İbni Arabi Risaleleri:KİTABU’L İSFAR AN NETAİCİ’L ESFAR
KİTABU’L İSFAR AN NETAİCİ’L ESFAR
SEFERLERİN NETİCELERİNİN AÇIKLAMASI KİTABI
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
Bismillahirrahmanirrahim
Allah'ın salat ve selamı Hz. Muhammed'in ve ehlibeytinin üzerine olsun.
Bilinmezliklerde olan, istiva etme sıfatıyla vasfedilen, arzını yarattıktan sonra göklerini yaratmaya yönelen ulu Allah'a hamdolsun. O Kur'an'ı mübarek bir gece olan Kadir gecesinde sureleri ve ayetleriyle bir bütün olarak dünya semasına indirmiştir. Böylece kafile karışım ve arınma menzillerinde yoluna devam etmiş ve bu övünç vesilesi takdirlerinden biri olmuştur. Efendimiz Hz. Muhammed'i (s.a.v.) bir gece vakti Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya, iki yay kadar yakınlığa veya ondan daha yakın bir konuma götürerek Ona ayetlerinin bir kısmını göstermiştir. Adem'i sınamalarının arzına indirmiştir.
Onu nimetlerinin ve lezzetlerinin yurdu olan cennetinden çıkarmıştır. İdris'i (a.s) varlıklar aleminden yükselterek derecelerinin arasına yüce bir mekana indirmiştir. Nebisi Nuh'u (a.s) dağlar gibi peş peşe gelen dalgalarıyla denizin tufanında kurtuluş gemisiyle taşımıştır. Hidayetinden ve kerametinden dilediğini bahşetmek için dostu İbrahim'i (a.s.) alıp götürmüştür. Yusuf peygamberi (a.s.) babasından ayırıp götürmüş, sonra babasını onun ardından götürerek rüyasında gördüğü en güzel müjdelerinden birini doğrulamıştır.
Lut ve ailesini gece ve vakti yola çıkararak intikam malı azabından kurtarmıştır. Rabb buluşma yerine geldiği için Musa kavminden ayrılma hususunda acele etti. Ateş suretinde bir nur parlattı onun için. Ki bulunduğu yerden ayrılıp kendisine gelsin. Ona ihtiyaçları aracılığıyla seslendi. O da O'na koşarak gitti ve derin bir sevgiyle O'na münacat etmeye başladı. Onun kavminin içinde kaçmak suretiyle çıkardı, daha sonra kerametleri ve risaletiyle onlara geri dönsün diye. Kavmini bir gece vakti yola çıkardı, rububiyet hususunda rabbiyle çekişen tağutlardan biri suda boğulsun diye. Sonra ilminde edeb tavrına aykırı hareket edince, onu kendisine öğretecek birinin peşine gönderdi. Ki bu kişiye katından bir ilim ve rahmetlerinden bir rahmet vermişti.
Sonra onun yolculuğunu sürdürdü ki, Allah'ın kendisine özgü kıldığı takdirleri ve hükümleri teslim etsin. Peygamberi Musa'yı (a.s.) tabutunda taşımıştır ki o ölüm denizinde olup bitenleri anlamayacak durumdaydı.
Kelimelerinden bir kelime olduğu için İsa'yı (a.s.) katına yükseltmiştir. Peygamberi Yunus'u (a.s.) da öfkeli olduğu bir sırada bulunduğu yerden götürdü, ardından balığın karnında karanlıklar içinde onu büyük bir sıkıntıya soktu. Talut'u, aralarında Davud'un (a.s.) da bulunduğu askerlerle üstün kıldı, sınama ırmağıyla onları denesin diye. Böylece sadece bir avuç su almakla yetinenler tesbit edilmiş olsun. Allah'a itaat eden kullar ile O'na isyan eden kullar arasında bir set kurması için Zülkarneyn'e ufukları aşırttı.
Ruhu'l Emini nübüvvetinin ehli olanların kalplerine indirdi. Zatını müşahede etme onuruna erişsin diye güzel sözü salih amel burakının sırtında katına yükseltti. Allah'ın isimleri ve sıfatlarıyla ahlaklanan-ların en hayırlısı olan efendimiz Hz. Muhammed'in üzerine salat ve selam olsun. Ashabından olan ehli beytinin, akrabalarının, eşlerinin, oğullarının ve kızlarının da üzerine olsun.
İmdi... Seferler üçtür, bir dördüncüsü yoktur. Bunları Hak azze ve celle sabit kılmıştır. Bir O'ndan başlar, biri O'na gider, Biri O'nda sürer. O'nun içindeki sefer, çöllerde ve hayretler içindeki bir seferdir.
O'nun yanından yolculuğa çıkan kimsenin kazancı, bulduğu şeydir. Budur onun kârı. O'nun içinde yolculuğa çıkanın tek kazancı kendi nefsidir. İlki iki yolculuğun hedefi vardır, oraya ulaşırlar ve yüklerini indirirler. Çöllerde çıkılan yolculuğun ise hedefi yoktur. Yolcuların izlediği iki yol vardır. Biri karada, biri de denizdedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Huvellezi yuseyyirukumfi'l berri ve'l bahri / Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur." (Yunus,22)
Burada bir nükte var. Şöyle ki: Yüce Allah'ın karayı denizden önce zikretmesinin ve ona öncelik vermeyi önemsemesinin tek nedeni, karada yolculuk yapmaya güç yetiren, imkan bulan kimsenin ancak zorunluluk hallerinde denizde yolculuğa çıkacağının bilinmesini istemesidir. Ömer b. Hattab (r.a), eğer " Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur." Ayeti olmasaydı deniz yolculuğuna çıkan kimseyi kırbaçlayarak cezalandırırdım, demiştir. Eğer bu ayette yolculuğu terk etmeye işaret eden bu ayet olmasaydı "inne fi zalike le ay atin li külli sabbarin şekur / Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." (Lokman,31) ayeti yeterli olurdu. Ardından diyoruz ki: Bu üç yolculuğun her birinde kişi mutlaka bir tehlike ile karşı karşıyadır. Ancak İsra yolculuğunda olduğu gibi taşınması başka. Şu halde O'nunla yolculuğa çıkan herkes kurtulmuştur. O'nunla yolculuk etmeksizin yola çıkan herkes de bir tehlike ile yüz yüzedir. Öte yandan varlığın başlangıcı harekete dayalı olduğu için Onda hareketsizliğin, sakinliğin olmasına da imkan yoktur. Çünkü dursa aslına, yani yokluğa geri döner. Dolayısıyla gerek yüceler aleminde gerek aşağı alemde durmayan ebedi bir yolculuk vardır. İlâhî hakikatler de sabah
akşam süren bir yolculuk halindedir. Kur'an'dan anlaşıldığı kadarıyla benzeme ve denklik söz konusu olmaksızın rabbani iniş dünya semasına, istiva da semaya yönelik olmuştur.
