİ’L ESFAR
SEFERLERİN NETİCELERİNİN AÇIKLAMASI KİTABI




Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.

Bismillahirrahmanirrahim
Allah'ın salat ve selamı Hz. Muhammed'in ve ehlibeytinin üzerine olsun.
Bilinmezliklerde  olan,  istiva  etme  sıfatıyla  vasfedilen,  arzını  yarattıktan  sonra göklerini yaratmaya  yönelen  ulu  Allah'a  hamdolsun.  O  Kur'an'ı  mübarek  bir  gece  olan Kadir gecesinde sureleri ve ayetleriyle bir bütün olarak dünya semasına indirmiştir. Böylece  kafile  karışım  ve  arınma  menzillerinde  yoluna  devam  etmiş  ve  bu  övünç  vesilesi takdirlerinden  biri  olmuştur.  Efendimiz  Hz.  Muhammed'i  (s.a.v.)  bir  gece  vakti  Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya, iki yay kadar yakınlığa veya ondan daha yakın bir konuma götürerek Ona ayetlerinin bir kısmını göstermiştir. Adem'i sınamalarının arzına indirmiştir.

Onu  nimetlerinin  ve  lezzetlerinin  yurdu  olan cennetinden  çıkarmıştır.  İdris'i  (a.s)  varlıklar aleminden  yükselterek  derecelerinin  arasına  yüce  bir  mekana  indirmiştir.  Nebisi  Nuh'u (a.s) dağlar gibi peş peşe gelen dalgalarıyla denizin tufanında kurtuluş gemisiyle taşımıştır. Hidayetinden  ve  kerametinden  dilediğini  bahşetmek  için  dostu  İbrahim'i  (a.s.)  alıp götürmüştür.  Yusuf  peygamberi  (a.s.)  babasından  ayırıp  götürmüş,  sonra  babasını onun ardından götürerek rüyasında gördüğü en güzel müjdelerinden birini doğrulamıştır.

Lut ve ailesini gece ve vakti yola çıkararak intikam malı azabından kurtarmıştır. Rabb buluşma yerine geldiği için Musa kavminden ayrılma hususunda acele etti. Ateş suretinde bir  nur  parlattı  onun  için.  Ki  bulunduğu  yerden  ayrılıp  kendisine  gelsin.  Ona  ihtiyaçları aracılığıyla seslendi. O da O'na koşarak gitti ve derin bir sevgiyle O'na münacat etmeye başladı.  Onun  kavminin  içinde  kaçmak  suretiyle  çıkardı,  daha  sonra  kerametleri  ve risaletiyle  onlara  geri  dönsün  diye.  Kavmini  bir  gece  vakti  yola  çıkardı,  rububiyet hususunda  rabbiyle  çekişen  tağutlardan  biri  suda  boğulsun  diye.  Sonra  ilminde  edeb tavrına aykırı hareket edince, onu kendisine öğretecek birinin peşine gönderdi. Ki bu kişiye katından bir ilim ve rahmetlerinden bir rahmet vermişti.
Sonra  onun  yolculuğunu  sürdürdü  ki,  Allah'ın  kendisine  özgü  kıldığı  takdirleri  ve hükümleri teslim etsin. Peygamberi Musa'yı (a.s.) tabutunda taşımıştır ki o ölüm denizinde olup bitenleri anlamayacak durumdaydı.

Kelimelerinden  bir  kelime  olduğu  için  İsa'yı  (a.s.)  katına  yükseltmiştir.  Peygamberi Yunus'u  (a.s.)  da  öfkeli  olduğu  bir  sırada  bulunduğu  yerden  götürdü,  ardından  balığın karnında karanlıklar içinde onu büyük bir sıkıntıya soktu. Talut'u,  aralarında  Davud'un  (a.s.)  da  bulunduğu  askerlerle  üstün  kıldı,  sınama ırmağıyla onları denesin diye. Böylece sadece bir avuç su almakla yetinenler tesbit edilmiş olsun.  Allah'a  itaat  eden  kullar  ile  O'na  isyan  eden  kullar  arasında  bir  set  kurması  için Zülkarneyn'e ufukları aşırttı.

Ruhu'l  Emini  nübüvvetinin  ehli  olanların  kalplerine  indirdi.  Zatını  müşahede  etme onuruna  erişsin  diye  güzel  sözü  salih  amel  burakının  sırtında  katına  yükseltti.  Allah'ın isimleri  ve  sıfatlarıyla  ahlaklanan-ların  en  hayırlısı  olan  efendimiz  Hz.  Muhammed'in üzerine  salat  ve  selam  olsun.  Ashabından  olan  ehli  beytinin,  akrabalarının,  eşlerinin, oğullarının ve kızlarının da üzerine olsun.

İmdi... Seferler üçtür, bir dördüncüsü yoktur. Bunları Hak azze ve celle sabit kılmıştır. Bir  O'ndan başlar,  biri  O'na  gider,  Biri  O'nda  sürer.  O'nun  içindeki  sefer,  çöllerde  ve hayretler içindeki bir seferdir.
O'nun yanından yolculuğa çıkan kimsenin kazancı, bulduğu şeydir. Budur onun kârı. O'nun içinde yolculuğa çıkanın tek kazancı kendi nefsidir. İlki iki yolculuğun hedefi vardır, oraya  ulaşırlar  ve  yüklerini  indirirler.  Çöllerde  çıkılan  yolculuğun  ise  hedefi  yoktur. Yolcuların izlediği iki yol vardır. Biri karada, biri de denizdedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:  "Huvellezi  yuseyyirukumfi'l  berri  ve'l  bahri  /  Sizi  karada  ve  denizde  gezdiren  O'dur." (Yunus,22)
Burada bir nükte var. Şöyle ki: Yüce Allah'ın karayı denizden önce zikretmesinin ve ona  öncelik  vermeyi  önemsemesinin  tek  nedeni,  karada  yolculuk  yapmaya  güç  yetiren, imkan  bulan  kimsenin  ancak  zorunluluk  hallerinde  denizde  yolculuğa  çıkacağının bilinmesini  istemesidir.  Ömer  b.  Hattab  (r.a),  eğer  "  Sizi  karada  ve  denizde  gezdiren O'dur."  Ayeti  olmasaydı  deniz  yolculuğuna  çıkan  kimseyi  kırbaçlayarak  cezalandırırdım, demiştir.  Eğer  bu  ayette  yolculuğu  terk  etmeye  işaret  eden  bu  ayet  olmasaydı  "inne  fi zalike  le  ay  atin  li  külli  sabbarin  şekur  /    Şüphesiz  bunda  çok  sabreden,  çok  şükreden herkes  için  ibretler  vardır."  (Lokman,31)  ayeti  yeterli  olurdu.  Ardından  diyoruz  ki:  Bu  üç yolculuğun her birinde kişi mutlaka bir tehlike ile karşı karşıyadır. Ancak İsra yolculuğunda olduğu  gibi  taşınması  başka.  Şu  halde  O'nunla  yolculuğa  çıkan  herkes  kurtulmuştur. O'nunla yolculuk etmeksizin yola çıkan herkes de bir tehlike ile yüz yüzedir. Öte yandan varlığın başlangıcı harekete dayalı olduğu için Onda hareketsizliğin, sakinliğin olmasına da imkan  yoktur.  Çünkü  dursa  aslına,  yani  yokluğa  geri  döner.  Dolayısıyla  gerek  yüceler aleminde gerek aşağı alemde durmayan ebedi bir yolculuk vardır. İlâhî hakikatler de sabah
akşam süren bir yolculuk halindedir. Kur'an'dan anlaşıldığı kadarıyla benzeme ve denklik söz konusu olmaksızın rabbani iniş dünya semasına, istiva da semaya yönelik olmuştur.

Yukarı  aleme  gelince, felekler içindekilerle birlikte  daima  dönüş  halindedirler  ve  hiç durmazlar. Şayet dururlarsa kainat bozulur, alem tamamlanır ve son bulur. Gezegenlerin, yıldızların feleklerde yüzmeleri onlar için yolculuk konumundadır, "ve'l kamere kad-darnahi menazile  /  Ay  için  de  bir  takım  menziller  tayin  ettik."  (Yasin,39)  Dört  erkanın  (erkan-i Erbaa, su, hava, ateş, toprak dediğimiz dört unsur, anasır-ı Erbaa) hareketleri, her nefiste her  an  meydana  gelen  değişim  ve  dönüşümler  suretindeki  ürünlerin  hareketleri,  fikirlerin övülen ve yerilen hususlardaki seferleri, nefes alıp veren varlıklardaki nefeslerin seferleri, gözlerin  görülen  şeyler  alanında  uyanıkken  ve  uykuda  çıktığı  seferler,  ibret  almak maksadıyla  bir  alemden  başka  bir  aleme  geçişi...  bütün  bunlar,  her  akıl  sahibinin  kabul edeceği  gibi  yolculukturlar.  Bazılarına  göre  cisimler  alemi,  Allah'ın  yarattığı  andan  beri sürekli bir iniş halindedir ve halen sonu olmayan bir boşluktadır. Senin karşına bir menzil çıkıp belirince, onunla ilgili olarak, işte gaye budur, deriz. Oysa bu menzilde önünde başka yollar açılır. Bununla donanır ve döner gidersin. Dolayısıyla gördüğün hiçbir menzil yoktur ki  bu  benim  gayemdir,  demen  mümkün  olmasın.  Ama  o  menzile  kavuştuğunda  çok geçmeden oradan göçersin. Babanın ve annenin içinde kan olarak oluşuncaya kadar kaç mahlukat evrelerini geçtin, kim bilir? Sonra bilerek veya bilmeyerek senin ortaya çıkman için annen  ve  baban  birleştiler  de  sen  meniye  intikal  ettin.  Sonra  bu  suretten  embriyoya dönüştün. Sonra bir çiğnem et haline geldin ve derken kemik oldun, sonra bu kemiğe et giydirildi.  Ardından  başka  bir  yaratılışla  yaratıldın.  Sonra  dünyaya  çıkarıldın.  Böylece çocukluğa  adım  attın,  çocukluktan  delikanlılığa,  delikanlılıktan  gençliğe,  gençlikten erişkinliğe,  erişkinlikten  yaşlılığa,  yaşlılıktan  ihtiyarlığa,  ihtiyarlıktan  da  ömrün  en  aşağı mertebesi  olan  kocamışlığa  intikal  ettin.  Oradan  da  berzah  alemine  geçtin.  Berzahtan haşre  intikal  ettin.  Haşirden  bir  yolculuk  ihdas  edildi  ve  oradan  sırat  köprüsüne  vardın.

Artık  ya  cennete  ya  da  hakketmişse  cehenneme  gidersin.  Eğer  cehennemi hakketmemişsen  oradan  cennete,  cennetten  dümdüz  tepeye  yolculuk  edeceksin. Durmadan cennet ile dümdüz tepe arasında gidip geleceksin. Cehennemde ise yükselişle alçalış  arasında  yolculuk  edilecektir.  Ateşe  konmuş  kazanda  kaynayan  et  parçaları  gibi. "Kullema  nadicet  culuduhum  beddelna-hum culuden  gayreha  li  yezuku'l  azabe  /  onların derileri  pişip  acı  duymaz  hale  geldikçe,  derilerini  başka  derilerle  değiştiririz  ki  acıyı duysunlar."  (Nisa,56)  Kesinlikle  durmak  yok.  Aksine  dünyada  gece  ve  gündüz  devamlı hareket vardır. Gece ve gündüz bir birini takip ederken, fikirler, haller ve şekiller de birbirini takip  eder,  ilâhî  hakikatlerin  birbirini  takip  etmesi  de  bunlara  dayalı  olarak  gerçekleşir; bazen  ilâhî  Rahim  ismine,  bazen  Tevvab  ismine,  bazen  Gaffar  ismine,  bazen  Rezzak ismine,  bazen  Vahhab  ismine,  bazen  Müntakim  ismine,  ilahi  huzurun  bütün  isimlerine inerler.  Bunlar,  beraberlerinde  taşıdıkları  bağış,  rızık,  intikam,  tevbe,  mağfiret  ve  rahmet anlamları  itibariyle  sana  da  inerler.  Senin  onlara  nüzulün  talep  şeklinde,  onların  sana nüzulü  bağış  şeklinde  gerçekleşir.  Durum  böyle  olunca  kul  tefekkürüne  döner  ve hazırlanmakla  yükümlü  tutulduğu  yolculuğu,  -Ki  bunda  yani,  hazırlanmada  mutluluğu vardır- yani tümü de kendisi için meşru kılman O'na yolculuk etme, O'nda yolculuk etme ve O'nun yanından yolculuk etme ile hazırlanmakla yükümlü tutulmadığı yeryüzünde mubah şeyler  için  sefere  çıkma,  malı  çoğaltmak  maksadıyla  ticaret  etme  ve  bunun  zorluklarına katlanmak üzere sefere çıkma, ya da-bir açıdan yükümlü tutulduğu, bir açıdan da yükümlü tutulmadığı,  sadece  hayat  öyle  gerektirdiği  için  gerçekleştirdiği  nefsinin  giriş  çıkışı şeklindeki  sefer  gibi  yolculukları  birbirinden  ayırmaya  bakar.  Yüce  Allah'tan  akıbet  ve afiyetin güzelini diliyoruz.

Sonra O'nun yanından yolculuğa çıkanlar üç kısma ayrılırlar: Kovulmuş yolcu; İblis ve tüm  müşrikler  gibi.  Kovulmamış,  ama  utanç  verici  yolculuğa  çıkanlar;  bütün  günahkarlar gibi.  Çünkü  muhalefet  etmişken  huzurda  durmaya  devam  edemezler.  Utanma  duygusu onları kaplar. Seçilmişlik, gözdelik yolculuğu. O'nun katından kullara gönderilen resullerin, arif  varislerin  müşahededen  mülk,  tedbir,  kanun  ve  siyasetle  nefisler  alemine  geri dönmeleri şeklindeki yolculukları gibi.

Aynı  şekilde  O'na  yolculuk  edenler  de  üç  kısma  ayrılırlar:  O'na  ortak  koşan,  O'nu somutlaştıran,  bir  varlığı  O'na  benzeten,  O'na  denk  bilen  ve  O'nun  kendini  tenzih  ettiği şeyleri  O'na  nispet  eden  kimse.  Ki  yüce  Allah  kendisiyle  ilgili  olarak  şöyle  buyurmuştur: "Leyse ke mislihi şey'un / O'nun benzeri gibi bir  şey yoktur." (Şura, 11) İşte bu yolcu bir perdeye  ulaşır  ki,  O'nu  rahmetten  ebediyen  göremez.  Bir  yolcu  da  O'nu  kendisine yaraşmayan  her  şeyden  tenzih  eder,  hatta  kitabında  yer  alan  müteşabih  ifadeleri  dahi imkansız görür. Sonra bu tenzihinin ardından "Allah kitabında yer verdiği bu nitelemenin anlamını herkesten daha iyi bilir" der. Sonra bu kimse  şirk ve salt benzetme dışında hep muhalefet içinde yaşar. Bu kimse perdeye ve ebedi azaba değil itaba ulaşır. Bu kimseyi, kapıda bekleyen şefaatçiler karşılar ve onu en iyi menzilde ağırlarlar. Ama gerekli saygıyı göstermemiş  olması  nedeniyle  onu  azarlarlar.  Bir  yolcu  da  masum  ve  korunmuştur.  Bu yolculuğu  ünsiyet  ve  naz  bürümüştür.  İnsanlar  korkarken  bu  yolculuğu  gerçekleştirenler korkmazlar,  insanlar  üzülürken  onlar  üzülmezler.  Çünkü  korku  ve  üzüntüden  intikal etmişlerdir.  Bir  şeyden  intikal  edenin  bir  daha  ona  düşmesi,  onda  karar  kılması
imkansızdır.  "La  yahzunuhumu'lfezau'l  ekberu  ve  telekkahumu'l  mela-iketu  haza yevmukumu'llezi  kuntum  tuedun  /  en  büyük  dehşet  dahi  onları  tasalandırmaz.  Melekler kendilerini  şöyle  karşılar:  İşte  bu  size  vaat  edilmiş  olan  gününüzdür."  (Enbiya,  103)  Bu ahirette  kendileri  için  hazırlanan  müjdedir.  Onlar  bu  hedefe  varmak  için  yolculuk
etmektedirler.

Bu amaç için yolculuk edenler iki gruptur. Bir grup bu amaca yönelik olarak fikirleri ve akıllarıyla  yolculuk  ederler.  Bu  yüzden  yolu  yitirmeleri  kaçınılmazdır.  Çünkü  iddialarına göre  fikirlerinden  başka  kendilerine  yol  gösterecek  bir  rehber  yoktur.  Bunlar  filozoflar  ve onların yolunu izleyen kimselerdir. Bir grup da bu amaca yönelik olarak yolculuğa çıkarılmışlardır. Bunlar da Resuller ve Nebilerdir. Muhakkik Velilerden seçilmişler de bu grupta yer  alırlar.  Ki  Sehl  b.  Abdullah,  Ebu  Yezid,  Ferkad  es-Sebhi,  Cüneyd  b.  Muhammed, Hasan el-Basri ve halk arasında bilinen ve günümüze kadar örneklerine rastlanan sufiler bu  kapsama  girerler.  Ancak  bu  gün,  bu  bakımdan  geçmiş  zamana  benzemiyor.  Bunun nedeni bu günün ahiret yurduna yakınlığıdır. Günümüzde keşif artmıştır. Ruhların levhaları daha fazla görünür, daha çok zahir hale gelmiştir. Bu yüzden günümüzün ehli daha çabuk keşfe ulaşıyor, daha çok müşahede edebiliyor, marifetinin kapsamı daha geniş olabiliyor, ulaştığı hakikatler daha mükemmel ve geçmiş zamanda yaşayanlara göre daha az amel ediyorlar. Geçmiştekiler daha çok amel ederken, bu gün bizim ulaştığımız düzeyden daha az  fetihlere  nail  olabiliyorlardı.  Çünkü  onlar  sahabe  zamanını  baz  alırsak  uzaktılar.

Sahabeler Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve ruhların Ona inişini nefes alıp verir gibi müşahede edebiliyorlardı. Aralarında bazıları bundan nurla-nıyorlardı ki bunların da sayısı alabildiğine azdı. Ebu Bekir es-Sıddık, Ömer b. Hattab ve Ali b. Ebu Talib (r.a) gibi. O halde geçmişte amel  ağır  basarken  zamanımızda  ilim  ağır  basmaktadır.  Bu  durum  İsa'nın  (a.s.)  nüzulü zamanına doğru artış göstermektedir ve o vakit daha da artacaktır. Bu gün bizim kıldığımız bir  rekat  namaz,  eski  zamanlarda  bir  adamın  bütün  ömrünü  kaplayan  bir  ibadete eşdeğerdir.  Nitekim  Hz.  Peygamber  (s.a.v.)  onlardan  amel  eden  birine      şöyle   buyurmuştur:    "Onlardan   amel   eden birine sizden amel eden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır." Ne güzel ifade ve ne latif bir işaret! Bunu konuyu zihinlere yaklaştırmak için bir örnek olarak zikrettik. Zamanın yaklaştığını ve berzah hükmünün devreye girmek üzere olduğunu vurgulamak için anlattık. Hz. Peygamberin (s.a.v.) şu sözünü duymadınız mı: " Uyluk kemiği ve kırbacının püskülü ailesinin yaptıklarını haber vermek maksadıyla kişiyle konuşmadıkça kıyamet kopmaz. Hatta ağaç, arkamda Yahudi var, onu öldür, der." Bütün
bunlar  dünyada  olacaktır.  Bu,  ebedi  hayat  yurdu  olan  ahire-tin iyice  belirginleşmesinden başka nedir! O halde ilim birdir ve yaygınlaşmıştır, bu yüzden taşıyıcılar gerektirmektedir.

Dolayısıyla  ilmin  taşıyıcıları  salih  oluşları  itibariyle  çoğaldıkça,  Salihlerin  ilmi  de  onlar arasında paylaştırılır. Bu yüzden önceki nesiller arasında az olmuştur. İlimden kendisinde bir  şey olanın  üzerinde  de  bu  ilim  zuhur  etmemiştir.  Çünkü  kendisi  ilme  galip  olmuştur. Yine ilmin taşıyıcıları içlerindeki genel fesatla birlikte az oldukça, içlerinde salih olanlar için geniş bir ilim hasıl olmuştur. Çünkü bütün müfsitlerin payı olan ilim onda toplanmıştır. Dolayısıyla  ilmin  varisi o  olmuştur.  Bu  yüzden sonraki  kuşaklar  arasında  ilim,  fetih  ve  keşif artmıştır. Sonraki kuşaklar içinde ilimden bir şeye sahip olan kimsenin üzerinde ilim zuhur etmiştir,  çünkü  çok  olan  ilim  kendisine  galip  gelmiştir.  Her  kese  ilim  bahşeden  Allah münezzehtir.  Bütün  bunlara rağmen  sonradan  gelen  öncekinin  mizanında  değerlendirilir.

Bu  yüzden  onu  izlemesi,  onu  örnek  alması  kaçınılmazdır.  Ama  ağırlık,  yani  amel açısından,  Allah'ı  bilme  açısından  değil.  Çünkü  Allah'ı  bilmenin  bir  mizanının  olması zorunludur. "Ve zalike fadlullahi yu'tihi men yeşau vellahu zu'lfadli'l azim / İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadid,21) Biz  inşallah  bu  kısa  değerlendirme  kapsamında  bilgi  ve  somut  gözlem  olarak  vakıf olduğumuz  bazı  yolculukları  anlatacağız.  BunlarNebilerin  (a.s.)  çıktıkları  yolculuklardır. Bunlara  ilaveten  geride  kalan  yolculuklar  kapsamında  ilâhî  seferleri  ve  anlamların seferlerini  de  açıklayacağız.  Çünkü  yüce  Allah  aziz  Kur'an'da  türlü  mahlukatın  bir  çok yolculuğundan söz etmiştir. Biz ise bunların sadece bir kısmını anlatmakla yetineceğiz.