Yukarı aleme gelince, felekler içindekilerle birlikte daima dönüş halindedirler ve hiç durmazlar. Şayet dururlarsa kainat bozulur, alem tamamlanır ve son bulur. Gezegenlerin, yıldızların feleklerde yüzmeleri onlar için yolculuk konumundadır, "ve'l kamere kad-darnahi menazile / Ay için de bir takım menziller tayin ettik." (Yasin,39) Dört erkanın (erkan-i Erbaa, su, hava, ateş, toprak dediğimiz dört unsur, anasır-ı Erbaa) hareketleri, her nefiste her an meydana gelen değişim ve dönüşümler suretindeki ürünlerin hareketleri, fikirlerin övülen ve yerilen hususlardaki seferleri, nefes alıp veren varlıklardaki nefeslerin seferleri, gözlerin görülen şeyler alanında uyanıkken ve uykuda çıktığı seferler, ibret almak maksadıyla bir alemden başka bir aleme geçişi... bütün bunlar, her akıl sahibinin kabul edeceği gibi yolculukturlar. Bazılarına göre cisimler alemi, Allah'ın yarattığı andan beri sürekli bir iniş halindedir ve halen sonu olmayan bir boşluktadır. Senin karşına bir menzil çıkıp belirince, onunla ilgili olarak, işte gaye budur, deriz. Oysa bu menzilde önünde başka yollar açılır. Bununla donanır ve döner gidersin. Dolayısıyla gördüğün hiçbir menzil yoktur ki bu benim gayemdir, demen mümkün olmasın. Ama o menzile kavuştuğunda çok geçmeden oradan göçersin. Babanın ve annenin içinde kan olarak oluşuncaya kadar kaç mahlukat evrelerini geçtin, kim bilir? Sonra bilerek veya bilmeyerek senin ortaya çıkman için annen ve baban birleştiler de sen meniye intikal ettin. Sonra bu suretten embriyoya dönüştün. Sonra bir çiğnem et haline geldin ve derken kemik oldun, sonra bu kemiğe et giydirildi. Ardından başka bir yaratılışla yaratıldın. Sonra dünyaya çıkarıldın. Böylece çocukluğa adım attın, çocukluktan delikanlılığa, delikanlılıktan gençliğe, gençlikten erişkinliğe, erişkinlikten yaşlılığa, yaşlılıktan ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan da ömrün en aşağı mertebesi olan kocamışlığa intikal ettin. Oradan da berzah alemine geçtin. Berzahtan haşre intikal ettin. Haşirden bir yolculuk ihdas edildi ve oradan sırat köprüsüne vardın.
Artık ya cennete ya da hakketmişse cehenneme gidersin. Eğer cehennemi hakketmemişsen oradan cennete, cennetten dümdüz tepeye yolculuk edeceksin. Durmadan cennet ile dümdüz tepe arasında gidip geleceksin. Cehennemde ise yükselişle alçalış arasında yolculuk edilecektir. Ateşe konmuş kazanda kaynayan et parçaları gibi. "Kullema nadicet culuduhum beddelna-hum culuden gayreha li yezuku'l azabe / onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar." (Nisa,56) Kesinlikle durmak yok. Aksine dünyada gece ve gündüz devamlı hareket vardır. Gece ve gündüz bir birini takip ederken, fikirler, haller ve şekiller de birbirini takip eder, ilâhî hakikatlerin birbirini takip etmesi de bunlara dayalı olarak gerçekleşir; bazen ilâhî Rahim ismine, bazen Tevvab ismine, bazen Gaffar ismine, bazen Rezzak ismine, bazen Vahhab ismine, bazen Müntakim ismine, ilahi huzurun bütün isimlerine inerler. Bunlar, beraberlerinde taşıdıkları bağış, rızık, intikam, tevbe, mağfiret ve rahmet anlamları itibariyle sana da inerler. Senin onlara nüzulün talep şeklinde, onların sana nüzulü bağış şeklinde gerçekleşir. Durum böyle olunca kul tefekkürüne döner ve hazırlanmakla yükümlü tutulduğu yolculuğu, -Ki bunda yani, hazırlanmada mutluluğu vardır- yani tümü de kendisi için meşru kılman O'na yolculuk etme, O'nda yolculuk etme ve O'nun yanından yolculuk etme ile hazırlanmakla yükümlü tutulmadığı yeryüzünde mubah şeyler için sefere çıkma, malı çoğaltmak maksadıyla ticaret etme ve bunun zorluklarına katlanmak üzere sefere çıkma, ya da-bir açıdan yükümlü tutulduğu, bir açıdan da yükümlü tutulmadığı, sadece hayat öyle gerektirdiği için gerçekleştirdiği nefsinin giriş çıkışı şeklindeki sefer gibi yolculukları birbirinden ayırmaya bakar. Yüce Allah'tan akıbet ve afiyetin güzelini diliyoruz.
Sonra O'nun yanından yolculuğa çıkanlar üç kısma ayrılırlar: Kovulmuş yolcu; İblis ve tüm müşrikler gibi. Kovulmamış, ama utanç verici yolculuğa çıkanlar; bütün günahkarlar gibi. Çünkü muhalefet etmişken huzurda durmaya devam edemezler. Utanma duygusu onları kaplar. Seçilmişlik, gözdelik yolculuğu. O'nun katından kullara gönderilen resullerin, arif varislerin müşahededen mülk, tedbir, kanun ve siyasetle nefisler alemine geri dönmeleri şeklindeki yolculukları gibi.
Aynı şekilde O'na yolculuk edenler de üç kısma ayrılırlar: O'na ortak koşan, O'nu somutlaştıran, bir varlığı O'na benzeten, O'na denk bilen ve O'nun kendini tenzih ettiği şeyleri O'na nispet eden kimse. Ki yüce Allah kendisiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Leyse ke mislihi şey'un / O'nun benzeri gibi bir şey yoktur." (Şura, 11) İşte bu yolcu bir perdeye ulaşır ki, O'nu rahmetten ebediyen göremez. Bir yolcu da O'nu kendisine yaraşmayan her şeyden tenzih eder, hatta kitabında yer alan müteşabih ifadeleri dahi imkansız görür. Sonra bu tenzihinin ardından "Allah kitabında yer verdiği bu nitelemenin anlamını herkesten daha iyi bilir" der. Sonra bu kimse şirk ve salt benzetme dışında hep muhalefet içinde yaşar. Bu kimse perdeye ve ebedi azaba değil itaba ulaşır. Bu kimseyi, kapıda bekleyen şefaatçiler karşılar ve onu en iyi menzilde ağırlarlar. Ama gerekli saygıyı göstermemiş olması nedeniyle onu azarlarlar. Bir yolcu da masum ve korunmuştur. Bu yolculuğu ünsiyet ve naz bürümüştür. İnsanlar korkarken bu yolculuğu gerçekleştirenler korkmazlar, insanlar üzülürken onlar üzülmezler. Çünkü korku ve üzüntüden intikal etmişlerdir. Bir şeyden intikal edenin bir daha ona düşmesi, onda karar kılması
imkansızdır. "La yahzunuhumu'lfezau'l ekberu ve telekkahumu'l mela-iketu haza yevmukumu'llezi kuntum tuedun / en büyük dehşet dahi onları tasalandırmaz. Melekler kendilerini şöyle karşılar: İşte bu size vaat edilmiş olan gününüzdür." (Enbiya, 103) Bu ahirette kendileri için hazırlanan müjdedir. Onlar bu hedefe varmak için yolculuk
etmektedirler.
Bu amaç için yolculuk edenler iki gruptur. Bir grup bu amaca yönelik olarak fikirleri ve akıllarıyla yolculuk ederler. Bu yüzden yolu yitirmeleri kaçınılmazdır. Çünkü iddialarına göre fikirlerinden başka kendilerine yol gösterecek bir rehber yoktur. Bunlar filozoflar ve onların yolunu izleyen kimselerdir. Bir grup da bu amaca yönelik olarak yolculuğa çıkarılmışlardır. Bunlar da Resuller ve Nebilerdir. Muhakkik Velilerden seçilmişler de bu grupta yer alırlar. Ki Sehl b. Abdullah, Ebu Yezid, Ferkad es-Sebhi, Cüneyd b. Muhammed, Hasan el-Basri ve halk arasında bilinen ve günümüze kadar örneklerine rastlanan sufiler bu kapsama girerler. Ancak bu gün, bu bakımdan geçmiş zamana benzemiyor. Bunun nedeni bu günün ahiret yurduna yakınlığıdır. Günümüzde keşif artmıştır. Ruhların levhaları daha fazla görünür, daha çok zahir hale gelmiştir. Bu yüzden günümüzün ehli daha çabuk keşfe ulaşıyor, daha çok müşahede edebiliyor, marifetinin kapsamı daha geniş olabiliyor, ulaştığı hakikatler daha mükemmel ve geçmiş zamanda yaşayanlara göre daha az amel ediyorlar. Geçmiştekiler daha çok amel ederken, bu gün bizim ulaştığımız düzeyden daha az fetihlere nail olabiliyorlardı. Çünkü onlar sahabe zamanını baz alırsak uzaktılar.
Sahabeler Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve ruhların Ona inişini nefes alıp verir gibi müşahede edebiliyorlardı. Aralarında bazıları bundan nurla-nıyorlardı ki bunların da sayısı alabildiğine azdı. Ebu Bekir es-Sıddık, Ömer b. Hattab ve Ali b. Ebu Talib (r.a) gibi. O halde geçmişte amel ağır basarken zamanımızda ilim ağır basmaktadır. Bu durum İsa'nın (a.s.) nüzulü zamanına doğru artış göstermektedir ve o vakit daha da artacaktır. Bu gün bizim kıldığımız bir rekat namaz, eski zamanlarda bir adamın bütün ömrünü kaplayan bir ibadete eşdeğerdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) onlardan amel eden birine şöyle buyurmuştur: "Onlardan amel eden birine sizden amel eden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır." Ne güzel ifade ve ne latif bir işaret! Bunu konuyu zihinlere yaklaştırmak için bir örnek olarak zikrettik. Zamanın yaklaştığını ve berzah hükmünün devreye girmek üzere olduğunu vurgulamak için anlattık. Hz. Peygamberin (s.a.v.) şu sözünü duymadınız mı: " Uyluk kemiği ve kırbacının püskülü ailesinin yaptıklarını haber vermek maksadıyla kişiyle konuşmadıkça kıyamet kopmaz. Hatta ağaç, arkamda Yahudi var, onu öldür, der." Bütün
bunlar dünyada olacaktır. Bu, ebedi hayat yurdu olan ahire-tin iyice belirginleşmesinden başka nedir! O halde ilim birdir ve yaygınlaşmıştır, bu yüzden taşıyıcılar gerektirmektedir.
Dolayısıyla ilmin taşıyıcıları salih oluşları itibariyle çoğaldıkça, Salihlerin ilmi de onlar arasında paylaştırılır. Bu yüzden önceki nesiller arasında az olmuştur. İlimden kendisinde bir şey olanın üzerinde de bu ilim zuhur etmemiştir. Çünkü kendisi ilme galip olmuştur. Yine ilmin taşıyıcıları içlerindeki genel fesatla birlikte az oldukça, içlerinde salih olanlar için geniş bir ilim hasıl olmuştur. Çünkü bütün müfsitlerin payı olan ilim onda toplanmıştır. Dolayısıyla ilmin varisi o olmuştur. Bu yüzden sonraki kuşaklar arasında ilim, fetih ve keşif artmıştır. Sonraki kuşaklar içinde ilimden bir şeye sahip olan kimsenin üzerinde ilim zuhur etmiştir, çünkü çok olan ilim kendisine galip gelmiştir. Her kese ilim bahşeden Allah münezzehtir. Bütün bunlara rağmen sonradan gelen öncekinin mizanında değerlendirilir.
Bu yüzden onu izlemesi, onu örnek alması kaçınılmazdır. Ama ağırlık, yani amel açısından, Allah'ı bilme açısından değil. Çünkü Allah'ı bilmenin bir mizanının olması zorunludur. "Ve zalike fadlullahi yu'tihi men yeşau vellahu zu'lfadli'l azim / İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadid,21) Biz inşallah bu kısa değerlendirme kapsamında bilgi ve somut gözlem olarak vakıf olduğumuz bazı yolculukları anlatacağız. BunlarNebilerin (a.s.) çıktıkları yolculuklardır. Bunlara ilaveten geride kalan yolculuklar kapsamında ilâhî seferleri ve anlamların seferlerini de açıklayacağız. Çünkü yüce Allah aziz Kur'an'da türlü mahlukatın bir çok yolculuğundan söz etmiştir. Biz ise bunların sadece bir kısmını anlatmakla yetineceğiz.
Bunlardan biri: Buluttan Rahman isminin teslim aldığı istiva arşına yönelik
Rabbani yolculuktur:
Rivayet edilir ki, bazı adamlar Resulullah'a (s.a.v.) sormuşlar: "Rabbimiz mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?"-veya buna benzer bir ifade kullanmışlar-Resulullah (s'.a.v.) da onlara şu cevabı vermiştir: "Üstünde ve altında hava olmayan bir bulut içindeydi." İfadenin orijinalinde geçen "ma" edatı yukarıdaki tercümede esas aldığımız gibi "nafiye=olumsuzluk" edatı olabildiği gibi "ellezi" anlamında ismi mevsul de olabilir. Bu takdirde hadisin anlamı şöyle olur: Üstünde ve altında hava olan bir bulut içindeydi."