Bunlardan  biri:  Buluttan  Rahman  isminin  teslim  aldığı  istiva  arşına  yönelik
Rabbani yolculuktur:
Rivayet  edilir  ki,  bazı  adamlar  Resulullah'a  (s.a.v.)  sormuşlar:  "Rabbimiz  mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?"-veya buna benzer bir ifade kullanmışlar-Resulullah (s'.a.v.) da  onlara  şu  cevabı  vermiştir:  "Üstünde  ve  altında  hava  olmayan  bir  bulut  içindeydi." İfadenin  orijinalinde  geçen  "ma"  edatı  yukarıdaki  tercümede  esas  aldığımız  gibi  "nafiye=olumsuzluk" edatı olabildiği gibi "ellezi" anlamında ismi mevsul de olabilir. Bu takdirde hadisin anlamı şöyle olur: Üstünde ve altında hava olan bir bulut içindeydi."
Bil  ki,  bu  uluhiyet  perdesıdir  ve  büyük  bir  engeldir;  kevnin  uluhiyete  bitişmesine, uluhiyetin  de  kevne  ulaşmasına  engel  olur,  burada  zati  sınırları  kast  ediyorum. Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilen sahih bir hadiste yer alan Allah taalanın şu sözü de  bu  bulutla  ilintilidir:  "Mümin  kulumun  canını  almakta  tereddüt  ettiğim  kadar  yaptığım hiçbir işte tereddüt etmem. O ölmek istemez, ben de onu üzmek istemem. Ama benimle buluşması kaçınılmazdır." Bir ayette de şöyle buyurmuştur: " Ma yubeddelu'l kavle ledeyye / "Benim huzurumda söz değiştirilmez." (Kaf,29) Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "Ve cae rabbuke ve'l meleku saffen saffa / Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman." (Fecir,22) "Hel yenzurune illa en ye'tiyehumullahu fi zulelin mine'l  ğemami / Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın (...) gelmesini mi beklerler?" (Bakara,210) Burada hüküm ve hesap günü kast ediliyor. Bunun gibi kaynaklarda yer alan bir çok rivayet vardır. Bunlar, uluhiyet tarafının kevne ulaşmak istediği durumla ilgili ifadelerdir.

Bu  hususta  kevnin  uluhiyete  ulaşmak  istediği  durumları  anlatan  ifadelere  gelince, Peygamberimiz  (s.a.v.)  şöyle  buyurmuştur:  "Sana  yönelik  övgüleri  sayamam."  "ya  da hususen gaybının bilgisinin kapsamına aldığın..." Hz. Ebubekir es-Sıddık'm (r.a.) şu sözü de  buna  örnek  oluşturmaktadır:  "İdraki  idrak  etmekten  aciz  olmak  idraktir."  Varlığı çevreleyen ve kutsal taht olan arş olarak ifade edilen kevnin dairesi var edilince, bu tahtın bir  melikinin  olması kaçınılmazdır.  Melik  var  etmeyi  ister.  Var  etmeyi  ortaya  çıkaran  da zorunlu  olarak  ilâhî  varlığın cömertliğidir.  O  halde  bu  fasılda  rahmanlığın  hakim  olması zorunludur.  Böylece  Rahman  ismi  ilâhî  rah-manlığa  yaraşır  bulut  perdeleri  içinde  arşa istiva etti, ki bu rabbani bulutun bir türüdür. Rabbani buluttan arşa istivaya yönelik rahmani yolculuk  cömertlikten  kaynaklanan  bir  varlıktır.  Arştan  başkası  ise  arşa  istiva  edenden, yani  Rahman  isminden  kaynaklanarak  var  olmuşlardır.  Ki  rahmeti  zorunlu  olarak kendisinden  kaynaklanan  her  şeyi  kapsamıştır.  Bu  Rahman  ismi  sefere  çıkınca  kevn  ile ilintili bütün isimler de sefere çıktı. Çünkü bu isimler kevnin dağıtıcıları, bekçileri ve emirleri konumundadırlar: Rezzak, Muğis (yardım eden), Muhyi (hayat veren), Mümit (öldüren) ed-Darr  (zarar  veren),  en-Nafi  (fayda  veren)  ve  özellikle  tüm  fiil isimler  gibi.  Çünkü  bir isim ancak  bir  fiil  aracılığıyla  biliniyorsa  o  fiil  isimdir  ve  de  Rahman  ismiyle  birlikte  yolculuğa çıkan isimlerden biridir. Bir isim de herhangi bir fiilden bilinmiyorsa, kesinlikle bu yolculukta bir  katkısı  yoktur.  Fiil  isimlerin  dışında  marifet  alanında  onların  fikirleriyle  bir  yolculuğa çıkmak isterse, arş küresinden çıkar. Ki bu ayrı ve kopuk olmayan bir çıkıştır. Kutsal ilâhî tarafa taalluk etmeyi istedi. Bunun neticesinde bir korunun içine düştü. Burası bulut perdeleridir.  Bunun  içinde  adım  attı.  Ne  var  ki,  vasıl  olan  kimse,  herhangi  bir  marifete kavuştuğunda  ilâhî  Bu-rakların  kendisi  için  parlaması  kaçınılmazdır.  Bu  yüzden  Hz. Ebubekir es-Sıddık bu olayı idrak olarak nitelendirirken doğru sözlü Peygamber (s.a.v.) de "sana  yönelik  övgüleri sayamıyorum"  buyurmak  suretiyle  nitelemiştir.  Çünkü  Hz. Peygamber  (s.a.v.)  sayılmayacak  kadar  çok  olan  övgüleri  bizzat  gözlemlemiştir.  Ancak bunlar meçhul övgüyü kabul edecek niteliktedir. O da sana yönelik övgüler sayılmaz, demekle  ifade  edilmektedir.  Çünkü  hayret,  zorunlu  olarak  bunu  gerektirmektedir.  Fikir sahipleri bulut içindedirler. Keşif sahipleri bulut içindedirler. Herkes bulut içindedir. Çünkü kül bulut içindedir. Kül de kül suretindedir. Bu yolculuğun ruhu ve anlamı tenzihten teşbih sidresine yönelik bir yolculuk olmasıdır. Maksat muhataplara meseleyi anlatmaktır. Bu da gözlerinin karanlık bulutlar içinde olmasına bir örnek oluşturmaktadır.

Yaratma ve Emir Yolculuğu.Diğer adıyla İbda Yolculuğu

Yüce  Allah   şöyle   buyurmuştur:   "Summe's   teva ile's semai ve hiye du.ha.nun fe kale  leha  ve  li'l  ar-di'itiya  taven  ev  kerhen.  Kaleta  eteyna  taiin.  Fe  kada-hunne  seb'a semevatinfi  yevmeyni  ve  evhafi  külli  semain  emreha.  Ve  zeyenne's  semae'd  dünya  bi mesabi-he ve hifzen. Zalike takdiru'l azizi'l  alim / Sonra duman halinde olan göğe yöneldi; ona  ve  yerküreye  :  isteyerek  veya  istemeyerek,  gelin!  dedi.  ikisi  de:  isteyerek  geldik,  dediler. Böylece onları,  iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz,  yakın  semayı  kandillerle  donattık,  bozulmaktan  da  koruduk.    İşte  bu,    aziz,    alim Allah'ın  takdiridir."  (Fussilet,  11-12)  Bu  ayırma  ve  bu  bitiştirme  Allah'ın  takdiridir.     "Evelem yerellezine keferu enne's sema-vati ve'l arde kaneta retkan ffeteknahuma /  İnkar edenler,  göklerle  yer  bitişik  bir  halde  iken  bizim, onları  birbirinden  kopardığımızı  görüp düşünmediler  mi?"  (Enbiya,30)  Yukarıda  sunduğumuz  ilk ayette  yerin  yaratılmasının ardından "sümme=sonra" edatı kullanılmıştır. Bu da genellikle ikinci hususun ilk husustan bir süre sonra olduğunu ifade eder. Bu mühletten maksat da yerin yaratılışını, vakitlerinin eyyamu'ş şe'n=şe'n günlerinden dört gün  şeklinde belirlenen vakitlerinin takdir edilmesini kapsayan zamandır. Bu günlerin ikisi  onun kendi içindeki şe'niyle ve zatıyla ilgiliyken, bir günü zuhuruyla ve görünmesiyle,  bir günü ise batın yönleriyle ve gaybıyla ilintilidir. İki gün ise içine yerleştirilen görünür görünmez gıdalarla ilintilidir.


Sonra  kutsal  istiva  gerçekleşmiştir  ki  maksat  olan  da  budur.  Yani  göklerin  yarılıp ayrılmasına yönelinmiştir. Bunları şe'n günlerinden iki günde yedi gök olarak takdir edince her  göğe  kendi işini  vahyet-ti.  Her  birine  varlıkların  ihtiyaç  duyduğu  hususiyetleri,  terkip, tahlil,  değişim,  dönüşüm,  devirlere  ve  tavırlara  göre  halden  hale  geçiş  gibi  olguları yerleştirdi.  Göklere  yerleştirilen  ilâhî  emir  kapsamına  girer  bu  husus:  "ve  evha  fi  külli semain emreha / Ve her göğe görevini vahyetti." (Fussilet, 12) Sebeplilik özelliğine sahip ruhani  görevlerini  ilham  etti.  Bunlar  da  feleklere  özgü  hareketlerle  belirginleştiler.  Söz konusu harekette ve bu felekte bulunan emir uyarınca oluş rükünler doğrultusunda zuhur etsin  diye.  Gökleri  bitişikliğinden  ayırınca,  dönmeye  başladı,  özü  ve  cismi  itibariyle  de şeffaftı. Ki ötesinde bulunan şeyleri gizleyen bir perde olmasın. Bunun neticesinde biz de sekizinci  felekte  bulunan  yıldız  lambalarını  gözlerimizle  görebildik.  Nitekim  bunlara baktığımızda  dünya  semasında  olduklarını  tahayyül  ederiz.  Bu  yüzden  yüce  Allah  şöyle buyurmuştur: "ue zeyyen-na's semae'd dünya bi mesabihe / Ve biz, yakın semayı (dünya
semasını)  kandillerle  donattık."  (Fussilet,  12)  Bir  şeyin  herhangi  bir  şey  için  süs  olması, mutlaka onun içinde bulunmasını gerektirmez. "Koruduk." ifadesine gelince, bununla, esir küresinde göklerde kulak hırsızlığı yapan şeytanların taşlanması olayı kast ediliyor. Yüce Allah,  şeytanları  ısrarla  takip  eden  alev  kütleleri  yaratmıştır.  Bunlar  kuyruklu  yıldızlardır.

Göz  havayı  deler  geçer  de  dünya  semasına  varıncaya  kadar  seyreder.  Ve  ötesini  görebileceği bir çatlak bulamaz da ümitsizce umduğunu bulamamış olarak geri döner. Yani çatlak aramaktan yorgun düşer ve maksadına erişemez. Bu yedi gökten her birinde yüzen bir yıldız yaratmıştır. Buna şöyle işaret edilmektedir: " Kullun fi felekin yes-behun / Her biri bir   yörüngede yüzmektedirler."
(Enbiya,33) Felekler, yüzen yıldızların hareketlerinden meydana gelmişlerdir, gökler değil. Yedi yüzen yıldızın hareketi sekizinci felekteki kandilleri gösterir. Biz dünya semasını süsledik.  Çünkü  gözler,  bu  kandileri  ancak  orada  görebilir.  Bu  nedenle  hitap  insanların görmelerinin  kapasitesi  bas  alınarak  gerçekleştirilmiştir.  Bu  yüzden  "Zeyyenna's  simae'd dünya  bi  mesabihe  /  Yakın  semayı  kandillerle  donattık."  (Fussilet,12)  buyurulmuştur.  Bu kandilleri  yakın  semada  (dünya  semasında)  yarattık,  denilmemiştir.  Süsün,  süslenenin içinde  olması  kaçınılmaz  bir  şart  değildir.  Örneğin  piyadeler  ve  atlılar  sultanın  süsleridir; ama bunlar sultanın zatı ile kaim değildirler. İnsan bünyesi kemale erip, şekilleri düzgün bir şekilde  belirginleşince,  yüce  nefha  aracılğıyla  ilâhî  yöneliş,  yedi  felek  içinde  dördüncü feleğin hareketiyle gerçekleşir. İnsan adı verilen bu müsemma da şeklinin kemale ermesi, düzgün olması hasebiyle, başkasının kabul edemediği ilâhî sırrı kabul eder. bununla onun için iki makam hasıl olur; suret makamı ve hilafet makamı.

Beden arzı kemale erip içinde vakitleri takdir edilince, canlı veya bitki olması gibi özel kuvvetleri,  cazibe,  hazım,  tutma,  itme,  büyüme  ve  beslenme  gücü  gibi  özellikleri  hasıl olunca, deri, et, iç yağı, ter, sinir, kas ve kemik gibi yedi tabakası ayrılınca, içine sirayet eden  ilâhî  sır  ona  istiva  etmiştir.  Ruh  nefha-sı  içine  üflenerek  bedenden  ulvi  aleme yüceltilmiştir. Bunlar duman gibi yükselen buharlardır. Böylece insanda yedi gök de ayrılıp ortaya  çıkarılmıştır.  Dünya  seması,  ki  bu  insanda  burundan  yukarı  geriye  basık  alın kısmıdır. Burayı yıldız ve kandillerle süslemiştir, bunlar da gözlerdir. Sonra hayal seması, fikir  seması,  akıl  seması,  anma  seması,  ezber  seması  ve  vehim  seması  gelir.  Her  göğe işini  vahyetmiştir.  Bundan  maksat  da  duyuya  yerleştirilen  olguları idrak  etme  hassasıdır.
Biz, bilmemize rağmen, ihtilaflı olduğu için konunun keyfiyetine girmeyeceğiz. Çünkü bilmek, alemdeki ihtilafları ortadan kaldırmaz. Hayalde imkansız tahayüller bulunur. Akılda da akledilenler. Aynı şekilde her semada tür olarak kendisine benzeyen şeyler bulunur. Çünkü her  semanın  ehli  ondan  yaratılmıştır.  Her  semanın  ehli  mekanlarının  mizacına  uygun mizaca  sahiptirler.  Bu  yedi  semanın  her  birinde,  göklerde  yüzen  yıldıza  tekabül  edecek şekilde yüzen bir yıldız yaratılmıştır ve buna sıfat adı verilir. Bunlar hayat, işitme, görme, kudret, irade, ilim ve konuşmadır. Her biri adı konulmuş bir süreye kadar yüzer durur. Bir kuvvet,  özel  olara  yaratılış gayesi  kılınan  şeyden  başkasını  idrak  edemez.  Örneğin  göz, görülebilen  nesnelerden  başkasını  göremez,  bundan  ötesini  görmeye  kalksa  umutsuzca yorgun düşerek geri döner. Çünkü içine nüfuz edeceği, delip geçeceği bir çatlak bulamaz.

Akıl  bütün  bunları  ispat  eder.  insanın içindeki  felekî  hareketler  buna  şahitlik eder.  Bütün bunlar aziz, alim Allah'ın takdiri ile olur. Kuşkusuz bu bir yolculuktur; kendisine hayat vereni açıklayıcı,  kendisine  hayat  veren  mevlasınm  münezzehliğine  delalet  edici  bir  yolculuk. Sonucu da ulvi alemin zuhur etmesidir. Çünkü sefere sefer denilmesinin sebebi adamların huylarını  açıklayıcı  mahiyette  olmasıdır.  (Yolculuk  anlamına  gelen  "sefer"  kelimesi  ile açıklama  anlamına  gelen  "isfar"  kelimesi  aynı  kökten  türemiştir-mütercim-)  Yani  yolculuk (sefer),  insanın  sahip  olduğu  yerilmeyi  ve  de  övülmeyi  gerektiren  tüm  huylarını  ortaya çıkarır.  Kadın  yüzündeki  burkayı  (peçe)  çıkarıp  güzelliğini  veya  çirkinliğini  gösterdiği zaman "sefereti'l mer'etu. an vechiha" denir. Yüce Allah Araplara hitaben  şöyle buyuruyor: "Ve's subhi iza esfere: Ağarmakta olan sabaha andol-sun..." (Müddesir,34) Yani görülen hususiyetlerini gözlere gösterdiği zaman. Şair şöyle der:

Leylâ'nın yanına geldiğimde yüzünü kapatırdı 
Fakat sabahleyin yüzünü açtığını gördüğümde şaşırdım.

Şöyle  ki:  Arap  geleneğine  göre  bir  kadın  arkasında  kötülük  olduğunun  bilinmesini istediği  zaman  yüzünü  açardı.  Bu  şair  de  sevgilisinin  yanına  gitmek  için  gizli  bir  yol buluyor.  Kadının  kavmi  bunu  fark  ediyor.  Kadın  da  kavminin  onu  fark  ettiğini  anlıyor. Adamı görünce hemen yüzünü açıyor. Böylece adam kötü bir şeylerin olduğunu anlıyor ve sevgilisi adına endişeye kapılarak geri dönüp gidiyor. Giderken de şunları söylüyor:
Fakat sabah vakti yüzünü açtığını gördüğümde şaşırdım..
Rabbimizin  indirdiği hükümler de kadınların bu şekilde yüzlerini açmaları yer almaz
çünkü.
Buna  ilişkin  bir  çok  örnek  vermek  mümkündür.  Yer  verdiğimiz  bu  örnekler  konuyu iyice açmayı gerektirmeyecek açıklıktadır. "Vellahu yekulu'l hakke ve huve yehdi's sebil /
Allah gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir." (Ahzab,4)

Aziz Kur'an'ın Yolculuğu

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnna enzelnahu fi leyletil'l kadr / Biz onu Kadir Gecesi indirdik." (Kadir, 1) Bu ayetle başlayan Kadir suresinin tamamı bu anlamı vurgulamaktadır. "İnna enzelnahu fi leyletin mubareketin / Biz onu mübarek bir gecede indirdik."  (Duhan,3)  ayetinde de bu anlama işaret edilmektedir.   İşaret edilen bu indirme,  uyarı  mahiyetli bir indirmedir. "Biz onu indirdik." derken aziz Kur'an'm Kadir gecesinde indirildiği kast ediliyor.


Tefsir alimleri nakle dayanarak Kur'an'ın bir kerede dünya semasına indiğini, sonra oradan bölümler  halinde  Hz.  Peygamberin  (s.a.v.)  kalbine  nazil  olduğunu  söylemektedirler.  Hiç kuşkusuz bu, Kur'an gizli açık dillerde tilavet edildikçe sürecek ebedi bir yolculuktur. Kadir gecesi de, kul açısından saflaşıp arındığı sürece hakikati üzere bakidir. Bu yüzden yüce Allah  şöyle  buyurmuştur:  "fiha  yufreku  kullu  emrin  hakim  /  Her  hikmetli  işe  o  gecede hükmedilir."  (Duhan,4)  Aynı  şekilde  yüce  Allah  nefiste  de  her  hikmetli  işi  yaratmış, hükmetmiştir;  ona  her  iki  anlamda  günahlarını  ve  takvasını  ilham  etmiştir.  Bu  itibarla insanın  kalbi,    Kur'an'ın  bir  kerede  nazil olduğu  dünya  seması  konumundadır.  Oradan muhataplara göre bölümlere ayrılmıştır. Onda gözün payına düşen, kulağın payına düşen gibi  değildir.  Kur'an  senin  kalbine  bir  kerede  topluca  nazil  olmuştur,  dediğimizde  onu ezberleyip hıfzetmeni kast etmiyoruz. Bizim kast ettiğimiz ruhanî ve manevî bir husustur.

Kur'an sendedir, fakat sen onu bilmiyorsun,  demek istiyorum. Çünkü Kur'an bir semaya nazil  olduğu  zaman,  onun  nassının  ezberlenmiş  olması  şart  değildir.  Sonra  kalbinden sana,  yine  senden  bölümler  halinde  nazil  olur;    üzerindeki  perden  kalktığı  oranda.  Ben bunu,    yolun  başında  iken  kendimde  gözledim.  Bunu  batı  Endülüsteki  yücelikler  ehli şeyhim Ebu'l Abbas el-Ureyni'de de gördüm. Bizim tarikatımıza mensup bir cemaatten de duydum  ki,    Kur'an'ı  veya  bazı  ayetlerini  bir  hocanın  bildiğimiz  eğitim  yöntemleriyle öğretmesi  söz  konusu  olmaksızın  ezberliyorlar.  Sonra  Arapça  bilmedikleri  halde  Kur'an, mushaftaki  orijinal  dili  olan  Arapça  ile  kendileriyle  konuşuyor....  Bize  Ebu  Yezid Bestami'den  rivayet  edildi  ki  Ebu  Musa  ed-Deybeli  şöyle  nakletmiştir:  O,  bildiğimiz yöntemlerle birinin telkin etmesi söz konusu olmaksızın Kur'an'ı ezberledikten sonra öldü...

Kur'an'ın kulların kalplerine inmekte olduğuna gelince; bir arazın iki ayrı zamanda birden olamayacağına  delil  vardır.  Yine bir  arazın  bir  mahalden  diğerine intikal  edemeyeceğine ilişkin de delil vardır. Yani Zeyd'in ezberlemesi Amr'a intikal etmez. Kulak, bir kimsenin bir ayeti kendisine  telkin  ettiğini  duyduğunda,  Allah  o  ayeti  onun  kalbine  indirir  ve  onu  ezberler.  Eğer  kalp  bundan  gafil  ise,  telkin  eden,  fiilini  tekrarlar,  inzal  da  tekrarlanır.
Dolayısıyla  Kur'an  ebedi  surette  nüzul  halindedir.  Bu  bakımdan  bir  insan,  Allah  Kur'an'ı bana  indirdi,  dese  yalan  söylemiş  olmaz.  Çünkü  Kur'an,  durmaksızın  kendisini  ezberleyenlerin kalplerinde yolculuk yapmaktadır.
Hz.  Peygamberin  (s.a.v.)  Cebrail'in  kendisine  Kur'an'  indirdiği  sırada  vahiy  işlemi tamamlamadan  okumaya  başlamasına  gelince,  bu,  onun  (s.a.v.)  keşfinin  gücünün göstergesidir. O, Cebrail'in getirdiğini keşfediyordu, hemen okumaya başlıyordu, vahiy işlemi  tamamlanmadan  acele  ile  dilini  kıpırdatıyordu.  Tıpkı  senin  kalbinde  bir  düşünce geçtiğinde keşif ehli olan birinin onu keşfederek düşünceni sana söylemesi gibi. İnsanların büyük  bir  kısmı  nezdinde  bu  durum  inkar  edilecek  bir  şey  değildir.  Hz.  Peygamberin (s.a.v.)  konu  ise  buna  daha  layıktır.  Ancak  Rabbi  Onu  terbiye  etmişti  ve  terbiyesini  de güzel  yapmıştı.  Bu  yüzden  şöyle  buyuruyor:  "vela  te'cal  bi'l  Kur'ani  min  kalbi  en  yukda ileyke vahyehu /  Sana onun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'anı okumakta acele etme." (Taha,114)  Burada  yüce  Allah,  Hz.  Peygamberin  (s.a.v.)  Cebrail'den  edep  edinmesini emrediyor. Çünkü Cebrail, Ona salih amelle güzel sözü öğreten öğretmenidir.

Fasıl

Küllî  insan  hakikati  itibariyle  aziz  Kur'andır.  Onu  nefsinin  huzurundan  birleyeninin

huzuruna  indirmiştir.  Bu  da  mübarek  gecedir.  Çünkü  gayptir.  Dünya  seması  ise  en
korunaklı izzet hicabıdır ve ona en yakın semadır. Sonra orada bir ayırıcı var ederek ilâhî
hakikatlere  uygun  olarak  bölümler  halinde  indirir.  Böylece  ona  değişik  hükümlerini  verir.
İnsan  bundan  dolayı  bilir.  Rabbinden  kalbine  bölümler  halinde  iner  durur.  Ta  ki  orada birleşinceye  ve  perdeyi  geride  bırakıncaya  kadar.  Derken  mekandan  ve  oluştan  sıyrılır, gaipten  kaybolur.  Şu  halde  indirilen  Kur'an  Haktır.  Nitekim  yüce  Allah  onu  hak  olarak isimlendirmiştir.  Her  hakkın  da bir  hakikati  vardır.  Kur'an'm  hakikati ise insandır.  Nitekim Hz.  Aişe'ye  (r.a.)  Hz.  Peygamberin  (s.a.v.)  ahlakı  sorulduğunda  "onun  ahlakı  Kur'an'dı." cevabını vermiştir. Alimler, Hz. Aişe (r.) bu sözüyle "ve inneke leala hulukin azim I Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin." (Kalem,4} Ayetini kast etmiştir. Bu yolculuğu gerçekleştir, sonunda övgüyü hakkedersin.

 Rivayet Yolculuğu / Allah taala ve ibret alma

Yüce  Allah  bir  ayette  şöyle buyurmuştur:  "Subhanellezi  esra  bi  abdihi leylen  mine'l

mescidi'l  harami  ile'l  mescidi'l  aksa'l  lezi  barekna  havlehu  li  nuriyehu  min  ayatina  /  Bir gece,  kendisine  ayetlerimizden  bir  kısmını  gösterelim  diye  kulunu  Mescid-i  Haram'dan,  çevresini  mübarek  kıldığımız  Mescid-i  Aksa'ya  götüren  Allah  noksan  sıfatlardan münezzehtir."   (İsra, 1)

Kulunu bir gece vakti kendisine götüren münezzehtir 
Gizlediği ayetlerini görsün diye 
Gaybında hazır oluşu gibi ve sarhoşluğu gibi 
Ayıklığında. Ve de ispatında silinişi gibi... 
Görürsün; onu ki sırları kendisinden oluşur 
Dilerse onu engellemekte, dilerse bahşetmektedir. 
Cömertliğinden açıkladıklarını ortadan kaldırmaktadır 
Varlığıyla ve şekillerinden uzaklaştırıp yitirmekte. 
Sahip ve hükümran efendi münezzehtir 
Zatı, nitelikleri ve sıfatlarıyla.

Yukarıda örnek verdiğimiz ayette yüce Allah, işaret ettiği İsra yolculuğunu kendisinin
münezzeh oluşuna dair "subhane" ifadesiyle birlikte zikrediyor. Böylece bir vehim sahibinin
hayalinde  canlanabilecek  bir  tasavvuru  veya  teşbih  ve  tecsim  ehlinin  Hak  hakkında  ileri sürdükleri yön, sınır ve mekan gibi algılamaları olumsuzluyor. Bu yüzden "kendisine ayetlerimizden  bir  kısmını  gösterelim  diye"  buyuruyor.  Burada  Hz.  Muhammed'i  (s.a.v.) yolculuğa götürülen, bu yolculuğun rabbinin katından kendisine bahşedilen ilâhî bir bağış ve inayet olduğunu bilen olarak nitelendiriyor. Bu olay önceden kendisi için takdir edilmiştir  ki, bunun sırrı aklına gelmediği gibi kalbinde de geçmemiştir. Olayın gece vakti olmasını da dilemiştir ki,   Onun sevgi makamına özgü kılınmışlığı gerçekleşsin. Çünkü Allah, Onu dost ve  sevgili  edinmiştir.  İsra  kelimesi  arap  dilinde  gündüz  değil  yalnızca  gece  yolculuğu anlamında  kullanıldığı  halde  "gece"  kelimesiyle  tekit  edilmiştir,  bu  hususta  belirecek kuşkular  bertaraf  edilsin.  Ta  ki  bazı  kimseler  onun  ruh  olarak  geceleyin  yolculuğa çıkarıldığını düşünmesinler. Yine bununla isra fiilinin gündüz vakti de olabileceğine inanan insanların  bu  düşünceleri  de  giderilmiş  oluyor.  Çünkü  Kur'an  Arapça  nazil  olmasına  rağmen Arapça  bilen  bilmeyen  bütün  insanlara   hitap   etmektedir.   Sevenler için   en güzel  zaman  gecedir,    çünkü  gece  onları  bir  araya  getirir.  Gece  vakti  sevgiliyle  yalnız kalınır. Öte yandan gece vaktinin seçilmiş olmasının bir nedeni de Arapların bilmediği ve geleneklerinde  de  aşina  olmadıkları  ilâhî  ayetlerin  ilâhî  nurlarla  gösterilmesinin istenmesidir. Çünkü göz herhangi  bir  nesneyi  özel  olarak  kendi ışığıyla göremez. Ancak karanlık ve aydınlık ile görebilir. Aydınlık eşyayı açığa çıkarır. Ancak aydınlığın da gözün ışığına galip gelmemesi gerekir.  Eğer ışık gözün ışığına galip gelirse, göz için karanlıktan farksız  olur,  hiçbir  şey  göremez.  Çünkü  göz  koyu  karanlıkta  karanlıktan  başka  bir  şey göremez. O halde göz, mutedil bir ışıkla görür.  Bu  ışığın ortaya çıkardığı nesneleri algılar.
Ayetlerin görülmesi için göğe gündüz  vakti  çıkıldığını  duyduğu  zaman  bir  dinleyici, bu,
kendisi  için  bir  anlam  ifade  etmeyecektir.  Çünkü  bu  kendisi  açısından  malum  olan  bir
şeydir. Bu yüzden miraç gece vakti gerçekleşmiştir.
Ayette  "gece"  kelimesinin  zikredilmesinin  bir  nedeni  de  isra/miracın  peygamberin
(s.a.v.)  mübarek  bedeniyle  gerçekleştiğinin  vurgulanmasıdır.  Çünkü  "esra"  (gece yolculuğu)  ifadesi,  kulun  haline  ilişkin  bir  açıklama  bağlamında  ayrıca  gece  sözünün
zikredilmesine  ihtiyaç  bırakmaz.   Nitekim  şair  şöyle  demiştir:
Ey Mudar'dan seçilmişe gidenler!
Siz bedenleri ziyaret ettiniz, biz ise ruhları ziyaret ettik.
"Kulunu..."  ifadesinin  başına  "ba"  harfi  cerrinin  getirilmiş  olması,  Allah  ehli
muhakkiklere göre iki gerekçeye dayanmaktadır. Birincisi, zillet demek olan kulluk ile cer
ve kesra harfi arasındaki münasebettir. Çünkü her zelil kırıktır. Sonra kul kelimesini "huve"
zamirine izafe etmiştir. Bundan Hakka ait zahir bir isim belirmez. Ancak nakıs isimler belirir
ki  onlar  da  ancak  sıla  (bağlaç-ismi  mevsul))  ve  ait  (zamirin  dönük  olduğu  isim)  belirir, "huve" zamirinin dönük olduğu ifade müzmerdir. Müzmer ise hiç  şüphesiz gaiptir. "Huve" zamiri  burada  müzmerdir.  Yani  gayp  içinde  gayptir.  Gaybın  gaybı  der  gibi,  O  O'dur denilmiş sanki. Bu da isra'nın şerefine işaret etmektedir.
Mescid-i  Haram'ın  ve  Mescid-i  Aksa'nm  zikredilmiş  olması  da  böyle  bir  anlamı
vurgulamaya yöneliktir. Kul kavramı bağlamında yaptığımız açıklamalarla örtüşmektedir bu
iki mescidin zikredilmiş olması. Buradaki cer harfi "ba"dır. Mescid ise, insanın secde ettiği
yer anlamında ismi mekandır. Secde kulluktur. Haram kavramı yasak ve engel ifade eder.
yani  bu  da  kulluğu  gerektirir.  El-Aksa  kelimesi  uzaklık  anlamını  gerektirir.  Kulluk  rablık niteliklerinden  en  uzak  olma  halidir.  Bu  iki  olguyu  zikretmekle  yüce  Allah  Peygamberi (s.a.v.) için en mükemmel şerefi seçmiştir. Yani yaratılmış bir varlığın sahip olabileceği en yüksek  bir  sıfatı  zikretmiştir.  Bu  da  kulluktan  ve  ona  benzeyen  cer  harfleri  ve  Haram  ve Aksa  mescitleri  gibi  şeylerden  başkası  değildir.  Yine  peygamberi  (s.a.v.)  şereflendirdiği hususlardan  biri  de  tam  marifeti  sağlayan  bu  küllî  kulluk  karşısında,  kendisini kayıtlandıracak bir ismini zikretmemiştir. Çünkü burada zikredilen kulluk, tesir nitelikli ilâhî isimlerden herhangi biriyle kayıtlandırılmayı gerektirir mahiyette değildir. Aksine yükseklik ve  tenzih  bakımından  denk  bir  uluhiyeti  ister.  Çünkü  kul  varlığın  tümünden  yükseldiği, ikrama nail olduğu zaman kulluğu ilâhî rabbani siyadet sıfatlarından arınır. Bu da kulluğun tenzihidir. Ama rububiyet sıfatlarıyla vasıflanırsa teşbih söz konusu olur. Teşbih ise onun helak  olması  demektir.  Nitekim  yüce  Allah  şöyle  buyurmuştur:  "Zuk  inneke  ente'l  azizu'l kerim / Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin!" (Duhan,49)
Yüce  Allah  bir  diğer  ayette  de  şöyle  buyurmuştur:  "Yetbaullahu  ala  külli  kalbin
mutekebbirin cabbar / Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler." (Mümin,35)
Aynı  şekilde  uluhiyet,  kul  ile  ilgili  olarak  mahlukatm  varlığını  gerektiren  bir  isimle  kinaye mahiyetinde  zikredildiğinde,  bu,  söz  konusu  isimlere  muhatap  olan  kul  için  yücelik  ve yükseklik ifade etmez. Çünkü bunlarda kulluğun gerektirdiği esere muhtaç olmaya benzer bir mahiyet bulunur. Dolayısıyla bu isra'da kulluğun bütün yönlerinin hakkı bulunduğu gibi,  kula  nispet  edilen  bu  tamlığm  gerektirdiği  oranda  uluhiyetin  de  eksiksiz  hakkı  bulunmaktadır. Bu yüzden "huve" zamiri kullanılmış, O Odur, anlamı ön plana çıkarılmıştır ki bunun  anlamı  gaybin  gaybidir.  Hz.  Peygamber  (s.a.v.)  kulluğundan  sözünü  ettiğimiz makama gelince, onu zikrettiğimiz gaybin gaybına İsra yoluyla götürdüler. Orada olan da  hakkın  makamını  bir  ve   fert  olarak  müşahede eder. Çünkü sevgi kıskançlığı gerektirir.

Artık kul için bir etki kalmaz. Çünkü kul güç yetirendir ve üzerinde bir engel ve yasak da
yoktur.  Orada  kesinlikle  sözünü  ettiğimiz  bu  "huve"  isminden  başkası  da  zuhur  etmez.
Vahiy gerçekleşince de yarenlik etmek şeklinde gerçekleşmiştir, çünkü gece vakti vuku bu-
lan  bir  olaydır.  Konuşma  meclislerinin  en  yücesi  müsemere,  yarenlik  etme  şeklinde
cereyan edenidir. Çünkü halvet içinde halvettir, naz, yakınlık ve seçkinlik mekanıdır. Orada
gördüğü  ayetlere  gelince  bunların  bazısı  ufuklarda  (dış  alemde),  bazısı  da  enfüste  (iç
alemde}dir.  Yüce  Allah  bir  ayette  şöyle  buyurmuştur:  "Senurihim  ayatina  fi'l  afaki  ve  fi enfusihim  /  İnsanlara  ufuklarda  ve  kendi  nefislerinde  ayetlerimizi  göstereceğiz."
(Fussilet,53) Kabe kav-seyn ufuklardaki ayetlerdendir. Kulun efendisi karşısındaki makamı
bu  ayeti  gerçekleştirmiştir.  "Ed-na=daha  yakın"  makamı  ise;  muhabbet  ve  "huve"ya  has olma makamıdır, "fe evha ila abdihi ma evha / Allah kuluna vahyini bildirdi." (Zariyat,21) Bu ayet  yarenlik  makamıdır.  O,  Odur.  Gaybin  gaybidirin  ifadesidir.  Bunu  şu  ayet desteklemektedir: "Ma kezebe'l fuadu ma rea / Gördüğünü kalbi yalanlamadı." (Necnı,10) Ayette geçen "fuad" kalbin kalbidir. Kalbin görmesi gibi fuad'ın da görmesi vardır. Kalbin görmesi,  başkasını  hakka  tercih  edip  ona  yaklaşmak  suretiyle  haktan  çıktığı  zaman,  kör olur.  "Ve  lakin  ta'ma'l  kulubu'l  etifi's  sudur  /  Lakin  göğüsler  içindeki  kalpler  kör  olur." (Necm.ll)  Ama  "Fuad"  kör  olmaz.  Çünkü  kevni  tanımaz  ve  efendisinden  başkasına  da taalluk  etmez.  Efendisine  taalluk  edişi  de  ancak  gaybin  gaybi  oluşu,  yani  O  Odur, itibariyledir.  Çünkü  makamlar  ve  mertebelerla  münasebeti  bunu  gerektirmektedir.  Bu yüzden  yüce  Allah  şöyle  buyurmuştur:  "Ma  kezebe'l  fuadu  ma  rea  /  Gördüğünü  gönlü yalanlamadı."  (Hac,46)  Çünkü  göz  çok  kere  yanılır.  Gerçi  bu  söyleyeni  için  bir  cehalet göstergesidir. Çünkü hükmeden hata eder, duyuların idrak ettiği değil. Dolayısıyla göz bir şeyi olduğundan farklı gördüğü için hata eder diyen kimseyi arkadaşı yalanlar ve bu sıfatı ondan nefyeder. Çünkü yalan teşbih ve çokluk aleminde geçerlidir. Burada ise kesinlikle teşbih yoktur. Burada kul her açıdan kuldur ve kullukta tamamen münezzehtir. O'nun O'su olan gaybin gaybi de öyle. Kendi nefsinde, iç dünyasında gördüğü ayetlere gelince, bu da fuad dediğimiz kalbin kalbinin aynı için gaybin gaybinin içinde kulluğun kulluğu ile O'nun O'suna benzer olmasıdır. Hiç kimse de bunu görmüş değildir. Ufuklardaki ayetler ise Hz. Peygamberin  (s.a.v.)  zikrettiği  ve  yıldızlarda,  göklerde,  yüksek  miraçlarda,  aşağı perdelerde  gördüğü  hadiseler,  kalemlerin  tasarrufu,  istiva  edilmiş  arş,  Allah'ın  sidretu'l münteha'ya bürüdüğü şeylerdir. Bütün bunlar kula özgü kılınan bu makamın etrafındadır.
Kul,  bu  makamda  gaybin  gaybinin  içinde  ikame  edilmiştir.  Nitekim  buna  şöyle  işaret
edilmiştir: "ellezi barekna havlehu / Çevresini mübarek kıldığımız." (İsra,l) Ancak makamın
bereketinden ayrıntılı olarak söz edilmemiştir. Çünkü tasvirin ötesinde bir şeydir. Benzerlik,
teşbih  yoktur  da  ondan.  İzzetinden  dolayı  İnsanların  kapılıp  götürüldükleri  bir  makamdır burası.  Mescid-i  Haram  ise  Mescidi  Aksa'ya  göre  cehennemin  yanında  cennet konumundadır. "Cennetin etrafı zorluklarla, istenmeyen  şeylerle çevrilidir." "evelem yerev enna  caelna  haramen  aminen  ve  yutahattafu'n  nasu  min  havlihim  /  Çevresinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim Mekke'yi güven içinde kutsî bir yer yaptığımızı görmediler   mi?"  (Ankebut/67)  "Cehennemin  etrafı  cazibeli,  insanın  canının  çektiği  şehvetlerle  çevrilidir." "İle'l  mescidi'l  aksaellezi  barekna  havlehu  /Çevresini  mübarek  kıldığımız  Mescid-i Aksa'ya..." (İsra, 1) Dışın içi, için de dışı vardır. Bu yolculuk, sözünü ettğimiz gaybin gaybinin müşahede edilmesiyle sonuçlanır. Bu makamla ilgili konuşmak uzun zaman alır. O halde dizginleri çekiyoruz ve yukarıda yer verdiğimiz işaretlerle yetiniyoruz. Allah gerçeği söyler ve doğru yola O iletir.

İmtihan yolculuğu

Göründüğü kadarıyla Yukarıdan aşağıya ve yakınlıktan uzaklığa düşüş yolculuğu. Bir

önceki  yolculuğun  zıddı  gibi  görünmesine  rağmen,  aynı  güçte  olmamakla  birlikte  o
yolculukta olanlar bu yolculukta da vardır.
Yüce Allah, Adem ve Havva'ya ve ikisiyle birlikte inenlere hitaben şöyle buyurmuştur:
"Kul  nahbitu  minha  cemian  /  Dedik  ki:  Hepiniz  cennetten  inin!"  (Bakara,38)  İlk  babanın ruhaniler  arasındaki  yolculuğundan  söz  etmiştik.  O  Adem'in  ve  alemin  babasıdır.  O  Hz. Muhammed'in (s.a.v.) hakikati ve ruhudur.  Şimdi de cismanî babanın yolculuğundan söz edelim.  O  Muhammed'in  (s.a.v.)  ve  özellikle  bütün  Ademoğullarının  babasıdır.  Adem oğullarının her biri bu açıdan arkadaşının hem babası hem de oğludur. Bil ki-Aüah bizi ve seni  muvaffak  etsin-  yüce  Allah  bir  işi  yapmak  istediği  zaman,  anlayanı  için  ona  bazı alametlerle işaret eder. Bu da o şeyin var edilmesine yönelir. Bunlara varlığın öncülleri adı verilir  ki  şuur  ehli  olanlar  bunları  fark  ederler.  Bu  olay  çok  kere  maddi  alemde  varlık bünyesinde ortaya çıktığında uğursuzluk addedilir. Özellikle bir yerde ona uygun olmayan bir  şey  zuhur  ettiğinde.    Çünkü    insanlar  zuhur  eden  şeye  uygun  bir  şeyin  zuhur  etmesinden korkarlar. Bu ise Araplar nezdinde uğursuzluk ve fal olarak isimlendirilir. Meydana gelen  olay  nefsin  benimsediği,  hoşnut  olduğu  bir  şeyse  buna  uğur  adı  verilirken,  nefsin hoşlanmadığı  bir  şey  olduğunda  ise  uğursuzluk  olarak  nitelendirilir.  Bu  yüzden  Hz. Peygamber (s.a.v.) bir şeyi uğun saymayı severdi. Bunu derken güzel sözü kast ediyoruz, uğursuzluktan  da  hoşlanmazdı.  Yani  bir  şeyin  uğursuzluk  olarak  kabul  edilmesini sevmezdi. Araplar nezdinde uğur iyi, uğursuzluk ise kötüydü. " ve neb-lukum bi'l Hayri ue'ş şerri fitneten / Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz." (Enbiya, 35) Her şeyin faili sadece Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de yüce Allah'ın icra ettiği kaderin bir yansımasının  uğursuzluk  olarak  nitelendirilmesinden  hoşlanmazdı.  Çünkü  kaderin  gereği olarak  gerçekleşmiş  bir  şeyden  hoşlanmamak  uluhiyete  karşı  saygısızlık  anlamına  gelir.

Takdirin  gereği  olarak  gerçekleşen  şeylerden  insanın  amacına  uygun  olmayanları  hamd
ile, teslimiyet ve rıza ile, boyun eğmek ile karşılamak en iyisidir. Allah'ın indirdiği felakete
göre savdığının daha büyük olduğunu görmek lazımdır. Bu gibi durumlarda Ömer b.Hattab
(r.a)  şöyle derdi:  Allah  başıma  ne  zaman  bir  musibet indirmişse,  mutlaka bunda  Allah'ın bana yönelik üç nimetinin olduğunu görmüşü m dür. Birincisi bunun dinimle ilgili olmaması, ikincisi,  bu  felaketin  gerçekleşmesi,  ama  daha  büyüğünün  gerçekleşmemiş  olması, üçüncüsü,  bundan  dolayı  bana  ecir  verilecek  olması  ve  günahlarımın  silinmesi."
Bulunduğu  huzura  ve  yüce  Allah'ın  kendisine  verdiği  musibeti  algılayışına  bakın!  Allah
ondan razı olsun.