Bil ki, bu uluhiyet perdesıdir ve büyük bir engeldir; kevnin uluhiyete bitişmesine, uluhiyetin de kevne ulaşmasına engel olur, burada zati sınırları kast ediyorum. Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilen sahih bir hadiste yer alan Allah taalanın şu sözü de bu bulutla ilintilidir: "Mümin kulumun canını almakta tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir işte tereddüt etmem. O ölmek istemez, ben de onu üzmek istemem. Ama benimle buluşması kaçınılmazdır." Bir ayette de şöyle buyurmuştur: " Ma yubeddelu'l kavle ledeyye / "Benim huzurumda söz değiştirilmez." (Kaf,29) Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "Ve cae rabbuke ve'l meleku saffen saffa / Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman." (Fecir,22) "Hel yenzurune illa en ye'tiyehumullahu fi zulelin mine'l ğemami / Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın (...) gelmesini mi beklerler?" (Bakara,210) Burada hüküm ve hesap günü kast ediliyor. Bunun gibi kaynaklarda yer alan bir çok rivayet vardır. Bunlar, uluhiyet tarafının kevne ulaşmak istediği durumla ilgili ifadelerdir.
Bu hususta kevnin uluhiyete ulaşmak istediği durumları anlatan ifadelere gelince, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Sana yönelik övgüleri sayamam." "ya da hususen gaybının bilgisinin kapsamına aldığın..." Hz. Ebubekir es-Sıddık'm (r.a.) şu sözü de buna örnek oluşturmaktadır: "İdraki idrak etmekten aciz olmak idraktir." Varlığı çevreleyen ve kutsal taht olan arş olarak ifade edilen kevnin dairesi var edilince, bu tahtın bir melikinin olması kaçınılmazdır. Melik var etmeyi ister. Var etmeyi ortaya çıkaran da zorunlu olarak ilâhî varlığın cömertliğidir. O halde bu fasılda rahmanlığın hakim olması zorunludur. Böylece Rahman ismi ilâhî rah-manlığa yaraşır bulut perdeleri içinde arşa istiva etti, ki bu rabbani bulutun bir türüdür. Rabbani buluttan arşa istivaya yönelik rahmani yolculuk cömertlikten kaynaklanan bir varlıktır. Arştan başkası ise arşa istiva edenden, yani Rahman isminden kaynaklanarak var olmuşlardır. Ki rahmeti zorunlu olarak kendisinden kaynaklanan her şeyi kapsamıştır. Bu Rahman ismi sefere çıkınca kevn ile ilintili bütün isimler de sefere çıktı. Çünkü bu isimler kevnin dağıtıcıları, bekçileri ve emirleri konumundadırlar: Rezzak, Muğis (yardım eden), Muhyi (hayat veren), Mümit (öldüren) ed-Darr (zarar veren), en-Nafi (fayda veren) ve özellikle tüm fiil isimler gibi. Çünkü bir isim ancak bir fiil aracılığıyla biliniyorsa o fiil isimdir ve de Rahman ismiyle birlikte yolculuğa çıkan isimlerden biridir. Bir isim de herhangi bir fiilden bilinmiyorsa, kesinlikle bu yolculukta bir katkısı yoktur. Fiil isimlerin dışında marifet alanında onların fikirleriyle bir yolculuğa çıkmak isterse, arş küresinden çıkar. Ki bu ayrı ve kopuk olmayan bir çıkıştır. Kutsal ilâhî tarafa taalluk etmeyi istedi. Bunun neticesinde bir korunun içine düştü. Burası bulut perdeleridir. Bunun içinde adım attı. Ne var ki, vasıl olan kimse, herhangi bir marifete kavuştuğunda ilâhî Bu-rakların kendisi için parlaması kaçınılmazdır. Bu yüzden Hz. Ebubekir es-Sıddık bu olayı idrak olarak nitelendirirken doğru sözlü Peygamber (s.a.v.) de "sana yönelik övgüleri sayamıyorum" buyurmak suretiyle nitelemiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) sayılmayacak kadar çok olan övgüleri bizzat gözlemlemiştir. Ancak bunlar meçhul övgüyü kabul edecek niteliktedir. O da sana yönelik övgüler sayılmaz, demekle ifade edilmektedir. Çünkü hayret, zorunlu olarak bunu gerektirmektedir. Fikir sahipleri bulut içindedirler. Keşif sahipleri bulut içindedirler. Herkes bulut içindedir. Çünkü kül bulut içindedir. Kül de kül suretindedir. Bu yolculuğun ruhu ve anlamı tenzihten teşbih sidresine yönelik bir yolculuk olmasıdır. Maksat muhataplara meseleyi anlatmaktır. Bu da gözlerinin karanlık bulutlar içinde olmasına bir örnek oluşturmaktadır.
Yaratma ve Emir Yolculuğu.Diğer adıyla İbda Yolculuğu
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Summe's teva ile's semai ve hiye du.ha.nun fe kale leha ve li'l ar-di'itiya taven ev kerhen. Kaleta eteyna taiin. Fe kada-hunne seb'a semevatinfi yevmeyni ve evhafi külli semain emreha. Ve zeyenne's semae'd dünya bi mesabi-he ve hifzen. Zalike takdiru'l azizi'l alim / Sonra duman halinde olan göğe yöneldi; ona ve yerküreye : isteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. ikisi de: isteyerek geldik, dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, aziz, alim Allah'ın takdiridir." (Fussilet, 11-12) Bu ayırma ve bu bitiştirme Allah'ın takdiridir. "Evelem yerellezine keferu enne's sema-vati ve'l arde kaneta retkan ffeteknahuma / İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı görüp düşünmediler mi?" (Enbiya,30) Yukarıda sunduğumuz ilk ayette yerin yaratılmasının ardından "sümme=sonra" edatı kullanılmıştır. Bu da genellikle ikinci hususun ilk husustan bir süre sonra olduğunu ifade eder. Bu mühletten maksat da yerin yaratılışını, vakitlerinin eyyamu'ş şe'n=şe'n günlerinden dört gün şeklinde belirlenen vakitlerinin takdir edilmesini kapsayan zamandır. Bu günlerin ikisi onun kendi içindeki şe'niyle ve zatıyla ilgiliyken, bir günü zuhuruyla ve görünmesiyle, bir günü ise batın yönleriyle ve gaybıyla ilintilidir. İki gün ise içine yerleştirilen görünür görünmez gıdalarla ilintilidir.
Sonra kutsal istiva gerçekleşmiştir ki maksat olan da budur. Yani göklerin yarılıp ayrılmasına yönelinmiştir. Bunları şe'n günlerinden iki günde yedi gök olarak takdir edince her göğe kendi işini vahyet-ti. Her birine varlıkların ihtiyaç duyduğu hususiyetleri, terkip, tahlil, değişim, dönüşüm, devirlere ve tavırlara göre halden hale geçiş gibi olguları yerleştirdi. Göklere yerleştirilen ilâhî emir kapsamına girer bu husus: "ve evha fi külli semain emreha / Ve her göğe görevini vahyetti." (Fussilet, 12) Sebeplilik özelliğine sahip ruhani görevlerini ilham etti. Bunlar da feleklere özgü hareketlerle belirginleştiler. Söz konusu harekette ve bu felekte bulunan emir uyarınca oluş rükünler doğrultusunda zuhur etsin diye. Gökleri bitişikliğinden ayırınca, dönmeye başladı, özü ve cismi itibariyle de şeffaftı. Ki ötesinde bulunan şeyleri gizleyen bir perde olmasın. Bunun neticesinde biz de sekizinci felekte bulunan yıldız lambalarını gözlerimizle görebildik. Nitekim bunlara baktığımızda dünya semasında olduklarını tahayyül ederiz. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "ue zeyyen-na's semae'd dünya bi mesabihe / Ve biz, yakın semayı (dünya
semasını) kandillerle donattık." (Fussilet, 12) Bir şeyin herhangi bir şey için süs olması, mutlaka onun içinde bulunmasını gerektirmez. "Koruduk." ifadesine gelince, bununla, esir küresinde göklerde kulak hırsızlığı yapan şeytanların taşlanması olayı kast ediliyor. Yüce Allah, şeytanları ısrarla takip eden alev kütleleri yaratmıştır. Bunlar kuyruklu yıldızlardır.
Göz havayı deler geçer de dünya semasına varıncaya kadar seyreder. Ve ötesini görebileceği bir çatlak bulamaz da ümitsizce umduğunu bulamamış olarak geri döner. Yani çatlak aramaktan yorgun düşer ve maksadına erişemez. Bu yedi gökten her birinde yüzen bir yıldız yaratmıştır. Buna şöyle işaret edilmektedir: " Kullun fi felekin yes-behun / Her biri bir yörüngede yüzmektedirler."
(Enbiya,33) Felekler, yüzen yıldızların hareketlerinden meydana gelmişlerdir, gökler değil. Yedi yüzen yıldızın hareketi sekizinci felekteki kandilleri gösterir. Biz dünya semasını süsledik. Çünkü gözler, bu kandileri ancak orada görebilir. Bu nedenle hitap insanların görmelerinin kapasitesi bas alınarak gerçekleştirilmiştir. Bu yüzden "Zeyyenna's simae'd dünya bi mesabihe / Yakın semayı kandillerle donattık." (Fussilet,12) buyurulmuştur. Bu kandilleri yakın semada (dünya semasında) yarattık, denilmemiştir. Süsün, süslenenin içinde olması kaçınılmaz bir şart değildir. Örneğin piyadeler ve atlılar sultanın süsleridir; ama bunlar sultanın zatı ile kaim değildirler. İnsan bünyesi kemale erip, şekilleri düzgün bir şekilde belirginleşince, yüce nefha aracılğıyla ilâhî yöneliş, yedi felek içinde dördüncü feleğin hareketiyle gerçekleşir. İnsan adı verilen bu müsemma da şeklinin kemale ermesi, düzgün olması hasebiyle, başkasının kabul edemediği ilâhî sırrı kabul eder. bununla onun için iki makam hasıl olur; suret makamı ve hilafet makamı.
Beden arzı kemale erip içinde vakitleri takdir edilince, canlı veya bitki olması gibi özel kuvvetleri, cazibe, hazım, tutma, itme, büyüme ve beslenme gücü gibi özellikleri hasıl olunca, deri, et, iç yağı, ter, sinir, kas ve kemik gibi yedi tabakası ayrılınca, içine sirayet eden ilâhî sır ona istiva etmiştir. Ruh nefha-sı içine üflenerek bedenden ulvi aleme yüceltilmiştir. Bunlar duman gibi yükselen buharlardır. Böylece insanda yedi gök de ayrılıp ortaya çıkarılmıştır. Dünya seması, ki bu insanda burundan yukarı geriye basık alın kısmıdır. Burayı yıldız ve kandillerle süslemiştir, bunlar da gözlerdir. Sonra hayal seması, fikir seması, akıl seması, anma seması, ezber seması ve vehim seması gelir. Her göğe işini vahyetmiştir. Bundan maksat da duyuya yerleştirilen olguları idrak etme hassasıdır.
Biz, bilmemize rağmen, ihtilaflı olduğu için konunun keyfiyetine girmeyeceğiz. Çünkü bilmek, alemdeki ihtilafları ortadan kaldırmaz. Hayalde imkansız tahayüller bulunur. Akılda da akledilenler. Aynı şekilde her semada tür olarak kendisine benzeyen şeyler bulunur. Çünkü her semanın ehli ondan yaratılmıştır. Her semanın ehli mekanlarının mizacına uygun mizaca sahiptirler. Bu yedi semanın her birinde, göklerde yüzen yıldıza tekabül edecek şekilde yüzen bir yıldız yaratılmıştır ve buna sıfat adı verilir. Bunlar hayat, işitme, görme, kudret, irade, ilim ve konuşmadır. Her biri adı konulmuş bir süreye kadar yüzer durur. Bir kuvvet, özel olara yaratılış gayesi kılınan şeyden başkasını idrak edemez. Örneğin göz, görülebilen nesnelerden başkasını göremez, bundan ötesini görmeye kalksa umutsuzca yorgun düşerek geri döner. Çünkü içine nüfuz edeceği, delip geçeceği bir çatlak bulamaz.
Akıl bütün bunları ispat eder. insanın içindeki felekî hareketler buna şahitlik eder. Bütün bunlar aziz, alim Allah'ın takdiri ile olur. Kuşkusuz bu bir yolculuktur; kendisine hayat vereni açıklayıcı, kendisine hayat veren mevlasınm münezzehliğine delalet edici bir yolculuk. Sonucu da ulvi alemin zuhur etmesidir. Çünkü sefere sefer denilmesinin sebebi adamların huylarını açıklayıcı mahiyette olmasıdır. (Yolculuk anlamına gelen "sefer" kelimesi ile açıklama anlamına gelen "isfar" kelimesi aynı kökten türemiştir-mütercim-) Yani yolculuk (sefer), insanın sahip olduğu yerilmeyi ve de övülmeyi gerektiren tüm huylarını ortaya çıkarır. Kadın yüzündeki burkayı (peçe) çıkarıp güzelliğini veya çirkinliğini gösterdiği zaman "sefereti'l mer'etu. an vechiha" denir. Yüce Allah Araplara hitaben şöyle buyuruyor: "Ve's subhi iza esfere: Ağarmakta olan sabaha andol-sun..." (Müddesir,34) Yani görülen hususiyetlerini gözlere gösterdiği zaman. Şair şöyle der:
Leylâ'nın yanına geldiğimde yüzünü kapatırdı
Fakat sabahleyin yüzünü açtığını gördüğümde şaşırdım.