İş  bu  şekilde  cereyan  ettiği  için  onu  adet  ve  tecrübe  yoluyla  bildik.  Ama  Adem'in
öncesinde uygulanan bir adet, bu hususla ilgili yaşanmış bir tecrübe yoktu. Bu yüzden Hz.
Adem (a.s.) olayı algılayamadı. Allah'ın bir ağacın meyvesini ona yasaklaması gibi. Oysa
cennetin  konumu  yasak  gerektirmiyordu.  Orada  istediğini  yiyor  ve  dilediği  yerde
barınıyordu.  Yasağı  gerektirmeyen  bir  yerde  böyle  bir  yasak  gerçekleşince,  bu  etkinin
hakikatinin ortaya çıkmasının zorunlu olduğunu, onun genişlik ve rahatlık aleminden darlık
ve  yükümlülük  alemine  indirileceğini  anladık.  Eğer  Adem  (a.s.)  bunu  bilseydi,  cennette
kaldığı  süre  içinde  huzurlu  olamazdı.  Adem'in  kendine  nispet  ettiği  nitelikler  arasında
"rabberıa  zalemna  enfuse-na/  Rabbimiz,  biz  kendimize  zulmettik."  (Araf,23)  ayetinde
geçen "zulüm" de yer alıyor. Çünkü senin, açıklık ve serbestlik yurdunda yasak ve engele
yönelik  işaretini  algılamamıştı.  Bu  yüzden  nehyedildi,  icabi  emre  muhatap  kılınmadı.  Bir kere  sulbünde  muhalif  evlatlarını  ve  itaatkar  evlatlarını  birlikte  taşıyordu.  Muhalif
evlatlarının  hareketlerinin  etkisiyle  o  aykırı  hareketi  sergiledi.  Fakat  muhalif  evladını
süblbünden çıkardıktan sonra, Adem'in (a.s.) rabbi-ne karşı geldiğine dair herhangi bir bilgi
ulaşmamıştır  bize.  Öte  yandan  "ve  asa  ademu  rabbehu  /  Adem  rabbine  asi  oldu."
(Taha,282) buyurularak asi olarak sadece Adem'den söz ediliyor. Oysa yasak her ikisine
yönelikti  ve  yasak  fiili  de  ikisi  birden  işlemişti.  Bunun  nedeni  eşinin  Adem'in  bir  parçası olmasıdır.  Sanki  orada  sadece  o  varmış  gibi.  Ayrıca  Adem  Havva'ya  göre  yasağı
hatırlamaya daha yakındır, ama unutmuştur. Kadın erkeğe göre daha unutkandır. Nitekim
şahitlikte  iki  kadın  bir  erkek  hükmünde  kabul  edilmiştir,  çünkü  yüce  Allah  şöyle
buyurmuştur: "fein lem lekuna reculeyni fe reculun ue'mreetani mim-men terdavne mine'ş
şuhedai  en  tedille  ihdahuma  fe-tuçekkire  ihdahuma'l  uhra  /  Eğer  iki  erkek  bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile-biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için-iki kadın olsun." (Bakara,282) Çünkü kadın erkeğin yarısıdır. İki kadın ise iki yarı eder. İki yarı tam  bir  oluş  demektir.  Dolayısıyla  iki  kadın  bir  erkektir.  Kadının  yaratılışı  eksik,  gelişimi eğridir. Çünkü kaburgadan yaratılmıştır. Bu yüzden ifadeden çıkarılmış, zikredilmemiştir.
Buna karşılık Adem (a.s.), Havva ile ilgili olarak anlattıklarımızın tam aksi bir mahiyete sa-
hip olduğu için, zikredilmiştir. Adem'in (a.s.) unutmasının kaynağı, yüce Allah'ın ona haber
verdiği İblis'in düşmanlığıydı. Adem (a.s.) bir kimsenin Allah'a yalan yere yemin edeceğini
düşünemiyordu.  İblis,  kendilerine  söylediği  şeylerde  amacının  onlara  nasihat  etmek
olduğunu  Allah'a  yemin  ederek  söyleyince  onlar  yasaklanmış  ağacın  meyvesini  yediler.
Burada, bir mesele ile ilgili nass olduğunda içtihada yer olmadığına yönelik bir uyarı vardır.
Ayrıca  İblis'in  Havva'ya  düşman  olması,  onun  için bir  mutluluk  müjdesidir.  Çünkü  Havva Şeytanın  hizbinden  olsaydı,  İblis  ona  düşman  olmazdı.  Yergi  kesbin  suretiyle  ilintilidir, kesbeden faille değil. Eğer yergi kesbedene yönelik olsaydı, biz günahkarlara buğzederdik.
Biz onların günahlarından ikrah ediyoruz. Masiyet, yani Allah'a isyan etme her zaman ikrah
edilen bir şeydir. Aynı şekilde günah işlenmesinin aracı olan sebebden de ikrah etmeyiz.
Çünkü  bu  sebebin  haramlığı  nes-hedilebilir,  helale  dönüşebilir.  Bu  takdirde  kerahet  de
ortadan kalkar. Eğer ikrah sebebe bizzat kendisi için söz konusu olsaydı, her zaman ikrah
edilen  bir  şey  olurdu.  Şu  halde  yerginin  bir  şeye  taalluk  etmesi  çok  ince,  gizli  ve  izafi,
neredeyse  sabit  olmayan  bir  olgudan  kaynaklanır.  Aynı  durum,  harad,  Övgü  için  de
geçerlidir.  Bu  noktayı  iyi  anla.  Mutezile  ekolü  bu  meseledeki  sırrı  anlamıştır.  Eşariler  de farkına  varmışlardır.  Çok  ince  ve  güzel  bir  sırdır  bu.  Bu  mesele  üzerinde  iyi  bir  tahkik gerçekleştirirsen, mutezilenin vardığı sonuca sen de varırsın.
Biz  meselemize  dönelim.  Diyoruz  ki:  Adem  ve  Havva'dan  bu  tavır  sadır  olunca,
yeryüzüne indirildiler. Bu zahiren Allah katından başlayan bir yolculuktur. Yine İblis için de
O'nun katından başlayan bir yolculuktur. İblis bu yolculuğunda kendisine daimi mutsuzluk
olarak yansıyacak hakimiyet ve rahatla karşılaşmış, Adem ise, kendisine mutluluk olarak
yansıyacak  zorluk,  yorgunluk  ve  yükümlülük  ile  karşılaşmıştır.  Adem'in  çıktığı  bu
yolculuğun İlletlerinden biri, nefsinin şehvetinden kulluğunun marifetine yolculuk etmesidir.
Çünkü cennet salt  şehvetlerin (insanın şehvetle arzu ettiği şeylerin) yeridir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Lekıımfiha ma teştehi enfusukum /Orada sizin için canlarınızın
çektiği her şey var." (Fussilet,31) Dünyada Adem'in giysisi ikmal edilir. Çünkü cennette tek
bir  giysisi  vardı.  Ama  takva  giysisisin  tadını  bilmiyordu.  Cennet  takva  yeri  değildir,
bütünüyle  nimet  yurdudur.  Takva,  sakınılması  gereken  şeylerin  varlığını  gerektirir.  Bu
yüzden cennette takva olmaz.
Adem'de  (a.s.)  takva  elbisesi  yoktu.  Bu  arada  yasaklama  gündeme  geldi.  Fakat  o
sakmcağı  şey  hakkında  herhangi  bir  bilgiye sahip  değildi.  Takva  şu  dünya  yurdunun  ve
cennet dışındaki yurtların sıfatıydı. Adem (a.s.) cennetten indirilince, üzerine yaratılış sırrı
elbisesi ve takva elbisesi indirildi. Ardından bazı şeyler yasaklandı, bazı şeyler emredildi
ve yükümlü tutuldu. Bundan sonra bu elbisenin koruyuculuğuna muhalefet etmek gibi bir
durum  onun  hakkında  tasavvur  edilmez  oldu.  Böylece  onun  şu  dünya  yurduna  inişi,
yaratılışının  ve  mertebesinin  tamamlanış  süreci  olarak  belirginleşti.  Ardından  cennete
yolculuk  etmesi  de  mertebesinin  ve  nefsinin  kemalinin  göstergesi  olmuştur.  Dünya
tamamlanma, ahiret kemal bulma yurdudur. Kemalden sonra ulaşılacak bir maksat yoktur.
Aslında ahiret yurdundan öte bir yurt da yoktur. Adem (a.s.) bu yolculuğunda, yükümlülük
cihetiyle kesbi bilgilerle donanmaya başladı, ki bunları yükümlülük olmadan elde etmesine
imkan  yoktu.  Çünkü  dünya  kul  için  tamamlanma,  fikri  bilgilerle  donanma  yurdudur  ve
bunları ancak dünya verebilir. Cennet hayatı ise bütünüyle keşiftir. Bir kimse tedbir, tafsil,
güzel, daha güzel, daha evla, daha yakışır gibi marifetleri ve tertip marifetini başlangıçta
edinir.  Bunun  gerçekleşmesi  ise  ancak  dünya  ile  mümkündür.  Çünkü  dünya  hayatı
yoğundur. Keşfi engelleyen buharlar vardır. Bu noktada bir güce ihtiyaç vardır. Bu güç de
ancak  bu  engellerin  varlığından  dolayı  verilir.  Eğer  bu  engeller  olmasa  bu  güç
verilmeyecektir.  İşte  bu  süreç  kulun  tamamlanmasının  bir  gereğidir.  Nitekim  Sehl  b.
Abdullah  şöyle  demiştir:  "Aklın insan için  tek  faydası,  özellikle  şehvetin insan üzerindeki
hakimiyetine son vermesidir. Şehvet galip gelince akıl ortada hükümsüz kalır." Sehl'in bu
sözünü  destekleyen  bir  husus  da  bizim  sırların  keşfi  esnasında  gördüğümüz  bir  olaydır.
Şöyle  ki:  Yüce  Allah  münezzeh  ilhamıyla  sırlarımız  içinde  bize  gösterdi  ki,  melekler
marifetler  içinde  yaratılmışlardır.  Cansız  varlıklar,  bitkiler  ve  hayvanlar  da  marifetler  ve şehvet içinde  yaratılmışlardır.  Bu  yüzden  söz  konusu  varlıklar  bilmelerine  ve  kıyametten korkmalarına  rağmen  şehvetlerinden  vazgeçmezler.  Korkması,  varacağı  akıbetle  ilgilidir.

Bununla beraber biz insanlardan muhalefetin sadır olduğunu görüyoruz. Bir adam birinin
eşeğinin kafasına vurduğunu görür. Engel olmak ister. Eşek ona der ki: Bırak; çünkü onun
kafasına  vurulacaktır...  İnsan  ise  zaruri  marifetler,  şehvet  ve  akıl  içinde  yaratılmıştır.  O aklıyla şehvetini geri savar. Adem'in (a.s.) işlediği günah ve çıktığı bu yolculuk bağlamında
donandığı  şeylerden  biri  de  Rabbinin  isimleri,  bu  isimlerin  eserleri  ve  onları  müşahede etmesidir, ki bundan önce onları bilmiyordu. Bu da Allah'ın Gafir (bağışlayan) ismidir. Bu ismin  eseri  de  mağfiret  (bağışlama)tir.  Allah  aynı  zamanda  çok  bağışlayan  (Gafur)dır.  Adem'in makamı itibariyle işlediği masiyet şiddetli olmakla birlikte başkasının işlediği yüz bin  masiyetin  gerektirdiği  sonuçlardan  daha  fazlasını  gerektirir.  Allah,  bu  başkaları hakkında  Gafur  (çok  bağışlayan)dur.  Bu  açıdan  Adem  için  de  gafurdur.  Ama  bir  tek muhalefeti  gerçekleştirmesi  açısından  da  ga-fir'dir.  Bu  masiyet  onun  gerçekleştirdiği  bir tevilden  de  kaynaklanmış  olabilir.  Eğer  yasağı  unutmuş  olsaydı,  kesinlikle cezalandıramazdı.  Onun  unuttuğu  şey,  bizim  yukarıda  zikrettiğimiz  husustu.  Öte  yandan seçilme, tevbe, istiğfar, af, korku ve korkudan sonra gerçekleşen emniyet duygusuyla da donanmıştır. Ki bu dost edinmekten çok daha lezzetlidir. Bu yolculuk onun için terkib, inşa ve tahlil olgularını öğrenmesini sağlamıştır. Bununla kendi bünyesinin devirlerin peş peşe gelmesiyle, parça parça neşet ettiğini öğrenmiştir. Fakat cennetteki oluş bundan tamamen farklıdır. Çünkü yüce Allah cenneti bakanların seyrine sunmuştur. Cennette ilgi lezzetlere ve  nimetlere  yöneliktir.  Dünyada  ise  daha  fazla  bilmeye  ve  araştırmaya  yöneliktir.  Bu yüzden  insanın  orada  (cennette)  bilemeyeceği  şeyi  burada  (dünyada)  bilir.  Bu  yolculuk buna benzer bir çok şeyle sonuçlanır. Bir çok yolculuk vardır. Sözü fazla uzatmış olmaktan korktuğum için bunları anlatmak istemiyorum. Adem oğlunun gerçekleştirdiği bu yolculuk çok şeyi ihtiva etmektedir, her birini anlatmak için bir divan ayırmak gerekir. Aynı durum bu kitapta  anlattığımız  ve  anlatacağımız  tüm  yolculuklar  için  geçerlidir.  O  halde anlatmadıklarımızı uygun bir şekilde anlattıklarımıza ekle, inşallah doğruyu bulursun.

İdris Aleyhisselam'ın Yolculuğu

Mekan ve Mevki olarak izzet ve yükseklik yolculuğu

Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "vezkur fi'l kitabi idrise innehu kane sıddiken
nebiyya.  Ve  re-fe'nahu  mekanen  aliyya  /  Kitapta  İdris'i  de  an.  Hakikaten  o,  sıddık  (pek doğru)  bir  insan,  bir  Nebiydi.  Onu  üstün  bir  makama  yücelttik."  (Meryem,56-57)
Söylendiğine  göre,  Adem  oğulları içnde ilk  defa  kalemle  yazı  yazan  odur.  Yüceler alemi
kaleminin desteklediği ilk kişi o'ydu. Bir gece vakti yedinci semaya kadar götürüldü. Bütün
gökleri kuşatacak konuma geldi böylece.
Biliniz  ki,  yüce  Allah  bütün  gökleri,  alemde  gerçekleştirdiği  cevher,  araz,  küçük,
büyük, durura ve intikal gibi özellikleriyle tüm varlıklara taalluk eden gaybi ilimlerin mahalli
kılmıştır.  Her  göğün  görevlisine  verilen  bir  ilim  mutlaka  vardır.  Yüce  Allah,  bu  emrin
yeryüzüne  inişini  de  göğün  feleklerinin  hareketlerine,  yıldızlarının  sekizinci  feleğin
dairesine girişine bağlı kılmıştır. Bu yedi göğün yıldızları için de toplanmalar,   ayrılmalar,  
çıkışlar      ve      inişler      öngörmüştür.  Her  birinin  etkisinin  de  farklı  olmasını  sağlamıştır.
Bunlardan kimisi ile diğer yıldızlar arasına münasebetler var etmiş, kimisi ile başka yıldızlar
arasına ise külli anlamda birbirinden kaçış, itiş olgusunu yerleştirmiştir. Şöyle ki bunlardan
birine,  bir  başkasına  yerleştirdiği  özelliğin  zıddını  yerleştirdiğinde  itiş,  kaçış  gerçekleşir.
Ama  bu  onların  düşman  olmalarından  kaynaklanan  bir  itiş  değildir.  Aksine  bunun
temelinde, yüce Allah'ın onların yaratılışlarının özü kıldığı hakikatler yatar ki, bu itişi, kaçışı
gerektiren bu hakikatlerdir. Ve bu özellik onları rablerine itaat etmekle, O'nu tenzih etmekle
uğraştırır. Bunlar emrettiği şeyler hususunda Allah'a isyan etmezler. Nitekim rivayetlerde
belirtildiği  gibi  yüce  Allah  cehennem  bekçisi  Malik'i  hiç  gülmeyecek  özellikte  yaratmıştır.
Buna  karşılık  Rıdvan  adlı  melek  ise  sevinç  ve  neşeden  yaratılmıştır.  Her  ikisi  de  salih
kullardır,  Allah'a  itaat  ederler  ve  aralarında  düşmanlık  ve  kin  yoktur.  Şu  kadarı  var  ki, etkiler burada, aşağı alemde, söz konusu hakikatlerden kaynaklanırlar. Bizde ise bir takım gayeler  vardır.  Aramızda  kıskançlıklar  ve  düşmanlıklar  meydana  gelir.  Bütün  bunların temeli  sözünü  ettiğimiz  hakikatlerdir.  Bunlar  içinde  birbirini  itmeyen  uyumlu  olgulara gelince,  bunun  nedeni  bunların  birbirlerinin  zıddı  olarak  değil,  farklı  olarak  var  edilmiş olmalarıdır.  Her  zıt  farklıdır,  ama  her  farklı  zıt  değildir.  Söz  gelimi  yedinci  göğe  vekalet eden,  altıncı  göğe  vekalet  edenin  zıddıdır.  Hatta  yedinci  göğe  vekalet  eden  meleğin bildikleri, bu göğe hükmetme vaktinde yedinci göğe vekalet eden meleğe ulaştığında, bu melek  altıncı  göğe  vekalet  eden  meleğin  ıslah  ettiğini  bozar.  Aynı  durum,  yedinci  göğe  vekalet  eden  meleğin  bozduğunu  ıslah  eden  altıncı  göğe  vekalet  eden  melek  için  de geçerlidir. Bu meleklerin hiçbiri bozduğunu bilmez. Bilakis, fiili itibariyle ıslah ettiğini söyler.
Çünkü  rabbinin  emrini  yerine  getirmiştir,  kendisine  tevdi  edilen  görevi  gerçekleştirmiştir.
Bu,  yüce  Allah'ın  göklere  vahiyle  bildirdiğini  söylediği  emirdir:  "Ve  evha  Ji  külli  semain emreha  /Ve  her  göğe  görevini  vahyetti."  (Fussilet,  12)  Bu  kadarıyla  ünsiyet  kurup  akit açısından  eleştirilmeyeceğim  bildiğine  göre,  "ue'n  nücumu-musehharatun  bi  emrihi  / Yıldızlar da O'nun emriyle hareket ederler." (Nahl,12) ayeti ve benzerleri ne anlam ifade ederler? Allah alemin bir kısmını diğer bir kısmına musahhar kılmamış mıdır: "Ve refa'na ba'dahum  favke  ba'din  derecatin  li  yettehize  ba'du-hum  ba'den  suhriyya  /  Birbirlerine  i ş gördürmeleri için  kimini  ötekine  derecelerle üstün  kıldık."  (Zuhruf,32)  Bir  diğer  ayette  de şöyle  buyurmuştur:  "Ve  sahhare  lekum  mafi's  semauati  ve  mafi'l  ardi  /  O,  göklerde  ve  yerde ne varsa hepsini size boyun eğ-dirmiştir." (Casiye,13) Burada yüce Allah, yerde olduğu  gibi  gökte  de  bizim  için  musahhar  kılınan  şeyler  olduğunu zikretmektedir.  Bir müslümanm  göğe  işiyle  ilgili  olarak  vahyedilenleri  ve  aleminin  hangi  hususta  musahhar kılındığını  bilmesi  akidesi  açısından  bir  kusur  sayılmaz.  Eğer  öyle  olsa  dünyadan  da, gökten  de  kovulması  gerekir.  Bir  her  zaman,  yüce  Allah'ın  bizim  için  var  ettiği  ve  bize  tanıttığı  sebeplere  koşarız.  Ama  onların  musahhar  kılındığını  düşünürüz,  asıl  fail olduklarını  değil.  Allah'a  sığınırız.  O'na  hiç  kimseyi  ortak  koşmam.  Yüce  kanun  koyucu  (sari) fiillerin yıldızlara ait olduğunu, Allah'a ait olmadığını, Allah'ın fiilleri onlarla yaptığını düşünenleri  tekfir  etmiştir.  İşte  bu  küfürdür,  şirktir.  Bunların  musahhar  kılındıklarına  ve Allah'ın onlar üzerinde hükmünü icra ettiğine inananlar ise tekfir edilmezler. Daha doğrusu yüce Allah'ın onlara yerleştirdiği özellikler ve onlara vahyettiği işler, onlarla terettüp ettirdiği hükümler cihetiyle baktığımızda, aksine inanan kimse bir çok hayrı ve büyük bir ilmi kaçırmış olur. zaten haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır.