Şöyle ki: Arap geleneğine göre bir kadın arkasında kötülük olduğunun bilinmesini istediği zaman yüzünü açardı. Bu şair de sevgilisinin yanına gitmek için gizli bir yol buluyor. Kadının kavmi bunu fark ediyor. Kadın da kavminin onu fark ettiğini anlıyor. Adamı görünce hemen yüzünü açıyor. Böylece adam kötü bir şeylerin olduğunu anlıyor ve sevgilisi adına endişeye kapılarak geri dönüp gidiyor. Giderken de şunları söylüyor:
Fakat sabah vakti yüzünü açtığını gördüğümde şaşırdım..
Rabbimizin indirdiği hükümler de kadınların bu şekilde yüzlerini açmaları yer almaz
çünkü.
Buna ilişkin bir çok örnek vermek mümkündür. Yer verdiğimiz bu örnekler konuyu iyice açmayı gerektirmeyecek açıklıktadır. "Vellahu yekulu'l hakke ve huve yehdi's sebil /
Allah gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir." (Ahzab,4)
Aziz Kur'an'ın Yolculuğu
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnna enzelnahu fi leyletil'l kadr / Biz onu Kadir Gecesi indirdik." (Kadir, 1) Bu ayetle başlayan Kadir suresinin tamamı bu anlamı vurgulamaktadır. "İnna enzelnahu fi leyletin mubareketin / Biz onu mübarek bir gecede indirdik." (Duhan,3) ayetinde de bu anlama işaret edilmektedir. İşaret edilen bu indirme, uyarı mahiyetli bir indirmedir. "Biz onu indirdik." derken aziz Kur'an'm Kadir gecesinde indirildiği kast ediliyor.
Tefsir alimleri nakle dayanarak Kur'an'ın bir kerede dünya semasına indiğini, sonra oradan bölümler halinde Hz. Peygamberin (s.a.v.) kalbine nazil olduğunu söylemektedirler. Hiç kuşkusuz bu, Kur'an gizli açık dillerde tilavet edildikçe sürecek ebedi bir yolculuktur. Kadir gecesi de, kul açısından saflaşıp arındığı sürece hakikati üzere bakidir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "fiha yufreku kullu emrin hakim / Her hikmetli işe o gecede hükmedilir." (Duhan,4) Aynı şekilde yüce Allah nefiste de her hikmetli işi yaratmış, hükmetmiştir; ona her iki anlamda günahlarını ve takvasını ilham etmiştir. Bu itibarla insanın kalbi, Kur'an'ın bir kerede nazil olduğu dünya seması konumundadır. Oradan muhataplara göre bölümlere ayrılmıştır. Onda gözün payına düşen, kulağın payına düşen gibi değildir. Kur'an senin kalbine bir kerede topluca nazil olmuştur, dediğimizde onu ezberleyip hıfzetmeni kast etmiyoruz. Bizim kast ettiğimiz ruhanî ve manevî bir husustur.
Kur'an sendedir, fakat sen onu bilmiyorsun, demek istiyorum. Çünkü Kur'an bir semaya nazil olduğu zaman, onun nassının ezberlenmiş olması şart değildir. Sonra kalbinden sana, yine senden bölümler halinde nazil olur; üzerindeki perden kalktığı oranda. Ben bunu, yolun başında iken kendimde gözledim. Bunu batı Endülüsteki yücelikler ehli şeyhim Ebu'l Abbas el-Ureyni'de de gördüm. Bizim tarikatımıza mensup bir cemaatten de duydum ki, Kur'an'ı veya bazı ayetlerini bir hocanın bildiğimiz eğitim yöntemleriyle öğretmesi söz konusu olmaksızın ezberliyorlar. Sonra Arapça bilmedikleri halde Kur'an, mushaftaki orijinal dili olan Arapça ile kendileriyle konuşuyor.... Bize Ebu Yezid Bestami'den rivayet edildi ki Ebu Musa ed-Deybeli şöyle nakletmiştir: O, bildiğimiz yöntemlerle birinin telkin etmesi söz konusu olmaksızın Kur'an'ı ezberledikten sonra öldü...
Kur'an'ın kulların kalplerine inmekte olduğuna gelince; bir arazın iki ayrı zamanda birden olamayacağına delil vardır. Yine bir arazın bir mahalden diğerine intikal edemeyeceğine ilişkin de delil vardır. Yani Zeyd'in ezberlemesi Amr'a intikal etmez. Kulak, bir kimsenin bir ayeti kendisine telkin ettiğini duyduğunda, Allah o ayeti onun kalbine indirir ve onu ezberler. Eğer kalp bundan gafil ise, telkin eden, fiilini tekrarlar, inzal da tekrarlanır.
Dolayısıyla Kur'an ebedi surette nüzul halindedir. Bu bakımdan bir insan, Allah Kur'an'ı bana indirdi, dese yalan söylemiş olmaz. Çünkü Kur'an, durmaksızın kendisini ezberleyenlerin kalplerinde yolculuk yapmaktadır.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) Cebrail'in kendisine Kur'an' indirdiği sırada vahiy işlemi tamamlamadan okumaya başlamasına gelince, bu, onun (s.a.v.) keşfinin gücünün göstergesidir. O, Cebrail'in getirdiğini keşfediyordu, hemen okumaya başlıyordu, vahiy işlemi tamamlanmadan acele ile dilini kıpırdatıyordu. Tıpkı senin kalbinde bir düşünce geçtiğinde keşif ehli olan birinin onu keşfederek düşünceni sana söylemesi gibi. İnsanların büyük bir kısmı nezdinde bu durum inkar edilecek bir şey değildir. Hz. Peygamberin (s.a.v.) konu ise buna daha layıktır. Ancak Rabbi Onu terbiye etmişti ve terbiyesini de güzel yapmıştı. Bu yüzden şöyle buyuruyor: "vela te'cal bi'l Kur'ani min kalbi en yukda ileyke vahyehu / Sana onun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'anı okumakta acele etme." (Taha,114) Burada yüce Allah, Hz. Peygamberin (s.a.v.) Cebrail'den edep edinmesini emrediyor. Çünkü Cebrail, Ona salih amelle güzel sözü öğreten öğretmenidir.
Fasıl
Küllî insan hakikati itibariyle aziz Kur'andır. Onu nefsinin huzurundan birleyeninin
huzuruna indirmiştir. Bu da mübarek gecedir. Çünkü gayptir. Dünya seması ise en
korunaklı izzet hicabıdır ve ona en yakın semadır. Sonra orada bir ayırıcı var ederek ilâhî
hakikatlere uygun olarak bölümler halinde indirir. Böylece ona değişik hükümlerini verir.