Bil ki, İdris Aleyhisselam, Allah'ın kendisine vahyettiği ilimle bildi ki, yüce Allah alemin
bir  kısmını  bir  kısmına  bağlamış,  bir  kısmını  bir  kısmının  hizmetine  verip  musahhar
kılmıştır.  Bu  bilgiye  dayalı  olarak  bildi  ki,  rükünler  alemi  üreyen,  türeyen  olgulara
mahsustur. Sonra yıldızların menzillerde toplanışlarını ve ayrılışlarını gördü. Oluşların ve
feleklerin hareketlerinin farklılığını gördü. Sonra hızlı hareket edeni ve yavaş hareket edeni
gördü.  Anladı  ki,  yürüyüşünü  ve  yolculuğunu  yavaş  hareket  edenle  beraber
gerçekleştirdiğinde  hızlı  hareket  eden  hükmü  altına  girer.  Çünkü  dairesel  bir  hareket
vardır, düz bir çizgide devam eden doğrusal bir hareket yoktur. Bu yüzden küçük ve hızlı
olanın hareketinin kendisine dönmesinin kaçınılmaz olduğunu fark etti. Düşüşe komşuluk
etme neticesinde hızlı hareket edenin faydasını anladı. Bütün bunları ancak yedinci gökte
görebildi. Orada otuz sene kaldı, burçlar feleğinin minderine kurulmuş, bu feleği döndüren
vekilin merkezinde, döndürücü feleği taşıyan felekte onunla birlikte dönüp durdu. Taşıyıcı
felek  döndürme  feleklerine  aittir.  Burçlar  feleği  onunla  döner.  İdris  aleyhisselam,  Allah'ın gökte  vahyettiğini  gördükten  sonra  yıldızların  yengeç  burcunda  toplanmaya  yakın olduklarını  anladı.  O  zaman  bildi  ki,  yüce  Allah'ın  büyük  bir  su  ve  her  yeri  kaplayan  bir tufan indirmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu hususta gerçek bilgiye ulaşmıştı. Bunun üzerine feleğin incelikleri içinde yürümeye başladı, bunun neticesinde mücmeli ve mufassalı bildi. Sonra  bulunduğu  yerden  indi,  kendini  dininin  ve  şeriatının  mensuplarından  zeki  ve anlayışlı olduklarını bildiği kimselere adadı. Onlara müşahede ettiklerini, yüce Allah'ın bu yüceler  alemine  yerleştirdiği  sırları  öğretti.  Yüce  Allah'ın  bu  göklere  vahyettikleri kapsamında  büyük  bir  tufanın  meydana  geleceğini,  insanların  helak  olacağını,  ilmin unutulacağını bildirdi. Ama kendisi bu ilmin kendilerinden sonra gelecekler arasında baki kalmasını istedi. Bunun kayaların ve taşların üzerine yazılmasını emretti. Sonra Allah onu yüksek  bir  mekana  çıkardı.  Güneş  feleğine  indi.  Burası  semavi  feleklerin  ortası  sayılan dördüncü semadır. Dolayısıyla kalp konumundadır. Çünkü üstünde ve altında beşer küre vardır. Yüce Allah, İdris aleyhisselam'ı kendisine yükselttiği yolculuğunda ona kutupluk ve sebat  makamını  verdi.  İşin  onun  etrafında  dönmesini,  çıkanın  ve  inenin  onun  yanında toplanmasını sağladı. Bu yolculuk neticesinde zaman ve dehr ilmini, bunların akışı içinde olup bitenlerin bilgisini elde etti. Zaman ilmi, bahşedilmiş ilimlerin en görkemlisidir. Gece ve gündüzün  ruhaniyetini  ve  bu  ikisinde  karar  kılan  şeylerin  ilmini  de  elde  etti.  Dolayısıyla kalbinin alemine yolculuk yapan kimse İdris'in çıktığı yolculuğa benzer bir yolculuğa çıkmış olur.  En  görkemli  melekutu  bizzat  gözlemler,  en  azametli  ceberut  kendisine  tecelli  eder. hayat  sırrını  da  gözlemler.  Ki  bu  sır  hayatın  ruhudur  ve  hayatın  bütün  canlılara sirayet edişinin  aracıdır.  Çok  ruh  ile  az  ruhu  birbirinden  ayırır.  Her  hak  sahibine  hakkını  verir.
Aşağı nakışlarını ve ruhunun ulvi mertebelerini yazanı, teferruatların köklerden doğuşunu,
sonra teferruatların köklere geri dönüşünü,  kevnin suretini, dönüşün hikmetini ve benzeri
bilgileri öğrenir. İdris Aleyhisselam'ın yolculuğu hakkında bu kadar açıklama yeter.

Kurtuluş Yolculuğu

Nuh Aleyhisselam'ın Yolculuğu

Nuh  (a.s.),  yüce  Allah'ın  takdir  ettiği  ve  hükmünü  icra  ettiği  Kur'an'ın  vaktinin
yaklaştığını  ve  bunun  da  yengeç  burcunda  gerçekleşeceğini  öğrendi.  Bu  burç  sıvı
mahiyetlidir. Allah dünyayı bu burçtan yaratmıştır. Dolayısıyla değişken, sebatı olmayan bir
burçtur.  Burcun  özelliği  bu  olunca  dünyanın  özelliği  de  ona  benzemiştir.  Bundan  dolayı yüce Allah dünyanın yok olmasını ve ahiret yurduna dönüşmesini dilemiştir. Tıpkı üzerine doğan burcun değişkenlik özelliği gibi. Onun burcu ise, sabit bir burç olan aslan burcudur. Bu, her şeyi bilen Allah'ın hikmetinin göstergesidir. Böyle olunca Nuh (a.s.) gemiyi inşa etmeye başladı. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) alameti Kur'anda ve tufanda değildi. Muhtemelenashabından  alim  olan  bazıları  da  bu  ilmi  idrak  ettiler  ve  ona  ortak  oldular.  Allah  onun alametini fırın kıldı. Eğer Kur'anı söylemiş olsaydı, bu ilim olurdu, alamet veya ayet değil.

Bu yüzden kavmi onunla alay etti. Muhtemelen zamanının bilginleri de onunla alay ettiler.
Derken olanlar oldu. Oğlu ona katılmadı. Çünkü o salih olmayan ameller işleyen biriydi. O
da  suda  boğulanlardan  oldu.  Nuh  (a.s.)  ashabıyla  birlikte  yola  çıktı.  Gemiye  her  çiftten ikişer tane aldı. "ve ka-le'rkebu fiha bismillahi mecraha ve mursaha inne rabbi le gafurun rahim / Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." (Hud,41)   Fırın  kaynamaya  başladıktan  ve  yüklüler  yüklerini  attıktan  sonra  iki  suyun,  yerin  ve  göğün  suyu  arasında  helak  oluş  hali gerçekleşti.  Gemi  onları  dağları  andıran  dalgalar  arasında  alıp  gütürdü.  Nuh  (a.s.) seslendi: " Ya buneyye'r keb meana / Ya-vurucuğum! Bizimle beraber bin." (Hud,42) Oğlu şu karşılığı verdi: "Seavi ila cebelin ya'simuni mine'l vnai I Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım."  (Hud,43)  Nuh  (a.s.)  şöyle  dedi:  "La  asime'l  yeume  min  emrillahi  illa  men rahime  /  Bu  gün  Allah'ın  emrinden,  merhamet  sahibi  Allah'tan  başka  koruyan  yoktur." (Hud,43)  Korunanlar  da  gemiye  binenlerdir.  Çünkü  Nuh  (a)  şöyle  dua  etmişti:  "La  tezer ala'l ardi mine'l kafirine deyyaren / Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma." (Nuh,26) Bu  duayı  önceden  yapmıştı  ve  duası  da  kabul  edilmişti.  Dağa  sığınanlar  ve  gemiye binmeyen  herkes  suda  boğuldu.  Sonra  gaybi  bir  ses  havadan  geldi.  Çünkü  seslenen seslenişi  esnasında  kendisini  zikretmiyor.  İfade  de  "dedi"  şeklindedir  "seslendi"  şeklinde değil,  çünkü  yakındadır.  Derken  yer  suyunu  yuttu,  gök  de  suyunu  çekti.  Sular  çekildi.

Kurtuluş gemisi de ilâhîliğinin bir işaret olarak Cudi dağına oturdu. Nuh (a.s.) bu makamda
şu  sözü  söyledi:  "Bu'den  li'l  kavmi'z  zalimin  /zalimler  topluluğu  helak  olsun"  (Hud,44)
Zalimler derken Nuh'la alay edenler kast ediliyor. Bil ki, yüce Allah, hakkın bu menzilde,
yani  Nuh  Aleyhisselam'm  menzilinde  ikame  ettiği  bu  latif  sırrı  sonlandırmıştır.  Nitekim senin  gemine  de  şekil  vermiş,  kendi  eliyle  ve  vahyiyle  onu  yapmıştır.  Geminin  yapılışı O'nun  vahyi  ile  gözünün  önünde  gerçekleşiyordu.  Yani,  onu  göreceğim  şekilde korunuyordu, demek istemiştir. Allah diyor ki: Hak sana bu makamdan, özellikle pişmanlık ve dönüş makamından inmedikçe sen kimsin!

Hiç şüphesiz durmadan kötülükleri emreden nefsin,  şeytanın, dünyan ve hevan,  şu
gemiyi, yani kurtuluş hayatını inşa ettiğin sürece seninle alay ederler. Senin yanındaki fırın
ki  ateşin  yeridir,  onlara  kendisinden  suyun  çıkacağını  söylemez.  Çünkü  onlar  her
bakımdan  karşıt  olan  bir  şeyin  karşıtıyla  aynı  mahalde  buluşmayacağına  kesin  olarak
inanırlar. Seninle alay ederler ve ateş ile suyun yerini ayırt edemiyorsun diye senin aklının
noksan olduğunu söylerler. Bunun nedeni alemin cevherini ve suretini bilmemeleridir. Eğer
ateşin cevherde bir suret olduğunu, suyun da cevherde bir suret olduğunu bilselerdi, alay
etmezlerdi.

Onlar  ateşin  bir  cevher,  suyun  da  bir  cevher  olduğunu,  sonra  birbirlerinin  karşıtı
olarak  belirginleştiklerini  düşünüyorlar.  Bu  yüzden  Nuh'un  sözlerini  imkansız  buldular  ve onunla  alay  ettiler.  Sen  gemini  inşa  etmekle  meşgulsün,  yani  kurtuluş  gemini.
Hazırlanman, Allah'ın emrinden dolayı ve Allah'ın emri içindir. O da "ben"dir. Alay edenlere
söyle:  Eğer  bir  şeyde  helak  olurlarsa,  onda  helak  oldukları  için  ebediyen  ondan
çıkamazlar." Ayrıca "ba" ile gemine bin, ki o Allah'ın ismidir. Tevhid "elifini "ba" ile "sin"in
arasına  "isim"le  yerleştir.  Çünkü  sen  bunda  "rahman  rahim"i  göremezsin.  Biz  senin
geminden  geri  kalırız.  Çünkü  onun  yüzmesi  "ba"  iledir  ve  "ba"  da  koruyucudur.  İlâhî
cömertlik sahiline demir atması da "ba" iledir. Çünkü cömertlikle (cud) varlık (vücud) zuhur
etmiştir. Nitekim gemidekiler de Cudi'de zuhur etmişlerdir. Gemine her çiftten ikişer tane al, üreyip  çoğalmaları  için.  Eğer  ulvi  alemi  süfli  alemle  çarparsan  sen  ve  bütün  türeyişler oluşur. Bu yolculukta iki çifti elde etmek kaçınılmazdır. Çünkü bu helak seferidir.
Hayatın  his  ve  anlam  olarak  onlardan  meydana  gelmiş  olması  hasebiyle  su  ilmin
benzeridir. Onlar da ilmi reddettikleri için su ile helak edildiler. Su da fırından fışkırmıştı.
Çünkü  onlar  fırından  suyun  çıkmasını  inkar  etmişlerdi.  İlimden  de  Nuh'un  bedeninin
fırınından  fışkırıp  onun  lisanından  kendilerine  hitaben  zuhur  eden  ilmi  inkar  etmişlerdi.
Ama  onun  mutlak  nur  olan  anlamının  müterciminden  başka  bir  şey  olmadığını
bilmiyorlardı.  Çünkü  bir  fırın  aracılığıyla  başka  bir  fırından  fışkıran  suyu  görmekten  alıkonup  perdelenmişlerdi.  Onun  (tennur)  aslında  nur  olduğunu,  hayatın  bedenin  var
olmasıyla  tamamlanması  anlamında  başına  "ta"  harfinin  geldiğini  (te'n-nur)  bilmiyorlardı.

Böylece  bir  tennura,  yani  mülkü  eksiksiz  bir  nura  dönüştü.  O  halde  bu,  görüntüsü  ateş (nar), bir nurdur.
İmkansızlığın  değişmesine  gelince,  aslında  bilmedikleri  şey  kendileriyle  beraberdir.
Şöyle  ki:  Eğer  fırına  baksalardı,  ondaki  su  kaynağını  ve  aralarında  her  bakımdan  bir
karşıtlık da olmadığını göreceklerdi. Çünkü soğukluk kapsayıcıdır. Onlar genelde Allah'ın
tabiata  yerleştirdiği  sırrı,  özelde  de  fırının  sırrını  bilmiyorlardı.  Bu  yüzden  helak  oldular.

Nuh'un hitap ettiği herkes fırından fışkıran su ile helak olmuştur. Çünkü sadece onu inkar
etmişlerdi.  Alemin  geri  kalanı  ise  hem  fırının  suyu  ile  hem  de  gökten  inen  su  ile  helak edildiler.  Gökten inen  su  ise  dolap  suyu  gibi  devri  daim  halindedir.  Zemherir imbiğinden damlar. Sonra yayılmak suretiyle güvenli yerine döner. Allah'ın helak etmesi de ateşle olur.

Ancak burada aracının resullüğü söz konusudur; yüce Allah, ateşi suda gizlemiştir. Çünkü
henüz  ortaya  çıkmamıştır.  Derken  ateş  nemi  ve  boharı  çıkarır  ve  bunlar    yükselmeye 
başlarlar.   Böylece   ateş   buhara dönüşür. Ateş sudan çıkınca havada bir döngü işlevini
görür. Yükselmeye devam eder, zemherir dairesine ulaşıncaya kadar. Oradan aziz ve alim
olan  Allah'ın  takdiriyle  yağmur  damlaları  şeklinde  yere  iner.  Ortada  bir  takdir  daireleri vardır.  Dünyada  devamlı  surette  bir  inşa  devri  daimi  vardır.  Ahirette  ise  yoktur.  Bu yolculuk, iki çiftin üremesi ile ilgili geçerli kader ile birlikte ilâhî hikmete uygun olarak sonuçlanır. Bu yolculuktan çıkan bir sonuç da şudur: Eğer ilâhîlik yüce bir varlık değilse ona intisap etmek sahih olmaz, yine sonuç olarak belirginleşir ki, cömertlik kurtuluşu oluşturan bir illettir.  Duymadınız  mı;  Musa  aleyhisselam,  kavminin  helak olmasını  isteyince  onların cimri olmaları yönünde beddua etmiştir! Nitekim cimrileştiklerinde helak oldular. Bundan da anlıyoruz  ki,  alemdeki  her  oluşun  gerçekleşmesi  için  bir  sözün  ona  yönelmiş  olması gerekir.  Söz,  faili  belirtilmeden  kullanıldığında  gaybin  gaybı  suretinde  belirir:  "Ve  cie yevmeizin bi cehenneme / O gün cehennem getirilir." (Fecir,23) Yine uzak anlatım olarak şöyle  denmiştir:  "ve  kile  ya  ardu'blai  maeki  /  Ey  yer  suyunu  yut!"  (Hud,44)  Bazen  "biz dedik..."ifadesinde olduğu gibi "ben" ile ifade edilir. Bazen "Allah dedi..." ifadesindeki gibi uluhiyetle dile getirilir. Bazen "rabbin dedi..." ifadesinde olduğu gibi ru-bubiyet kavramıyla irtibatlandırıhr. Şu halde her söz, izafe edildiği isme göre belirginleşir. Nuh'un yolculuğuna çıkan kimse, berzah alemine ve kainata dair ilimlerden bir şeyler öğrenir. Bu yolculukta sanat öğrenilir. Bu yüzden cömertlik olgusunu geride bırakmıştır. Çünkü cömertlik için vücut bulmuştur. Nuh'un yolculuğu ile ilgili bu kadar açıklama yeter. Çünkü bu yolculuğun sırrı uzundur.

Hidayet Yolculuğu


İbrahim Halil Aleyhisselam'ın Yolculuğu

"İnni  zahibun  ila  rabbi  seyehdini  /  Ben  Rabbime  gidiyorum.  O  bana  doğru  yolu
gösterecek."  (Saffat,99)  Nitekim  Rabbine  konuk  olduğunda  oğlunu  kurban  etmeyi  de  bu yaklaşımına  ekledi.  Çünkü  acı,  keder  ne  kadar  büyükse  lezzet  de  o  kadar  büyük  olur. Daha  sonra  "rabbi  heb li  mine's  salihin  /Rabbim!  bana  Salihlerden  olacak  bir  evlat  ver." (Saffat.100) Diye dua edip de duasının kabul edildiği müjdesini alınca, müjdelendiği şeyle bir  sınava  tabi  tutuldu.  Çünkü  o  Allah'tan  O'ndan  başkasını  (masiva'yı)  istedi.  Allah  is Gayyur'dur. Ondan başkasını istemek gayretine dokunur. Bu yüzden onu istediği oğlunu boğazlamakla sınadı. Bu ise kendi nefsiyle ilgili olarak sınanmaktan daha ağır gelir insana. Çünkü  nefsi  hususunda  onunla  çekişecek  tek  şey  yine  kendi  nefsiydi.  Küçük  bir çabayla  nefsinin  çabasını,  direncini  boşa  çıkarabilirdi.  Ama  oğlunu  boğazlamakla sınanması böyle değildi, oğlu hususunda onunla çekişecek çok kimse vardı. Bu yüzden bu hususta vereceği mücadele daha da güçlü olacaktı. İbrahim (a.s.) Rabbinden istediği şeyi kurban  etmekle  sınanınca,  sınavın  mahiyetini  gerçek  olarak  algılayınca,  bizzat  tahakkuk etmiş gibi olduğu, yani, hayatta olduğu halde oğlunu kurban etmiş gibi kabul edildiği için, istekte  bulunmadığı  halde  İshak  (a.s.)  ile  müjdelendi.  Böylece  hem  kurban,  hem  de karşılığı-kurban  yerinde  durduğu  halde-  kendisine  verilmiş  oldu.  Diğer  bir  ifadeyle  kazandığı  şeyle  kendisine  hibe  edilen  şey  birlikte  sunulmuş  oldu.  Çünkü  kurban  etmek istediği oğlu istekte bulunması açısından kazanılmış, kurban edilmek istenmesi açısından da hibe edilmişti. Kurban edilmesi istenmiş değildi. İshak ise hibe edilmişti.

İsmail'de kazanılmışlık ve hibe edilmişlik nitelikleri bir arada bulunuyordu. O babası
için hem kazanılmış, hem de hibe edilmiş biriydi. Dolayısıyla kamil bir hakikatti. Bu nedenle
Hz.  Muhammed  (s.a.v.)  onun  sulbünden  gelmiştir.  Daha  doğrusu  Hz.  Muhammed'in
(s.a.v.)  İsmail'in  sulbünden  gelecek  olması  nedeniyle  onun  için  kemal  ve  tamamlık
gerçekleşti.  Bu  yüzden  bizim  şeriatımızda  sunduğumuz  kurbanlar,  bizim  ateşten
kurtulmamızın fidyeleri konumundadır. Şu halde Allah'tan başlayarak hidayet yolculuğunu
gerçekleştirmek  isteyenler,  hayal  alemini  gerçekleştirmek  durumundadırlar.  Çünkü
hakikatlerin, hayal aleminde üzerine inmeleri kaçınılmazdır. Orası zor bir menzildir. Çünkü
bir geçiş konumundadır, bizzat istenen değildir. Bilakis kendisinde vukubulan şeyden ötürü
istenir.  Onu  da  ancak  bir  erkek  aşabilir.  Bu  yüzden  rüya  yorumları  tabir  (geçiş)  olarak
isimlendirilmiştir. Çünkü rüyayı açıklayan kişi, onu geçerek ilgili olarak geldiği şeye intikal
eder. Tıpkı  Hz.  Peygamberin (s.a.v.)  rüyada  görülen  kaydı  dinde  sebat etmeye,  sütü  de
ilme yorması (kayıttan sebata, sütten de ilme geçmesi) gibi.

Ulaştığı zaman bulur. Eğer Hz. İbrahim (a.s.) rüyada gördüğü oğlunu koça yorsaydı
(oğlundan  koça  geçseydi-tabir  etseydi-),  gerçekleşmeden  karşılığı/fidyeyi  görecekti  ve sonucu bildiği için de kalbinde en küçük bir huzursuzluk hissetmeden emri yerine getirmiş
olacaktı.  Ama  rabbinden  rab-binin  dışındaki  bir  şeyi  isteme  karanlığı,  geçmesini  (tabir
etmesini)  engelledi.  Çünkü  karanlıkta  bir  tarafa  geçmek  zordur,  insan  ayağını  nereye
koyacağını bilemez. Bu arada aldığı lezzeti de alamayacaktı. Yanı sıra gözlemlenen ilâhî
minnet de söz konusu olmayacaktı. Kurbanın fidyesi de koç oldu. Çünkü koç menzili orta
şeref  evidir  ve  evlerin  en  şereflisi  olduğu  için  de  alemin  ruhudur.  Koç  onun  bedeninin
fidyesiydi, ruhunun değil. Çünkü beden olarak aralarında ortaklık söz konusudur. Kurban
edilmek ancak bedenle ilgili olabilir. Yıkım, harap olma sadece evler içindir.

İnsan  hayalinin  aleminde  yolculuğa  çıkınca,  bu  yolculuk  onu  hakikatler  alemine
götürür. Burada eşyayı asıl mahiyetleriyle görür. Kazanma ile kayıtlanmayan mutlak hibe
gerçekleşir  onun  için.  Daha  önce  ayağının  altındaki  topraktan-gelen  rızıkları-yerken,
üstünden  gelen  rızıktan  yemeye  başlar.  Müşahedenin  aksine  vehb  seni  baki  kıldığı  için
uzaklık  olarak  belirginleşir,  helak  olarak  değil.  Çünkü  uzaklaştırılan,  parçaları  birbirinden ayrılmış  olur,  dolayısıyla  durum  itibariyle  helak  edilenden  çok  uzaktır.  Eğer  böyle olmasaydı  baştaki  istek  "rabbim!  Bana  Salihlerden  olan  bir  evlat  ver."  ifadesiyle irtibatlandırılmasaydı, müjde bizzat görme ile ilgili olurdu, İshak ile ilgili değil. Çünkü İshak ishaktır (uzak olmadır). Yani istekte bulunan kimse bu isteğiyle özün silinmesini, uzaklığını istemektedir.  Bu  imkansız  uzaklık  mekanına  yönelik  bir  işarettir.  Çünkü  ilâhî  olgular  her zaman kapasitelere göre inerler. Burada mahal, tamamen Allah için soyutlanmış, arınmış değildir. Böyle olunca öz hibe edilir mi? ki hibeyi alacak kapasitede değildir. Hibe eden her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Zaman en büyük hakimdir. Oğul ise değişim alemindendir.