İnsan bundan dolayı bilir. Rabbinden kalbine bölümler halinde iner durur. Ta ki orada birleşinceye ve perdeyi geride bırakıncaya kadar. Derken mekandan ve oluştan sıyrılır, gaipten kaybolur. Şu halde indirilen Kur'an Haktır. Nitekim yüce Allah onu hak olarak isimlendirmiştir. Her hakkın da bir hakikati vardır. Kur'an'm hakikati ise insandır. Nitekim Hz. Aişe'ye (r.a.) Hz. Peygamberin (s.a.v.) ahlakı sorulduğunda "onun ahlakı Kur'an'dı." cevabını vermiştir. Alimler, Hz. Aişe (r.) bu sözüyle "ve inneke leala hulukin azim I Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin." (Kalem,4} Ayetini kast etmiştir. Bu yolculuğu gerçekleştir, sonunda övgüyü hakkedersin.
Rivayet Yolculuğu / Allah taala ve ibret alma
Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Subhanellezi esra bi abdihi leylen mine'l
mescidi'l harami ile'l mescidi'l aksa'l lezi barekna havlehu li nuriyehu min ayatina / Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir." (İsra, 1)
Kulunu bir gece vakti kendisine götüren münezzehtir
Gizlediği ayetlerini görsün diye
Gaybında hazır oluşu gibi ve sarhoşluğu gibi
Ayıklığında. Ve de ispatında silinişi gibi...
Görürsün; onu ki sırları kendisinden oluşur
Dilerse onu engellemekte, dilerse bahşetmektedir.
Cömertliğinden açıkladıklarını ortadan kaldırmaktadır
Varlığıyla ve şekillerinden uzaklaştırıp yitirmekte.
Sahip ve hükümran efendi münezzehtir
Zatı, nitelikleri ve sıfatlarıyla.
Yukarıda örnek verdiğimiz ayette yüce Allah, işaret ettiği İsra yolculuğunu kendisinin
münezzeh oluşuna dair "subhane" ifadesiyle birlikte zikrediyor. Böylece bir vehim sahibinin
hayalinde canlanabilecek bir tasavvuru veya teşbih ve tecsim ehlinin Hak hakkında ileri sürdükleri yön, sınır ve mekan gibi algılamaları olumsuzluyor. Bu yüzden "kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye" buyuruyor. Burada Hz. Muhammed'i (s.a.v.) yolculuğa götürülen, bu yolculuğun rabbinin katından kendisine bahşedilen ilâhî bir bağış ve inayet olduğunu bilen olarak nitelendiriyor. Bu olay önceden kendisi için takdir edilmiştir ki, bunun sırrı aklına gelmediği gibi kalbinde de geçmemiştir. Olayın gece vakti olmasını da dilemiştir ki, Onun sevgi makamına özgü kılınmışlığı gerçekleşsin. Çünkü Allah, Onu dost ve sevgili edinmiştir. İsra kelimesi arap dilinde gündüz değil yalnızca gece yolculuğu anlamında kullanıldığı halde "gece" kelimesiyle tekit edilmiştir, bu hususta belirecek kuşkular bertaraf edilsin. Ta ki bazı kimseler onun ruh olarak geceleyin yolculuğa çıkarıldığını düşünmesinler. Yine bununla isra fiilinin gündüz vakti de olabileceğine inanan insanların bu düşünceleri de giderilmiş oluyor. Çünkü Kur'an Arapça nazil olmasına rağmen Arapça bilen bilmeyen bütün insanlara hitap etmektedir. Sevenler için en güzel zaman gecedir, çünkü gece onları bir araya getirir. Gece vakti sevgiliyle yalnız kalınır. Öte yandan gece vaktinin seçilmiş olmasının bir nedeni de Arapların bilmediği ve geleneklerinde de aşina olmadıkları ilâhî ayetlerin ilâhî nurlarla gösterilmesinin istenmesidir. Çünkü göz herhangi bir nesneyi özel olarak kendi ışığıyla göremez. Ancak karanlık ve aydınlık ile görebilir. Aydınlık eşyayı açığa çıkarır. Ancak aydınlığın da gözün ışığına galip gelmemesi gerekir. Eğer ışık gözün ışığına galip gelirse, göz için karanlıktan farksız olur, hiçbir şey göremez. Çünkü göz koyu karanlıkta karanlıktan başka bir şey göremez. O halde göz, mutedil bir ışıkla görür. Bu ışığın ortaya çıkardığı nesneleri algılar.
Ayetlerin görülmesi için göğe gündüz vakti çıkıldığını duyduğu zaman bir dinleyici, bu,
kendisi için bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü bu kendisi açısından malum olan bir
şeydir. Bu yüzden miraç gece vakti gerçekleşmiştir.
Ayette "gece" kelimesinin zikredilmesinin bir nedeni de isra/miracın peygamberin
(s.a.v.) mübarek bedeniyle gerçekleştiğinin vurgulanmasıdır. Çünkü "esra" (gece yolculuğu) ifadesi, kulun haline ilişkin bir açıklama bağlamında ayrıca gece sözünün
zikredilmesine ihtiyaç bırakmaz. Nitekim şair şöyle demiştir:
Ey Mudar'dan seçilmişe gidenler!
Siz bedenleri ziyaret ettiniz, biz ise ruhları ziyaret ettik.
"Kulunu..." ifadesinin başına "ba" harfi cerrinin getirilmiş olması, Allah ehli
muhakkiklere göre iki gerekçeye dayanmaktadır. Birincisi, zillet demek olan kulluk ile cer
ve kesra harfi arasındaki münasebettir. Çünkü her zelil kırıktır. Sonra kul kelimesini "huve"
zamirine izafe etmiştir. Bundan Hakka ait zahir bir isim belirmez. Ancak nakıs isimler belirir
ki onlar da ancak sıla (bağlaç-ismi mevsul)) ve ait (zamirin dönük olduğu isim) belirir, "huve" zamirinin dönük olduğu ifade müzmerdir. Müzmer ise hiç şüphesiz gaiptir. "Huve" zamiri burada müzmerdir. Yani gayp içinde gayptir. Gaybın gaybı der gibi, O O'dur denilmiş sanki. Bu da isra'nın şerefine işaret etmektedir.