Doğruca Hedefe Yönelme ve Başka Tarafa Yönelmeme Yolculuğu

Lut'un  İbrahim  Halil  Aleyhisselam'a  yolculuk  Yapması  ve  onunla  yakinde buluşması

Bu kıssa ile ilgili haber rivayet edilmiş ve alimler tarafından korunmuştur. Bu kıssanın
ruhu bizimle ilgilidir ve ibret almamız istenen de kıssanın ruhudur.
Bil ki, Lut ismi, yani bu kelime çok  şerefli ve değeri yüksek bir isimdir. İlahi huzura
yapışmayı  ifade  etmektedir.  Bu  yüzden  şöyle  demiştir:  "Ev  ava  ila  ruknin  şedid  /  Veya
güçlü  bir  kaleye  sığınabilseydim."  (Hud,80) Burada  kabileyi  kast  ediyor.  Çünkü  ben ilâhî kaleden kevnî kaleye intikal etmeye güç ye-tiremem. Nitekim Resulullah (s.a.v.) de onunla ilgili olarak buna şahidlik etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah kardeşim Lut'a rahmet etsin.

Hiç  kuşkusuz  güçlü  bir  kaleye  sığınmıştı."  Ne  güzel  şahid!  Ne  mutlu  hakkında  böyle  bir şahidlik  edilene!  Allah'a  kendini  isnat  etmesi,  O'na  yapışması  Allah'ın  ilminde  bilinen  bir şey  olduğu  için  Lut  adını  almıştır.  Başkasına  kendisini  izafe  etmemiştir.  Bundan  dolayı  onun için gece yolculuğu öngörülmüştür. Çünkü gece yolculuğu gaybe doğru yapılan bir yolculuktur. "es-Sera" kelimesi gece yolculuğundan başka bir anlamda kullanılmaz. Tefsir olarak değil, ama tasavvur olarak ona aileni geceleyin yola çıkar, denilmiştir. Yani bütün zatını. Böylece bütün hakikatleri müşahede et. Ama karını bu yolculuğa çıkarma. Biz bu ifadeyi  kendi  tasavvurumuza  vurduğumuzda,  durmadan  kötülüğü  emreden  nefsini  terk etmesi yönünde bir emir olarak algılıyoruz. Çünkü manevi yüceliklere doğru çıkılan miraçta nefse yer yoktur. Lut yakine doğru geceleyin yürüdü. Orası bilinen ve bu isimle anılan bir yerdir. Orada İbrahim Halil (a.s.) onu bekliyordu. Çünkü orası onun yurduydu. Bu yüzden Hz.  Rasulullah  (s.a.v.)  şöyle  buyurmuştur:  "Biz  yakinden  kuşku  duymaktan  İbrahim'den daha yakınız." Böylece Lut Nebî (a.s.) için bu  makam hasıl oldu. Sabah vakti ona yakin geldi.  Çünkü  sabah  vakti  güneş  doğar  ve  varlıklar,  gaybın  kapsamında  iken,  açıkça görülürler. Bu da hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yakin verir insana.
Bu,  ondan,  yani  Lut'un  yolculuğundan  bize  düşen  paydan  bir  örnekti.  Aynı  şey
sözünü  ettiğim  bütün  yolculuklar  için  geçerlidir.  Bu  yolculuklardan  söz  derken  kendi
zatımdan  söz  etmekteyim.  Amacım  onların  başından  bizzat  geçmiş  kıssayı  tefsir  etmek
değildir. Bu yolculuklar kurulmuş köprülerdir, onların üzerinden geçerek kendi zatlarımıza ve sırf bize özgü olan hallere geçeriz. Onlarda bizim faydamız vardır; çünkü Allah onları,
biz geçelim diye kurmuştur: "ve kullen nakussu aleyke min enbai'r rusuli ma nusebbitu bihi
fuadeke ve caeke fi hazihi'l hakku ve mevizetun ve zikra / Peygamberlerin haberlerinden
senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi,
bir öğüt ve uyarı gelmiştir." (Hud,120) "bunda sana gerçeğin bilgisi gelmiştir." İfadesi ile "ve
uyarı gelmiştir." İfadesi ne kadar da etkili! Bu sende olanı, senin yanında bulunup da senin
unuttuğunu  hatırlatan  bir  uyarıdır.  Sana  anlattığım  bu  kıssa  sende  olanı  sana  hatırlatmaktadır. Senin dikkatine sunduğum şey, senin her  şey üzerinde, her  şey içinde ve
her şeyden olduğunu sana öğretmektedir.
Şiir:
Ben, eğer her şeyden isem
Ben, her şeyde hak ile beraberim demektir.

Ben, onunla ortaya çıkan bir gölgeyim

Ben bir gölge isem, aslıma dönerim demektir.
O halde düşüşüm, ona çıkışımın aynısıdır
Yıldızlar kümesine, her canlının yanında
Doğruluğum her doğruluktan fazla oldu
Sapıklığım her sapıklığı geçtiği gibi
Tıpkı Onun her ölünün ve canlının yanında olması gibi
Yine O her yayılmanın ve dürülmenin de yanındadır.

Allah gerçeği söyler ve doğru yola ileten O'dur.

Tuzak ve İmtihan Yolculuğu

Yakub ve Yusuf Aleyhisselam hakkındadır .

Bil ki, Allah bir kuluna ikramda bulunduğu zaman onu kulluğunda yolculuğa çıkarır.
Yüce  Allah  şöyle  buyurmuştur:  "subhanellezi  esra  bi  abdihi  /  Kulunu  gece  vakti  götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir." (İsra,l) Burada yüce Allah, Hz. Peygamberi (s.a.v.) katında en sevimli olan ismiyle isimlendirmiştir. Çünkü bir kul, kulluktan daha güzel, daha çekici  bir  güzellikle  süslenmiş  değildir.  Çünkü  rububiyet  süsünü  ancak  kulluk  makamını gerçekleştirenlere giydirir:

Ey güzelliğiyle Yusuf'a benzeyen!

Şefkatiyle Yakub'un benzeri olan!
Sizin altından kalkamadığınız şeylere o sabrederdi
Öyle ki Eyyub'un sabrı eksik kalır onun yanında
Eğer eksiklik ilişmeseydi, biz buna rıza derdik
Ama benim kastettiğim bu değildir.
Benim ondan talep ettiğimi, öyle bir şeydir ki
Onu bana bildirir. İşte arzu ettiğim budur
İş benimle Onun arasındadır ki Ondan sevgilime kavuşturmayı istiyorum

Bil ki, kulluk makamını gerçekleştirenleri bu makam, belalara maruz bırakır. Sonra bu
mevkinin  bir  özelliği  kimse  için  izzet  ve  rahatı  tekmil  etmemesidir.  Yüce  Allah,  Yusufa
güzellik izzetini bahşedince, onu kölelik zilletiyle sınadı. Hiçbir şeyin karşısında duramadığı
bu  yüce  güzelliğe  rağmen  birkaç  dirhemlik  bir  pahaya  satıldı.  En  az  üç  en  çok  on  dir-
hemlik  bir  fiyata  satıldı,  başka  değil.  Bu  zilletin  en  son  sınırıdır  ki  güzelliğin  izzetinin
yüceliğine karşı koyar.

Sonra kardeşlerin kalplerinden merhamet duygusu sökülüp alındı. Oysa güzellik her
zaman ve her açıdan merhameti, acıma duygusunu celbeder. Bu da gösteriyor ki ilâhî emir
hususunda  kulların  elinde  hiçbir  şey  yoktur,  sadece  karşı  konulmaz  ilâhî  güç  tarafından yönlendirilmektedirler.  Bu  büyük  zilletle  onun  arızi  güzelliği  yok  edildi.  Böylece yolculuğunda nefsi hoş ve ilâhî izzetle aziz kılınmış olarak kaldı. Başka değil. Yusuf kıssası meşhurdur,  kıssayı  kendi  alemi  çerçevesinde  anlatmanın  bir  anlamı  olmaz.  Ancak  bizim alemimiz  bağlamında  anlatmanın  bir  çok  faydası  vardır.  İnsanın  kendi  iç  alemini  kast ediyorum. Bil ki, yüce Allah, mümin nefsin kendisine doğru yolculuk yapmasını isteyince, onu daima kötülüğü emreden ve çokça kınayan kardeşlerinden geçici dünya değeri olarak ucuz bir fiyata satın aldı. Böylece onu, babası olan akıldan ayırdı. Akıl büyük bir üzüntüye kapıldı, aralıksız göz yaşı dökmeye başladı. Çünkü ilâhî ilham ve rabbani yardım sadece bu nefse yönelik olur. Bu nefsin varlığından dolayı akıl ilâhî huzurda tenzih edilir. Nefisle akıl birbirinden ayrılınca, akıl durmadan ağladı ve sonunda gözlerini kaybetti. Çünkü göz görme  yeteneğini  yitirmemiş  olsa  da,  koyu  karanlıklar  görülecek  nesneleri  perdeleyince  göz sahibi kör olur. Eğer göz mevcut olursa karanlığı görür. Üzüntü bir ateş olduğu ve ateş de  ışık  verdiği  için  "ve'byeddet  aynahu  mine'l  huzni  /  Gözlerine  boz  geldi."  (Yusuf,84) denilmiş ve beyazlık ifadesi kullanılmıştır. Çünkü ışık ruhanî bir nur olduğu gibi beyazlık da cismanî bir renktir.

Sonra  satış  gerçekleşip  artık  başkasının  malı  bir  köle  haline  gelince,  külli  nefisten
ibaret olan kadına "erkimi mesvahu./ Ona değer ver ve güzel bak!" (Yusuf,21) denildi. Ona
ikramda bulunmasının, değer vermesinin bir ifadesi nefsini ona bahşetmesidir. Onun (küllî
nefsin) dışındaki cüzi nefisler onu gördüklerinde şöyle dediler: "ma haza beşeren in haza
illa melekun kerimun / Bu bir beşer değil... Bu ancak üstün bir melektir." (Yusuf,31) Çünkü
onun  nefsini  doğal  şehvetlerden  arındırdığını  gördüler.  Bu,  onun  kötülüğe  eğilim
göstermeyecek  şekilde ismet sahibi olduğunu sana gösteren bir işarettir. Çünkü melekte
kötülük namına bir şey yoktur. Nitekim bu yüzden küllî nefis bu harici nefislerin onunla ilgili sözlerini doğruluyor ve onun masumiyetini ifade ediyor: "ve lein lem yef7al  ma amuruhu leyuscenenne  /  Andolsun,  eğer  o  kendisine  emredeceğimizi  yapmazsa  mutlaka  zindana atılacaktır." (Yusuf,32) Ancak Allah'ın kadına (küllî nefse) yerleştirdiği hakikatleri, Allah'ın buna ilişkin bir emri olmaksızın, almak isteyince, kulunun kendi emri dışında bir tasarrufta bulunması Hakkın gayretine dokundu ve kulun kendi sırrından kulluk burhanını gösterdi.

Böylece  kulluğunu  hatırladı  ve  efendisinin  izni  dışında  tasarrufta  bulunmaktan  kaçındı.
Bunun  neticesinde  küllî  nefis  onu  heykelinin  zindanında  hapsetti.  O  da  durmadan  kendi sırrı kapsamında efendisine kulluğu adına yalvardı. Sonunda küllî nefis, isteyenin kendisi olduğunu,  onun  istekte  bulunmadığını  itiraf  etti.  Böylece  efendi  açısından  onun
koruyuculuğu  ve  güvenilirliği  sabit  oldu.  Eğer  kötülüğe  meyletseydi  güvenilir  olamazdı.
Eğer o fiili işleseydi koruyucu olamazdı. Bu yüzden şöyle buyurmuştur: "Li nasrife anhu's
sue  ve'l  fahşae  /  Biz  kötülük  ve  fuhşu  ondan  uzaklaştırmak  için..."  (Yusuf,34)  kötülüğe
meyletmek, istemek kötülüğün bir parçasıdır. O bundan, yani kötülükten geri çevrilmiştir.
Yani kötülüğe meyletmiş, istemiş değildir. Böylece mülk ve efendiliğe yükseltilmiştir, daha
önce bulunduğu zahiri kevni kulluk konumuna karşılık olarak.

Sonra  baba  konumundaki  aklın  bulunduğu  yerde  kuraklık  baş  gösterdi.  Bu  arada oğlunun  şehrinde  bolluk  olduğunu  duydu.  Kör  olduğu  için  de  oğlunun  orada  olduğunu
bilmiyordu. Sonra ona güven vermek için yakın akrabalarını gönderdi. O da ona kendi suretinde  olan  elbisesini  gönderdi.  Kokuyu  alınca  ve  elbiseyi  yüzüne  sürünce  görmeye
başladı.  Derhal  onun  yanma  taşındı  ve  oğlunun  yolculuğunun  aksine  izzet  nitelikli  bir
yolculuk oldu. Onun yanına varınca secdeye kapandı. Çünkü onun öğretmenidir ve Allah'tan
aldığı  şeyleri  ona  bahşeder  ki,  zatı  bununla  kaim  olur  ve  varlığı  da  bundan  nimetlenir.

Böylece burada nefsin varlığı itibariyle Yusuf konumunda olduğu anlaşılıyor.
Bunun  göstergelerinden  biri  yukarıda  anlattığımız  gibi  alış  veriş  işlemini gerçekleşmesidir.  Yüce  Allah  bu  hususa  şöyle  işaret  etmiştir:  "rabbi  kad  ateyteni  mine'l mülki I Rabbim! Mülkten bana verdin." (Yusuf, 101) Mülk bağlamında itaat eden var, isyan eden  var.  Uyan  var,  aykırı  davranan  var.  Nefisle  ilgili  olarak  da  şöyle  buyurulmuştur: "feelhemehafucureha ve takvaha / ona iyilik ve kötülüklerini ilham etti." (Şems,8) Aşağıdaki  ayetler  de  buna  yönelik  işaretler  içermektedir:  "Ve  allemteni  min  te'vilili'l ahadisi / Bana rüyada görülen olayların yorumunu da gösterdin." (Yusuf, 101) "Haza te'vilu ru'yaye min kablu / İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur." (Yusuf, 100) Rüya ancak hayal aleminde olur. Hayal alemi ise akıl alemi ile his (madde) alemi arasında yer alan bir orta alemdir. Nefis de akıl alemi ile his alemi arasında yer alır. Bazen aklından alır, bazen  hissinden  etkilenir.  Bu  yüzden  kadını  reddetmiştir,  bunun  nedeni  de  hisle  ilintili olarak hakiki dişilik sayılmasa da dişiliğin atmosfere galip olmasıdır. Eğer erkeklik hakim olsaydı,  nefsi  reddetmezdi.  Bunun  nedeni  de  erkeğin  dişiyle,  dişinin  de  erkekle  huzur bulduğu  sevgi  ve  merhametin  bulunmasıdır. Oysa  dişi ile  dişi  ve  erkekle  erkek  arasında  böyle bir sevgi ve merhamet oluşmaz. Onlar arasında sevgi sabit olmaz. Eğer oğlanlarda dişiyi  çağrıştıran  özellikler  zuhur  etmese,  hiç  kimse  cinsellik  anlamında  onlara meyletmezdi,  arzulamazdı.  Çünkü  oğlanlara  yönelik  olarak  ortaya  çıkan  cinsel  arzu gerçekte onlarda beliren kadınlık özelliğine yöneliktir. Ya gerçekten böyle bir özellik vardır, ya  da  kadına  benzetilmektedir.  Nitekim  oğlanın  yüzünde  kıllar  bitince,  bıyıkları  çıkınca, onunla beraberlikte iken huzur almayı gerektiren sevgi ve merhamet de ortadan kalkar. Bu yüzden şöyle denmiştir:

Dediler ki: Zülüf hevanın kanadıdır.
Şekil verilince uçar yuvasından

Bu  beyti  edip  katiplerden  biri  olan  Ebu  Amr  b.  Mehib  İşbiliye'de  bana  okudu.  Onu
Hamo  b.  İbrahim  b.  Ebubekir  el-Hedenci  için  yazmıştı.  Bu  genç  zamanının  en  güzel
simalarından  birine  sahipti.  Bizi  ziyaret  ettiği  sırada  onu  yanımızda  gördü.  Delikanlının yüzünde favorileri bitmişti. Dedim ki: Ey Ebu Amr! Şu yüzün güzelliğini görüyor musun? o da hemen onunla ilgili şu beyitleri söyledi:

Dediler ki: Zülüf hevanın kanadıdır.
Şekil verilince uçar yuvasından
Öyle değil. Onlardan en iyisi
Benim ya da onun ayıbını kapatandır.
Bir yanağın güzelliği mükemmel olunca
Hayret ki, kılları bitince bu, güzelliğinin sonu olur.

Anlatıldığına göre oğlanların yüzünde iri gözlü hurilere özgü parıltılar vardır. O halde
ey  dayanıklı  nefis!  Yolculuğun  esnasında  efendine  karşı  yerine  getirmekle  yükümlü
olduğun  koyduğu  sınırların  yanında  durmak  ve  haremini  korumak  gibi  hususlardan  gafil olmaktan  sakın.  Çünkü  bunu  yapacak  olursan  bu  haremine  seni  nail  kılacak  nimetini nimetiyle sana bahşedecektir.

 Musa Aleyhisselam'ın Allah ile Buluşma Yolculuğu

Yüce  Allah  şöyle  buyuruyor:  "Velemma  cae  Musa  limikatina  /  Musa  tayin  ettiğimiz

vakitte gelince." (Araf, 143)

Arzu olan bir gün açığa çıkar
Diyar diyara yaklaşınca

Bil  ki,  kul  gerçekten  kul  olduğunda,  ilâhî  efendilik  makamına  karşı  gerekli  edep  ve
hizmeti eksiksiz yerine getirdiğinde, efendinin sırları ve gizli duyguları bildiğini bildiği için de daima  sakınarak  adım  atıp,  nefeslerini  mürakebe  ettiğinde,  kesinlikle  bu  hususlarda
sapmaya  eğilim  göstermediğinde,  donmuş  gibi  kulluk  yerinde  kalır.  Efendisinin
bağışlarından bahşetmesi arzu edilmez. Böyle iken efendisiyle oturması veya konuşması
ya  da  yarenlik  etmesi  olabilir  mi?!  Şu  kadarı  var  ki,  insan  olması  hasebiyle  arzu  kulun fıtratında gizlidir. Ateşin taşta gizli olması gibi.

Ateş  taşlarında gizlidir
Çakmak taşı onu tutuşturmadıkça

Ancak  dışarıdan  zatına  eklemlenen  bir  şeyle  açığa  çıkar.  Aynı  şekilde  efendinin
kuluna sohbet etmeyi veya oturmayı vaat etmesi kulun kaburgaları arasında gizli bulunan
arzuyu harekete geçirir. Efendisinin vadinin gerçekleşeceği anı özlemeye başlar. Vadin ne
zaman gerçekleşeceğini bilmez. Çünkü bu vad bir sınıra veya süreye bağlı değildir. Eğer
bu  vad  bir  vakte  bağlanmışsa  kulun  arzusu  uyanır,  sürenin  sona  ermesinden  dolayı
heyecanlanır. Kul acele etmeye başlar. Nitekim şöyle buyurulmuştur: "Ve ma A'cele-ke an
kavmike  ya  Musa  /  seni  acele  ile  kavminden  ayrılmaya  sevkeden  nedir,  ey  Musa!"
(Taha,83) Musa'nın mazereti vardı. " ve aciltu ileyke rabbi li terda I Ben, memnun olasın
diye sana acele ile geldim." (Taha,84)

Sonra  belirlenmiş  vakitler,  süredirler.  Dolayısıyla  onlar  da  sürülerin  hükmüne
tabidirler.  Sürelerin  hükmünü  ise  şu  ayetten  duymuşsundur:  "Summe  ka-da  ecelen  ve
ecelun musemma indehu / Sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun ka-
tında  muayyen  bir  ecel  vardır."  (Enam,2)  Bir  diğer  ayette  de  şöyle  buyurulmuştur:  "Ve
vaedna Musa selasine leyleten / Musa'ya otuz gece vade verdik." (Araf, 142)    Musa için
belirlenen  vade  budur.  Ardından  şöyle  buyuruluyor:  "Ve  etmemnaha  bi  asrin  fe  teme
mikatu rabbihi erbaine leyleten / Ve ona on gece daha ilave ettik; böylece rabbinin tayin
ettiği vakit kırk geceyi buldu." (Araf, 142) Bu belirlenen vakit, gayb vaktidir. Çünkü gecenin
kapsamındadır.  Çünkü  vade  tayin  edilen iş  de  gaybiydi.  Medluller  her  zaman araçlarına uygun  olmak  durumundadırlar.  Süre  otuz  gece  olarak  belirlenmiş  ve  başlangıçta  kırktan söz  edilmemişti.  Ki  bu  süre  kendisine  uzun  gelmesin  veya  kendi  içinde  kırk  sayısı geçmesin. Çünkü on gecelik dört zaman dilimine tekabül eder.

Bu,  dörtgen  heykelinin  çöküşüne  yönelik  bir  işarettir.  Bu  yüzden  üzüntüsü  gittikçe
büyür  ve  azalmaz.  Kırk  nerede  dört  nerede!  Bil  ki,  heykel  ancak  mürekkep  dörtten  yani kırktan kaim olur. Dörtte ise terkip yoktur, çünkü basittir. Ama kırkın da aslıdır. Aynı şekilde bu heykel de sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık dediğimiz dört basit unsurdan kaim olmamıştır.  Aksine  mürekkep,  dörtlü  dediğimiz  sevda,  safra,  balgam  ve  kandan  kaim olmuştur.  Bunların  her  biri  de,  safra  gibi  sıcaklık  ve  kuruluktan,kan  gibi  sıcaklık  ve yaşlıktan,  sevda  gibi  soğukluk  ve  kuruluktan,  balgam  gibi  soğukluk  ve  yaşlıktan  mürekkeptir. Vade onun nezdinde kırk olarak belirlenmişti; ama işaret ettiğimiz nedenden ötürü otuz olarak zikredildi. Kırktan maksat da bundan veya buna uyan benzerinden başka bir şey  değildir.  Çünkü  vadin  gerçekleşmesinden  sonra  kulun  yanında  kulun  bir  izi  kalmaz.

Eğer  vaat  edilen  sohbetse,  bu  durumda  kul  onun  küllüdür.  Şayet  müşahede  ise  kul,
küllünün  aynıdır.  Zatının  gerektirdiği  hükümden  zail  olur.  kaldı  ki  onu  da  zatı  gerektirir. Ama  kendisi  için  değil.  Çünkü  bundan  önce  bu  makamı  tatmadığı  gibi  bu  hali  de müşahede  etmemişti.  Dolayısıyla  zorunlu  olarak  onun  yanından  uzaklaşır.  Bu  yüzden şöyle denmiştir:

Bana tecelli ettiği zaman her tarafım göz olur 
Bana seslendiğinde her tarafım kulak kesilir

Otuz  geceyi,  yani ilk  vadeyi  tamamlayınca,  vadenin  tamamlandığını  göstermek  için
onu temizlenme şeklinde harekete geçirdi. Böylece misvakla ağzını temizledi. Ve misvak
nedeniyle  vadeyi  tamamladı.  Eğer  vadeyi,  tamamının  bir  cezaya  işaret  edecek  şekilde
olmasını sağlamaksızın tamamlamış olsaydı, Musa (a.s.) üzülürdü ve on geceden sonra
kendisine  başka  bir  vaatte  bulunacağını  sanırdı.  Ama  bunun  için  bir  sebep,  yani  ağzın
temizlenmesini  öngörünce,  o  da  korunmaya  sığındı.  İlâhî  emir  olmaksızın  hiçbir hususta harekete geçmemeye başladı. Öte yandan takdis vaki olunca da kulluğundan çıkmış oldu.

İlâhî huzur ise kuldan başkasını kabul etmez. Kulun Kudüslüğü olmaz çünkü. Bu yüzden
takdis  sıfatı  itibariyle  kendisiyle  çekişen  birinin  huzuruna  girmesi  gayretine  dokundu.
Özellikle ilâhî bir emir olmaksızın. Çünkü aziz olanı izzet sahibi göremez. Onu ancak zelil
olan görür. Çünkü aziz izzet sahibinin kendisine bahşedecek bir şey bulamaz. Aziz olan
kimse  izzet  sahibinin  yanına  girdiğinde  ona  izzetten  başka  bir  şey  bahsedemez,  zaten
girerken  izzet  sahibi  olarak  girmiştir,  yani  kendisine  bahşedilecek  şeye  sahip  olarak
girmiştir. O halde ancak kulluk hakikatlerinin gerektirdiği hususlarla ilgili olarak aziz olanın
huzuruna  girebilir.  Bu  yüzden  vade  on  gece  daha  eklenerek  tamamlanmıştır  ki  istediği
kuddüslük  kendisinden  zail  olsun,  bunların  tümü  ilâhî  sebeplerdir.  Hak  bunları  aleme
yerleştirmiştir  ki  kainattaki  hikmeti  açığa  çıksın.  Vade  tamamlanınca  ve  kul  tamamıyla
vakitlerin  köleliğinden  kurtulunca,  geride  sadece  Allah'a  ait  olan  kul  kalır.  O  zaman  ona verdiği sözü yerine getirir, onunla baş başa kalır ve konuşur. Vad ile ilgili payını eksiksiz
verdikten,  dinlemesini  ve  lafzını  kutsadıktan,  ona  bütünüyle  kulak  olmayı  bahşettiği  gibi bütünüyle  kelam  olmayı  bahşettikten  sonra,  o  dinlediği  sırada  bütünüyle  kulak  kesildiği gibi,  kendisine  dönüp  müracaat  ettiğinde  de  bütünüyle  lisan  kesilir.  Böylece  zevki  ve müşahedeyi tanır. Aynen bütünün bütünü kabul etmesi yani. Ve o, her huzurda ayrı olarak birdir. Bu gaybi, manevi ve zamana bağlı bir yolculuktur. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dilinde şu  şekilde  ifadesini  bulmuştur:  "Kim  kırk  gece  Allah'a  ihlasla  kulluk  ederse  kalbindeki hikmet pınarları dilinden fışkırır." Önce kalbi hikmeti dinler, sonra dili kalbinin dinlediklerini ifade eder. Ama bu yolculuğa çıkan kişinin kavmi arasında yerine bakacak birini bırakması kaçınılmazdır.

Biz yolcuyu anlattık. Sen, ey kardeş! Naibe bak. Ta ki bu meselede bir şekilde senin
de  dahlin  olsun,  tecelli  esnasında  dağların  yolculuğu,  tecelli  edenin  celali  karşısında
yıkılmak,  dağılmak  şeklinde  olur.  Çünkü  dağların  gaybı  müşahede  etmeye  kesinlikle
güçleri yetmez. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Lev enzelna haze'l Kur'ane ale'l
cebeli  lere-eytehu  haşian  mutesaddien  min  haşyetillahi  /  Eğer  biz  bu  Kur'an'ı  bir  dağa
indirseydik,  muhakkak  ki  onu,  Allah  korkusundan  baş  eğerek,  parça  parça  olmuş
görürdün."  (Haşr,21)  Dağın  bu  durumu  nüzul  açısından  söz  konusudur.  Bir  de  dağın,
arada  vasıtaların  kaldırılmasından  sonra  kelamı  dinlemek  durumunda  kaldığını  veya
rüyetin gerçekleştiğini düşünün! Bu bölümü tahkik et, çok ilme tanıklık edersin.

Rıza Yolculuğu

Allah,  Musa  Aleyhisselam'a:  "Ve  ma  a'celeke  an  kavmike  ya  muşa/  Seni  acele  ile

kavminden  ayrılmaya  sevkeden  nedir,  ey  Musa!"  (Taha,83)  diye  buyurunca  o  da  şu
karşılığı vermiştir: "Ve acilte ileyke rabbi li terda / Ben, memnun olasın diye sana acele ile
geldim rabbim." (Taha,84)

Rabbime acele ile geldim Ki, çabuk gelişimden memnun olsun
Ulaştığımızda, kul neden acele etti, dedi.
Ona dedim ki: Cömert vaad bizi getirdi
Sana, fakat vadini doğruladığını görmüyorum
Rahman bana dedi ki: Şartlarını tamamla
Size emredildiği gibi.
Böylece yakınlık da uzaklık da yok oldu.

Aşağıdaki beyitler de bu anlama yöneliktir:

Rıza benim aslımdır
Onun üzerine yaratılmışım
Tek başıma ve benden başkasını göremiyorum
Ondan Ona dönen.

Allah'ın bağışlarının sonu yoktur. Varıldığında tükeneceği bir son sınırı da yoktur. Kul,
Allah'ın kendisine yüklediği sorumlulukları kapasitesi oranında eksiksiz yerine getirdiğinde
ve  hakkıyla  ona  itaat  ettiğinde  sahih  bir  kulluk  etmiş  ve  sabit  olmuş  olur.  İşledikleri
amellerden dolayı Allah bunlardan razı olur, onlar da Allah'tan razı olurlar. Allah'ın katında
bulunan  sınırsız  nimetlerden  kendilerine  bahşettiği  şeylerden  memnun  olurlar.  Allah
onlardan, onlar da Allah'tan razı olurlar. Şu halde rıza Hakkın sıfatlarından biri olduğu gibi
kulların da sıfatlarından biridir. Ama Hakkın rızası Hakka, kulun rızası da kula uygun olarak
belirginleşir. Gerçi kul ilâhî başlamadan müstağni olamaz, bizzat muhtaçtır ve her zaman
varlığının  devamı  ve  sürekliliği  için  Ona  gereksinim  duyar.  Benim  Ondan  hoşnutluğum
Onun benden hoşnutluğunu içinde taşır. Ben vaktimin hekimiyim, varlık benim etrafımda
döner ve bana hizmet eder.

Hikmet sahibi odur ki varlıklar ona hizmet eder 

Çünkü o varlıkları ait oldukları yere koyar. 
Gözü olan her şey kendi suretinde görünür 
Hak onunla karşılaştı da demez. 
Gözüme hakikati görünecek olsa 
Varlığım şüphesiz onun menzilleri olur.

Bil  ki,  insan  halini  bilmediği  zaman  vaktini  de  bilmez.  Vaktini  bilmeyense  nefsini
bilemez.  Nefsini  bilmeyen  rabbini  bilemez.  Çünkü  Resulullah  (s.a.v.)  şöyle  buyurmuştur: "Nefsini bilen Rabbini bilir." Bu da genel bilmek  şeklinde aksini bilmekle olur ya da özeli bilmek  şeklinde  sureti  bilmekle  olur.  Tasavvuf  topluluğunda  esas  alınan  budur.  Ama  biz bunu  benimsemekle  birlikte  geneli  bilmek  bizce  daha  tercihe  şayandır.  Çünkü  bu başlangıçla sonu kapsar ve genel ve özel olarak dönülecek nokta da budur. Bunu bil, bu husustaki durumunla ilgili olarak bir bilgiye ve rabbinin yasasına dayan. Bakarsın senden olan bir şahit seni izler. İnşallah mutluluğun ondan olur. Bu durumda yüce Allah'ın önceden  hakkında güzellik yazdığı kimselerden olursun. Yüce Allah Musa'ya (a.s.) "Ve ma A'celeke an  kavmike  ya  Musa  /  Seni  acele  ile  kavminden  ayrılmaya  sevkeden  nedir,  ey  Musa!" (Taha,83) dediğinde Musa (a.s.) cevabı detaylı olarak verdi. Vereceği cevap "şu şu benim acele etmeme neden oldu" demekti. Ama o açıklamaya gidiyor ve "Hum ulai ala eseri/ İşte onlar  da  benim  pe-şimdeler."  (Taha,  84)  diyor.  Böylece  tabilerinin  hükmüne,  durumuna işaret ediyor. Sonra neden acele ettiğini açıklıyor ve diyor ki: "Ve aciltu ileyke rabbi li terda /  Ben,  memnun  olasın  diye  sana  acele  ile  geldim,  Rabbim!"  (Taha,84)  Sen  beni çağırdığında  çağrına  icabet  etme  hususunda  acele  ettim.  Kavmim  de  peşimden  geliyor.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnna kad fetenna kavmeke min bea'dike / Senden sonra biz,
kavmini imtihan ettik." (Taha,85) Onları denedik. Samiri "haza ilahukum ve ilahu Musa / Bu sizin de, Musa'nın da ilahıdır." (Taha,85) dediği buzağı ile onları saptırdı. Çünkü Samiri,
Musa  (a.s.)  ile  birlikte  yürüyünce  yüce  Allah  onun  gözünü  açtı.  Bunun  neticesinde  arşı
taşıyan  ve  öküz  suretinde  olan  meleği  gördü.  Bunun  Musa  ile  konuşan  ilahı  olduğunu
düşündü. Bunun üzerine onlar için bir Buzağı yaptı. Musa'ya geldiğinde Cebraili de tanımış
ve  nereden  geçerse  orayı  canlandırdığını  görmüştü.  Böylece  Cebrail'in  atının  ayağının
bastığı yerden bir avuç toprak alarak yaptığı Buzağı heykelinin içine attı, Buzağı canlandı
ve  böğürmeye  başladı,  çünkü  yaptığı  heykel  bir  buzağıydı  ve  böğürmek  de  sığırların  çıkardığı  sesti.  İsrail  oğullarına:  Bu,  sizin  ve  Musa'nın  ilahıdır,  dedi.  Samiri,  bu  buzağıya tapanlardan birinin ondan bir şey istediğinde cevap vermediği, onlara bir zarar veya yarar dokunduramadığı gerçeğini unutmuştu. Harun onlara dedi ki: "İnne rabbekumu'r Rahmanu fettebiuni  ve  etiu  emri  /  Sizin  rabbiniz  şüphesiz  çok  merhametli  olna  Allah'tır.  Şu  halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz." (Taha,88) Yüce Allah'ın kitabında, kavmine hitaben söylediğini bize bildirdiği diğer sözleri de onlara söyledi.

Öfke ve Dönüş Yolculuğu

Yüce  Allah  şöyle  buyuruyor:  "ve  lemma  recae  Musa  ila  kavmihi  gadbane  esifa  / Musa, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce." (Taha,90)


Nefsim için nefsime öfkelendim ve bulamadım 
Ondan başkasını. Dedim ki: Suç öndekinindir. 
Hep sevindim ve hep vurdum
Çünkü benden onun içinde pişmanlık sırrı vardı 
Eğer ben hak isem, bu hususta yalnız eğilim. 
Şayet mahluk isem, o zaman öncelikten söz edemem

Kavmine öfkelenmiş, onların davranışlarından dolayı üzülmüştü. Çünkü buzağıyı ilah
edinmişlerdi. Bu tanrı buzağı suretindeydi çünkü Samiri Musa ile beraber yürüyen yetmiş
kişi arasındaydı. Allah bu yürüyüş esnasında gözlerinin önündeki perdeyi kaldırmıştı. O da
neye  baksa  öküz  suretindeki  meleği  görüyordu.  Bu  melek  arşı  taşıyan  dört  melekten biriydi.  Biri  aslan  suretinde,  biri  kartal  suretinde,  biri  öküz  suretinde  ve  biri  de  insan
suretindeydi.  Samiri  öküzü  görünce  onun  Musa  ile  konuşan  ilahi  olduğunu  düşündü.
Bunun üzerine o kavmi için buzağı heykelini yaptı ve bu sizin ve Musa'nın tanrısıdır, dedi.
Heykeli  kavminin  ziynet  eşyalarından  yaptı.  Ki  kalpleri  mallarına  (ziynet  eşyalarına)
bağlansın. Çünkü mal sevgisinin kalpte köklü bir yerinin olduğunu   biliyordu.   Ayrıca   mal  
sevgisinin,  buzağının  kendilerine  zarar  verip  vermediğini  veya  bir  şey  istediklerinde
kendilerine cevap verip vermediğini düşünmelerine de engel olacağını biliyordu.
Harun onlara dedi ki: Ey kavmim! Sorgulandığınız zaman, Allah'ın sizin hakkınızdaki
delili ortaya konmuş olsun diye sınandınız, denendiniz. Sizin rabbiniz rahman olan Allah'tır.
O'nun  size  yönelik  rahmetinin  göstergesi,  O'nun  dışında  bir  tanrı  edinip  taptığınız  halde size mühlet vermesi ve sizi rızıklan-dırmasıdır. Sonra onlara şöyle dedi: Bana tabu olun..
Çünkü kendisine tabi olmaları yine onlar için hayırlı olacağını biliyordu. Benim emirlerime
uyun. Çünkü Musa (a.s.) onu kendi yerine vekil olarak bırakmıştı. Onlarsa: Buna devam
edeceğiz.  Yani  buzağıya  tapmaya  devam  edeceğiz.  Bu  ibadetten  ayrılmayacağız.  Musa
dönünceye  kadar.  Bize  peygamber  olarak  gönderilen  ve  kendisine  iman  etmemizi
emreden  odur.  Bu  bakış  açıları,  Harun'un  (a.s.)  kendilerine  emrettiği  şeye  bakmalarını
engelledi. Musa döndüğü zaman kavminin yaptığını gördü. Bunun üzerine levhaları yere
attı  ve  kardeşinin  saçını  başını  tutup  yolmaya  başladı,  kavmini  uyarmadığı,  gerekli
önlemleri  almadığı  için  ona  verdiği  bir  cezaydı  bu.  Bunun  üzerine  Harun  (a.s.)  ona
annesinin  adıyla  seslendi.  Çünkü  anne  şefkat  ve  merhametin  yeridir.  Dedi  ki:  "Ya'bne
ümme la ta'huz bilihyeti vela bire'si / Ey annemin oğlu! Saçımı sakalımı yolma." (Taha,94)
Kavmin  böyle  bir  tavır  içine  girince,  müdahale  etmem  durumunda  beni  kınamandan  ve "ferrakte  beyne  beni  İsraile  ve  lem  terkub  /  Israiloğullarının  arasına  ayrılık  düşürdün; sözümü tutmadın." (Taha,94) demenden korktum. Yani sana tavsiye ettiğim sözlere uygun davranmadın demenden korktum.

Sonra  Musa  (a.s.)  Samiri'ye  döndü  ve  senin  zorun  neydi?  dedi.  yani  sen  ne
söyleyeceksin?  Ey  Sa-miri!  Samiri  ise,  arşın  taşıyıcılarından  biri  olan  meleği  öküz
suretinde gördüğünü, bunun Musa ile konuşan ilahı olduğunu sandığını anlattı. Devamla
şunları söyledi: Bunun üzerine onlar için Buzağı heykelini yaptım. Ayrıca Cebrail'in geçtiği
yerleri  canlandırdığını  biliyordum.  Çünkü  Cebrail  bir  ruhtur.  Onun  ayak-izinden  bir  avuç toprak aldım. -Cebrail'in ayağının bastığı yeri biliyordu- Bu toprağı buzağının içine attım. Buzağı  böğürmeye  başladı.  Samiri  kendince  tevil  ederek  böyle  bir  tavır  içine  girmişti. Böylece  hem  sapmış,  hem  de  başkalarını  saptırmıştı.  Çünkü  her  tevil  isabetli  olmaz. Ayrıca o, ışık içinde tecelli olgusunu bütün  şeriatların mutlak tenzihle birlikte getirdiklerini de biliyordu.

Musa  (a.s.)  kardeşinin  olay  karşısında  çekingen  davranmasının  gerekçesini  kabul
etti.  "kale  rab-bi'ğfir  li  veli  ahi  ue'dhulna  fi  rahmetike  ve  ente  erha-mu'r  rahimin  /  EY Rabbim,  beni  ve  kardeşimi  bağışla,  bizi  rahmetine  kabul  et.  Zira  sen  merhametlilerin  en merhametlisisinîdedi." (Araf, 151) Buzağıya tapanlara gelince, bunlar kıssanın içeriğinden anlaşılması  muhtemel olabileceği gibi, akli tefekkürün hakkını vermemişlerdir. Hak onları mazur  saymadı.  Çünkü  buzağıya  tapanlar  akıllarını  kullanıp  meseleyi  irdelememişlerdir.

Bu ayetten de anlaşılacağı gibi ilahiyat konularında akli gözlemi esas almak gerekir, ta ki
şeriatın konuyla ilgili hükmü varit oluncaya kadar. İsrail oğullarının uğradığı zillete gelince,
bu gün dahi gözlemlenmektedir. Allah, onlar için bir ilim ikame etmediği gibi, her zaman ve
her  millet  içinde  zelildirler.  Bu,  Allah'a  iftira  atanların  cezasıdır.  Çünkü  şeriatta  varit
olmayan ve akli tefekkür açısından da  ibadet  edilen  ilaha  uygun  olmayan  bir  niteliği
O'na yakıştırmışlardı.

Allah gerçeği söyler ve doğru yola O iletir.

Aile İçin Çalışma Yolculuğu

Alim için güzel çalışmaktan dolayı ulaştım 

Rabbime. Meşguliyetimde bana tecelli etti inayet 
Eğer ailem olmasaydı, Allah'a yakın bir kul olmayacaktım
Efendilik ve erdem ehli de olmayacaktım.
Eğer zorlamasaydım nefsimi varlıklarla uğraşmaktan kaçınmaya, izlemeyecekti
Yolların en doğrusunu. Onun arşının gölgesi altında seçilmişlerden oldum 
Yardımcılar resullerle beraber geldiğinde

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "inni anestu na-ren lealli atikum  minha bikabesin ev
ecidu ala'nnari huden / Eminim ki bir ateş gördüm, belki ondan size bir meşale getiririm
veya ateşin yanında bir rehber bulurum." (Taha.lO) Bak; nübüvvet gücü ne müthiş! Çünkü
o hidayeti bulmuştur. Bundan anlamalısın ki, o gördüğü şeyin kesin ve kaçınılmaz olarak
ateş  olduğunu  söylememiştir.  Her  ateş  alevlendiği  zaman  nurdur.  Nurlar,  yanmaya  ve
tutuşmaya  elverişli  cisimlerde  yakıcı  olurlar  kuşkusuz.  Sahih  bir  rivayette  şöyle  deniyor: "Kulunun  gözü  ondan  bir  şey  idrak  ettiğinde  yüzün  secde  yerleri  yanar."  Secde  yerleri nurdur. Bu rivayette, secde yerinin ışığının gözün gördüğü son noktaya kadar ulaşabildiği haber veriliyor.

Bil ki, bir şeyin farklı yönleri olabilir.. Şöyle olması  durumunda  şöyle  olur ve  böyle 
olması    durumunda  da  böyle  olur.  Yani  bir  durumdaki  hükmü  başka  bir  durumdaki
hükmünden farklı olur. Yani görmesi durumu bilmesi durumudur, bilmesi durumu işitmesi
durumu  gibidir.  Aslında  ondan idrak  edilen  şey  özü  itibariyle  birdir.  Sadece  taalluk  ettiği şeyler  farklıdır.  Dolayısıyla  biz  bir  şey  olması  itibariyle  o  gördüğü,  konuştuğu şeyle işitendir.  Bazı  tartışmacılar  her  hüküm  için  özel  bir  idrak  öngörürler  ve  bunun  başka  bir idrakten farklı olduğunu söylerler, böylece sayısal olarak birden çok idrak söz konusu olur. Biz  bu  kanaatte  değiliz.  Fakat  bu  yaklaşımı  burada  zikrettik  ki,  bizi  dinleyen  biri, katılmazsak  dahi  bu  görüşü  savunan  birilerinin  olduğunu  bildiğimizi  bilsin.  Taallukların farklılaşması,  taalluk  edilen  şeylerin  farklılığından  kaynaklanır,  taalluk  edenin  ayrı  ayrı şeyler olmasından değil.

Öz birdir; ama hüküm farklı
Bunu söyleyen bir topluluk var ve bu yönde bir yaklaşımı savunurlar
Allah, maksatlarının idrak edilmesinden yücedir. 
Kulları ile ilgili. Aksine Allah'ın ayetleri ve ibretli işaretleri vardır
İlah yücedir. Hiçbir akıl Onu idrak edemez.
Şanı yücedir. Hiçbir kul Onu kavrayamaz.
Ancak bizde gerçekleşen suretleri vardır
Hitap bunlarla ilgilidir ve zımnında da suretler var
Kendisine suret isnat edilen bir surete uyar
Her suretin de etrafında bir sur olduğunu görürsün.

Bil  ki,  bütün  iyilik  başkaları  için  çalışmadadır;  aile  de  bu  başkaları  ifadesinin
kapsamındadır. Ailenin şerefi; mensup oldukları kişinin şerefinden gelir. Kur'an ehli ile ilgili
bir hadiste, Kur'an ehlinin Allah ehli ve has yakınları oldukları belirtilir. Allah hakkında ehil
olma  gereği  olarak  çalışanın  ecri  ne  büyük  olur!  Bunu  iyice  anla.  Yüce  Allah'in  Hz.
Muhammed'in  (s.a.v.)  ehlibeytine  gösterdiği  inayeti  şu  ayet-i  kerime  çok  güzel  ifade
etmektedir:  "İnnema  yuridullahu  li  yüzhibe  ankumu'rricse  ehlel'l  beyti  ve  yutahhirekum tathiren / Ey ehlibeyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzab,33)

El-Ferra'ya  bu  ayette  geçen  "rics"  kelimesinin  anlamı  sorulduğunda,  "kader"
anlamında olduğunu söylemiştir. Yüce Allah, Nebi (s.a.v.)in ehlibeytinden günahı gidermek
ve  onları  tertemiz  kılmak  istediğine  göre,  kendi  ehli  ve  has  yakınları  olan  Kur'an  ehline nasıl bir inayet gösterir! Bizi onlardan eyleyen Allah'a hamdolsun. Kur'an ehli olmanın en düşük  derecesi  ondan  birkaç  kelimeyi  ezberlemektir.  Bu  kişi  ezberlediği  kelimelerle ahlaklanır, onları gerçekleştirir, sıfatı haline getirirse, ne ala!

Ebu Medyen'in Fas şehrindeki arkadaşlarından biri olan Ebu Abbas el-Haşşab'la ilgili
şöyle  bir  olay  duydum:  Adamın  biri  elinde  tarikat  kitaplarından  biri  olduğu  halde  Ebu
Abbas'ın huzuruna girer ve kitaptan bir bölüm okur ona. Ebu Abbas sessizce dinler. Adam
şöyle der: Efendim! Niçin bunun hakkında benimle konuşmuyorsun? Ebu Abbas ona: Bana
oku, diye cevap verir. Bu söz adama ağır gelir ve şeyhimiz Ebu Medyen'in yanma gider ve
der  ki:  Efendim!  Ebu  Abbas  el-Haşşab'ın  yanındaydım.  İnceliklerle  ilgili  bir  kitaptan  bazı bölümler ona okudum ki, konu hakkında benimle konuşsun. Ama o, bana: Kitabı bana oku, diye  cevap  verdi.  Şeyh  der  ki:  Ebu  Abbas  doğru  söylemiştir.  Kitap  neden  bahsediyor? Adam: Zühd, takva, tevekkül, işleri Allah'a bırakma ve Allah yolunun gerektirdiği hususları içeriyor, diye cevap verir. Şeyh ona şöyle der: Kitapta Ebu Abbas el-Haşşab'ın hali olacak bir şey var mı kitapta? Adam, hayır, der. Şeyh ona şu karşılığı verir: el-Haşşab'ın halleri bu kitabın içeriğinin tümünden ibaretse ve sen de onun hallerinden öğüt almamışsan, bunları kendine huy edinmemişsen, kitabı ona okumanın ve kitap hakkında seninle konuşmasını istemenin ne faydası var? O ki sana halleriyle sana öğüt vermiş, haliyle sana açıklamada bulunmuş, nasihat etmiştir. Bu cevap karşısında adam utanır ve gider. Bu hikayeyi bana Hacı Abdullah el-Mervezi İşbiliye'de bir cemaat içinde anlattı. Bak, dostum, onların tarikleri ne güzel. Allah bizi onlardan eylesin, onlara katsın. Bu O'nun elindedir ve O'nun gücü buna yeter.

Korku Yolculuğu

Kendimden Ona kaçtım 

Ya da Onun adına Ondan korktum 
nedeni nefsimin bilmemesiydi 
Nereye döneceğini.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "feferertu minkum lemma hiftukum ve vehebe li rabbi
humken  ve  cealeni  mine'l  murselin  /  Sizden  korkunca  hemen  aranızdan  kaçtım.  Sonra
Rabbim  bana  hikmet  bahşetti  ve  beni  resullerden  kıldı."  (Şuara,21)  Bir  diğer  ayette  de
şöyle buyurmuştur: "Feharece minha haifen yeter-akkabu /Korka korka, etrafı gözetleyerek
oradan çıktı."   (Kasas,21)

Üzerimizden bir gün geçmez ki ona ağlamayayım 
Yürüdüğünde ve son yerine vardığında 
Çok şeyler gördüm, hepsi de onun önünde 
Vaktimin hükmüne uyarak gelişmekte ve hüküm onun katında

Korku imam makamlarından biridir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fela tehafuhum
ve  hafuni  in  kuntum  müminin  /  Eğer  iman  etmiş  kimseler  iseniz  onlardan  korkmayın,
benden  korkun."  (Al-i  imran,175)  Yine  melekler  hakkında  şöyle  buyurmuştur:  "Yehafune rabbehum  min  favkihim  ve  yefalune  ma  yu'merun  /  Onlar,  üstlerindeki  Rablerinden  korkarlar  ve  kendilerine  ne  emrolunursa  onu  yaparlar."  (Nur,37)  Meleklerin  fiilleri  korkan  kimselerin  fiilleridir.  Bir  diğer  ayette  yüce  Allah,  övdüğü  bazı  kimseler  hakkında  şöyle buyurmaktadır: "Yehafune yevmen tetekallebu fihi'l kulubu ve'l ebsar / Onlar, kalplerin ve gözlerin  allak  bullak  olduğu  bir  günden  korkarlar."  (Nur,37))  Her  makamın,  gerçekten ulaşılması  durumunda,  kendine  özgü  bir  korkusu  vardır.  Bir  korku  da,  Allah'tan kaynaklanmadığı  sürece  taalluk  edemez,  dolayısıyla  sonradan  olmadır.  Sonradan  olma varlıklarda  var  olan  korkuyu  mutlaka  yüce  Allah  vücuda  getirmiştir.  Bu  yüzden  bizim korkumuz  var  edene  taalluk  eder.  "Eğer  iman  etmiş  kimseler  iseniz  benden  korkun." sözünün anlamı da budur. Böylece korku, imanın bir sonucu olarak gösterilmiştir. Çünkü doğru sözlü Resulünün Allah katından getirdiği ilâhî ilme bağlıdır korku. İmansız bilgi korku vermez. Özellikle alemin Allah tarafından yaratıldığına dair delil ortaya konduktan, Allah'ın her  şeyi  bildiği  ispat  edildikten  sonra.  Şu  halde  alem  Onun  tarafından  en  güzel  şekilde yaratılmak suretiyle bir alemden çıkarılmıştır.

Alemin bozulduğuna dair bir delil yoktur; ama bir durumdan bir duruma, bir menzilden
bir menzile intikal eder. Bu imkansız bir şey değildir. Bu intikalden dolayıdır ki, insanlarda
Allah'a karşı bir korku meydana gelir. Çünkü bu intikalde Allah'ın muradının ne olduğunu
ve  kendilerini  nereye  intikal  ettireceğini,  hangi  sıfatla  ve  hangi  grup  içinde  kendilerini
temayüz ettireceğini bilmez'ler. Mesele kendilerine kapalı olunca korkuları da büyük olur.
meleklerin korkusu ise bir mertebeden aşağı bir mertebeye inince zail olan bir korkudur.
Nitekim  rivayette  belirtildiği üzere  İblis  bütün  mahlukat içinde  Allah'a  en  çok  kulluk  eden biriydi. Hakkında azap sözü tahakkuk ettiği için Allah'a ibadet ederken umduğu mutluluktan  uzaklaşma  ve  kovulma  olayı  onun hakkında  gerçekleşince,  yaratıldığı  aslına,  yani  ateşe geri  döndü.  O  ancak  ateşle azap görür.  Adalete  uygun  hüküm  veren  Allah  münezzehtir.

Allah  erleri  kendilerinin  başkalarıyla  değiştirilmesinden  korkarlar.  Bu  yüzden  her  nefeste Allah ile beraber oldukları hallerini araştırırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve tetevellev  yestebdil  kavmen  gayrekum  summe  la  yekunu  emsalekum  /  Eğer  ondan  yüz çevirirseniz,  yerinize  sizden  başka  bir  toplum  getirir,  artık  onlar  sizin  gibi  de  olmazlar." (Muhammed,38)  Burada  ayete  muhatap  olanların  Allah'ın  emrine  aykırı  hareket  edişleri kast ediliyor. Demek isteniyor ki, onlar sizin gibi emre muhalefet etmezler, aksine Allah'a itaat hususunda daha sağlam bir zemine dayanırlar ve daha güçlü olurlar

Eğer Allah olmasaydı makam bilinmezdi
Arka ve ön de olmazdı

Çünkü biz Allah ile var olduk, Ona çağırıldık ve Ona döndürüldük: "Ela ilellahi tesiru'l umur  /  Dikkat  edin,  bütün  işler  sonunda  Allah'a  döner."  (Şuara,53)  Allah  beni  korku makamına yerleştirince gölgeme bakmaktan korkar oldum, onun beni Allah'tan alıkoyan bir
perde  olmasından  endişe  ediyordum.  Gölge  için  geçerli  olan  bu  durum  her  şey  için  de
geçerlidir.  Çünkü  insan  mutlulukla  müjdelense  bile  dünya  güven  yurdu  değildir.  Dünya
çizgilerin eksik oluş yurdudur. Bunun sebebi de seri yükümlülüktür. Şeriatı koyanın emir ve
nehiy  mahiyetli  hitabından ibaret  olan  yükümlülük  kalkınca,  kul  üzerindeki  arızi  korku  da kalkar.  Geride  kul  için  bir  heybet  kalır.  Onun  korkusu  ilâhî  şuhudun  heybetine  dönüşür.

Şair kavmin huzurunun celâlini tasvir ederken şöyle der:
Sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi donup kalmışlar
Bu bir zulümden korktukları için değil, celâlden duydukları korku nedeniyledir.
Allah bizi heybet ve tazim ehlinden eylesin. Çünkü bu, ilâhî kutsal şuhutlar aracılığıyla
itina  gösterilen  kulun  kalbinin  üzerine  azametin  hakimiyet  kurmasından  doğan  bir
durumdur.  Bil  ki  "hafa"  kelimesi  lügatte  açıklık  demektir.  İmrülkays  şöyle  der:  Onları
gizlendikleri deliklerinden açığa çıkardı Yani Yerbuaları (arap tavşanı) deliklerinden dışarı çıkardı. Çünkü Yerbualar yuvaları için  iki  kapı  açarlar.  Avcı  birinden  yaklaşınca  öbüründen  kaçarlar.  Bu  yuvaya  en-Nafika denir.  Münafık  ismi  de  buradan  gelir.  Çünkü  münafık'ın  iki  yüz  vardır;  bir  yüzüyle müminlere  bakar,  onlarla  beraber  olduğunu  gösterir,  diğer  yüzüyle  kafirlere  bakar  ve onlarla  beraber  olduğunu  gösterir.  Böylece  Araplar  bu  özelliğe  sahip  kimselere  münafık adını  vermişlerdir.  Yüce  Allah  "nfaken  fi'l  ardi  /  yerin  içine...bir  tünel"  (Enam,35)  diyen kimse hakkında diyor ki: Eğer düşmanlar çıktığın taraftan senin peşine düşerlerse, başka bir  tarafa  yönel  ki  onlardan  yana  selamette  olasın.  Eğer  Allah  dileseydi,  elbette  onları hidayet  üzere  toplayıp  birleştirirdi,  böylece  aynı  kapıdan  çıkardınız.  Resulullah  (s.a.v.) zamanında  münafıklar,  müminlere  öyle  bir  yüzle  gelirlerdi  ki,  bununla  onlarla  beraber olduklarını göstermiş olurlardı. Müşriklere de onlarla beraber olduklarını gösteren bir yüzle gelirlerdi ve şöyle derlerdi: "innema nahnu. mustahziun /biz onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara, 14) Buna ilişkin olarak yüce Allah "yeste'ziu bihim I Onlarla istihza eder." (Bakara, 15)  buyurarak,  asıl  kendisinin  onlarla  alay  ettiğini  haber  veriyor.  Allah'ın  onlarla  alay etmesi,  onların  müminler  karşı  sergiledikleri  fiilin  kendisidir,  ama  onlar  bunun  farkında değildirler. Bu, Allah'ın onlara yönelik bir tuzağıdır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:  "Ve  mekeru  mekren  ve  mekerna  mekren  vehum  la  şeş'urun  /  onlar  bir  tuzak kurdular.  Biz de  kendileri  farkında olmadan, onların  planlarını  altüst ettik,onlara  karşı  bir tuzak kurduk." (Nemi,50) Eğer farkında olsalardı bu tuzak olmazdı.

Sakınma Yolculuğu

Aziz vahiy geldi bana ki, geceleyin yola çıkar

Nefsimi ve ailemi; halk ve emir alemine doğru
Ki gerçek ilah olan rabbim hükmetti
Din düşmanının denizin kabaran dalgaları içinde ölmesine.

Yüce Allah bir şahsın sözünü aktararak şöyle buyuruyor: "ve inna lecemiun hazirun /
biz  elbette  uyanık  (sakınan)  bir  cemaatiz."  (Şuara,56)  Sakınma  korkunun  bir  sonucudur. Yüce  Allah  bir  ayette  şöyle  buyurmuştur:  "Huzu  hizrekum  /Tedbirinizi  alın."  (Nisa,  71)  Çünkü  bir  şeyden  sakınıp  tedbirini  alan  kimsenin  aleyhine  olarak  o  şeyden  bir  zarar gelmez.  Kişinin  başına  gelen  felaketlerin  çoğu  emin  olduğu  taraftan  gelir.  Genellikle kendisi açısından emin olduğu taraftan felakete uğrar. O halde akıl sahibi bir kimse, emin kılındığı  taraftan  başka  bir  taraftan  emin  olmamalıdır.  Çünkü  Allah'ın,  önünden  ve arkasından  batıl  bulaşmayan  sözü  doğrudur  ve  Allah  doğruyu  söyler.  Dolayısıyla  bu  bir sakındırmadır.  Kader  de  yaver  gitse  alınan  tedbir  yararlı  olur.  Çünkü  "çok  sakınma kaderden kurtaramaz." denilmiştir. Ama bu sakınmanın kaderin bir parçası olması başka, bu  takdirde  tedbir  ve  sakınma  insanı  felaketten  kurtarır.  Kuşkusuz  biz  bu  gerçeği  gayet açık bir şekilde vurguladık:

Ey sakınmamdan sakınışım!
Keşke sakınmam fayda verseydi.

Çünkü  sakınmanın  en  son  noktası  sakınmaktan  sakınma  içindedir,  onun  dayanak
edinilmesidir.  Allah'ın  bize  yönelik  rahmetinin  bir  göstergesi  bizi  kendisinden
sakındırmasıdır. Sakınmanın bundan daha açığı ve vurgulusu da olmaz. Ulu Allah  şöyle
buyuruyor: "ve yuhazzirukumullahu nefsehu vellahu raufun bi'l ibad: Allah, kendisine karşı
sizi  sakındırıyor.  Allah  kullarına  çok  şefkatlidir."  (Al-i  imran,30)  Bizi  kendisinden
sakındırmış  olması  şefkatinin  bir  ifadesidir.  Çünkü  benzeri  gibisi  olmayan  biri  ancak
bilinmesi hususunda aciz olunmakla bilinir. O da, O  şöyle değildir, böyle değildir demekle
beraber,  Onun  kendisi  için  ispat  ettiği  sıfatları  kabul  etmemizdir.  Bunu  iman  olarak  dile getirmek  durumundayız,  aklımız  veya  gözlemimiz  açısından  değil.  Çünkü  aklımızın
yapabileceği tek şey, Ona dönük şeyleri kabul etmektir. O kendisinden başka ilah olmayan
daima  diridir,  münezzeh  meliktir,  esenlik  verendir,  güven  verendir,  her  şeye egemendir, üstün  iradelidir,  cabbardır,  büyüktür,  görünmeyeni  ve  görüneni  bilendir,  rahmandır, rahimdir, yaratandır, yoktan varedendir, şekil verendir, hüküm ve hikmet sahibidir. O, bu ve  benzeri  ifadelerle  bize  kendisini  tanıtmıştır.  Biz  de  bütün  bunlara,  Onun  bilgisi esasında iman  ediyoruz,  bizim  bunlara  ilişkin  yorumlarımıza  dayalı  olarak  değil.  Çünkü  O'nun benzeri  gibi  hiçbir  şey  yoktur.  O  işitendir,  bilendir,  bir  akıl  veya  görüş  tarafından  kayıtlandırılamaz.  İspat  yoluyla  Ona  dair  bir  bilgi  edinmemizin  tek  yolu,  Onun  kitapları  ve kendisinin mütercimleri konumundaki resulleri aracılığıyla bize ulaştırdığı şeylerdir, bundan başka bir yol yoktur. Bu isimlerle Onun arasındaki münasebet ise bizce bilinmemektedir.

Çünkü herhangi bir şeye ilişkin nispeti bilmek, nispet edileni bilmeye bağlıdır. Bu bağlamda
nispet edilene dair bir bilgi elimizde bulunmamaktadır. Dolayısıyla isimleriyle Onun arasın-
da  var  olan  bu  nispete  dair  bir  bilgimiz  yoktur.  Fikir,  tefekkür  ve  mütefekkir  bu  konuda soğuk demiri dövmekten başka bir iş yapmamaktadır (havanda su dövmektedir.) Allah bizi ve  sizi  akleden  ve  Ondan  bize  ulaşan  ve  nakledilen  bilgiler  sınırında  duran,  ötesine geçmeyen  kimselerden  eylesin.  Bil  ki,  sakınma  yolculuğu  kişiyi  maddi  olandan  makul olana, nimetten azaba, gizlilikten açıklığa, ölümden oluşla kaim ve aleme ilişkin bilgimizin neticesi  olan  hayata  çıkarır.  Bu  da  insani  varoluşu  bilmeyi  doğurur,  cisimliği  itibariyle insanın  nereden  sudur  ettiğini  öğretir.  Geriye  dönük  veya  ufka  doğru  olmayan  doğrusal hareketi bildirir. Eğer bu ikisini de bilirse kuşkusuz tabiiyet itibariyle olur. Ayrıca başkasına karşı artışını ve inceliğini gerektiren her makamı da bilir. Gördüğü ve kendisine gelen her şeyde  bir  basirete  sahip  olur.  Bunda  onun  için  bir  eğlenme  ve  nimet  de  vardır.  Bu makamda  bu  nitelikte  ve  tevarüs  ilmine  dayalı  olarak  durur.  Hangi  durumlarla karşılaşacağını,  neyin  miras  bırakılacağını,  kimden  miras  alınacağını  ve  kimin  varis olacağını bilir. Bu yolculuk sayesinde nurların doğuş yerleri, sır hilallerinin doğduğu yerleri bilir.  Bunun  neticesinde  kendilerini  zatlarından  ve  zatlarıyla  nimetlenmekten  uzaklaştıran sıfatları  idrak  etmekten  sakınırlar.  Ancak  onlar  için  kurtuluşun  bütün  bunların  ardından olması  durumu  başka,  o  zaman  ondan  sakınırlar.  Düşman  çok  kuvetli  olsa  da  Allah'ın yardımıyla onlar galip gelirler. Çünkü Allah'a hiç kimse karşı koyamaz ve hiç kimse Allah'ı mağlup  edemez.  O  üstün  iradelidir,  merhamet  sahibidir.  Bu  sıfat  kulda gerçekleştiğinde, her  işte  Allah  onun  elinden  tutar,  onu  kendisi  için  kurtuluş  olan  şeye  iletir.  Su  üzerinde yürümek,  ruh  ve  beşer  cinsinden  düşmanlardan  kurtulmak,  düşmanları  helak  etmek  gibi harikuladelikler de sergiler. Bu yolculuğun sonunda ebedi mutluluğu getiren ilâhî yakınlığa nail olmak vardır. Bu makamda kişi, onda gerçekleştirdiği yolculuğu esnasında kendisiyle ebedi  mutluluğu  arasına  girdikleri  için  sakındığı  bütün  engellerden  emin  olur.  Şayet yeryüzündeki her şey kendisine hücum etse, o da onlara saldırır ve onları yenilgiye uğratır.

Bu  yolculuk  kendisiyle  nitelenen  sahibine,  sırların  gizliliklerini  keşfetme  kabiliyetini
bahşeder.  Çünkü  nuru  her  türlü  şüpheyi,  cehaleti  yırtar,  her  türlü  çarpıtmayı  ve  yalanı
geçersiz  kılar,  nefis  üzerinde  cesaret,  gözü  peklik  ve  kuvvet  etkisi  bırakır.  Bu  himmetle
öyle işler yapar ki cüssenin büyüklüğü ve sayısal çoklukla bunları yapamazdı. Şu kadarı
var ki bu yolculuğa çıkan kişi yola girdiği ilk anda doğal bir telaş, göğüs sıkışması ve korku
yaşar.  Çünkü  yolun  başında  kendinde  bir  zayıflık  buna  karşılık  bu  makamda  da  bir  güç görür. İşte bu zayıflık ve onunla da kaim olan zillet onda izzet ve kuvvet olarak netice verir.

Zahir ve batın ilmini onun için ortaya çıkarır; artık hiçbir şey ona gizli kalmaz. Bizzat Allah
onun  işlerini  üstlenir;  onu  doğruluğa  çıkarır,  hidayete  iletir.  İlgi  gösterilen  biri  olur.  iyice güvene  kavuşuncaya  kadar  Allah'tan  ona  müjde  gelir.  Derken  tebliğe  dair gerekçeleri artıkça  artar.  Çünkü  korku  engelleyici  ve  korkaklık  alıkoyucudur.  Ne  var  ki, Hak  bu yolculuğu  gerçekleştiren  kişiyi  destekler.  Bu  öyle  bir  destektir  ki,  Onunla bilinir,  Onun aracılığıyla  Ona  yaklaşılır  ve  Ona  meyledilir.  Bunun  olması  kaçınılmazdır.  Hasımlarına karşı bir kanıt, bir güç ve bir açıklık bahşedilir.

Allah gerçeği söyler ve doğru yola o iletir. 
Salat ve selam efendimiz Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine  olsun.
Alemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun. Amin.

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.