Mescid-i Haram'ın ve Mescid-i Aksa'nm zikredilmiş olması da böyle bir anlamı
vurgulamaya yöneliktir. Kul kavramı bağlamında yaptığımız açıklamalarla örtüşmektedir bu
iki mescidin zikredilmiş olması. Buradaki cer harfi "ba"dır. Mescid ise, insanın secde ettiği
yer anlamında ismi mekandır. Secde kulluktur. Haram kavramı yasak ve engel ifade eder.
yani bu da kulluğu gerektirir. El-Aksa kelimesi uzaklık anlamını gerektirir. Kulluk rablık niteliklerinden en uzak olma halidir. Bu iki olguyu zikretmekle yüce Allah Peygamberi (s.a.v.) için en mükemmel şerefi seçmiştir. Yani yaratılmış bir varlığın sahip olabileceği en yüksek bir sıfatı zikretmiştir. Bu da kulluktan ve ona benzeyen cer harfleri ve Haram ve Aksa mescitleri gibi şeylerden başkası değildir. Yine peygamberi (s.a.v.) şereflendirdiği hususlardan biri de tam marifeti sağlayan bu küllî kulluk karşısında, kendisini kayıtlandıracak bir ismini zikretmemiştir. Çünkü burada zikredilen kulluk, tesir nitelikli ilâhî isimlerden herhangi biriyle kayıtlandırılmayı gerektirir mahiyette değildir. Aksine yükseklik ve tenzih bakımından denk bir uluhiyeti ister. Çünkü kul varlığın tümünden yükseldiği, ikrama nail olduğu zaman kulluğu ilâhî rabbani siyadet sıfatlarından arınır. Bu da kulluğun tenzihidir. Ama rububiyet sıfatlarıyla vasıflanırsa teşbih söz konusu olur. Teşbih ise onun helak olması demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Zuk inneke ente'l azizu'l kerim / Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin!" (Duhan,49)
Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Yetbaullahu ala külli kalbin
mutekebbirin cabbar / Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler." (Mümin,35)
Aynı şekilde uluhiyet, kul ile ilgili olarak mahlukatm varlığını gerektiren bir isimle kinaye mahiyetinde zikredildiğinde, bu, söz konusu isimlere muhatap olan kul için yücelik ve yükseklik ifade etmez. Çünkü bunlarda kulluğun gerektirdiği esere muhtaç olmaya benzer bir mahiyet bulunur. Dolayısıyla bu isra'da kulluğun bütün yönlerinin hakkı bulunduğu gibi, kula nispet edilen bu tamlığm gerektirdiği oranda uluhiyetin de eksiksiz hakkı bulunmaktadır. Bu yüzden "huve" zamiri kullanılmış, O Odur, anlamı ön plana çıkarılmıştır ki bunun anlamı gaybin gaybidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) kulluğundan sözünü ettiğimiz makama gelince, onu zikrettiğimiz gaybin gaybına İsra yoluyla götürdüler. Orada olan da hakkın makamını bir ve fert olarak müşahede eder. Çünkü sevgi kıskançlığı gerektirir.
Artık kul için bir etki kalmaz. Çünkü kul güç yetirendir ve üzerinde bir engel ve yasak da
yoktur. Orada kesinlikle sözünü ettiğimiz bu "huve" isminden başkası da zuhur etmez.
Vahiy gerçekleşince de yarenlik etmek şeklinde gerçekleşmiştir, çünkü gece vakti vuku bu-
lan bir olaydır. Konuşma meclislerinin en yücesi müsemere, yarenlik etme şeklinde
cereyan edenidir. Çünkü halvet içinde halvettir, naz, yakınlık ve seçkinlik mekanıdır. Orada
gördüğü ayetlere gelince bunların bazısı ufuklarda (dış alemde), bazısı da enfüste (iç
alemde}dir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Senurihim ayatina fi'l afaki ve fi enfusihim / İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz."
(Fussilet,53) Kabe kav-seyn ufuklardaki ayetlerdendir. Kulun efendisi karşısındaki makamı
bu ayeti gerçekleştirmiştir. "Ed-na=daha yakın" makamı ise; muhabbet ve "huve"ya has olma makamıdır, "fe evha ila abdihi ma evha / Allah kuluna vahyini bildirdi." (Zariyat,21) Bu ayet yarenlik makamıdır. O, Odur. Gaybin gaybidirin ifadesidir. Bunu şu ayet desteklemektedir: "Ma kezebe'l fuadu ma rea / Gördüğünü kalbi yalanlamadı." (Necnı,10) Ayette geçen "fuad" kalbin kalbidir. Kalbin görmesi gibi fuad'ın da görmesi vardır. Kalbin görmesi, başkasını hakka tercih edip ona yaklaşmak suretiyle haktan çıktığı zaman, kör olur. "Ve lakin ta'ma'l kulubu'l etifi's sudur / Lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur." (Necm.ll) Ama "Fuad" kör olmaz. Çünkü kevni tanımaz ve efendisinden başkasına da taalluk etmez. Efendisine taalluk edişi de ancak gaybin gaybi oluşu, yani O Odur, itibariyledir. Çünkü makamlar ve mertebelerla münasebeti bunu gerektirmektedir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ma kezebe'l fuadu ma rea / Gördüğünü gönlü yalanlamadı." (Hac,46) Çünkü göz çok kere yanılır. Gerçi bu söyleyeni için bir cehalet göstergesidir. Çünkü hükmeden hata eder, duyuların idrak ettiği değil. Dolayısıyla göz bir şeyi olduğundan farklı gördüğü için hata eder diyen kimseyi arkadaşı yalanlar ve bu sıfatı ondan nefyeder. Çünkü yalan teşbih ve çokluk aleminde geçerlidir. Burada ise kesinlikle teşbih yoktur. Burada kul her açıdan kuldur ve kullukta tamamen münezzehtir. O'nun O'su olan gaybin gaybi de öyle. Kendi nefsinde, iç dünyasında gördüğü ayetlere gelince, bu da fuad dediğimiz kalbin kalbinin aynı için gaybin gaybinin içinde kulluğun kulluğu ile O'nun O'suna benzer olmasıdır. Hiç kimse de bunu görmüş değildir. Ufuklardaki ayetler ise Hz. Peygamberin (s.a.v.) zikrettiği ve yıldızlarda, göklerde, yüksek miraçlarda, aşağı perdelerde gördüğü hadiseler, kalemlerin tasarrufu, istiva edilmiş arş, Allah'ın sidretu'l münteha'ya bürüdüğü şeylerdir. Bütün bunlar kula özgü kılınan bu makamın etrafındadır.
Kul, bu makamda gaybin gaybinin içinde ikame edilmiştir. Nitekim buna şöyle işaret
edilmiştir: "ellezi barekna havlehu / Çevresini mübarek kıldığımız." (İsra,l) Ancak makamın
bereketinden ayrıntılı olarak söz edilmemiştir. Çünkü tasvirin ötesinde bir şeydir. Benzerlik,
teşbih yoktur da ondan. İzzetinden dolayı İnsanların kapılıp götürüldükleri bir makamdır burası. Mescid-i Haram ise Mescidi Aksa'ya göre cehennemin yanında cennet konumundadır. "Cennetin etrafı zorluklarla, istenmeyen şeylerle çevrilidir." "evelem yerev enna caelna haramen aminen ve yutahattafu'n nasu min havlihim / Çevresinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim Mekke'yi güven içinde kutsî bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebut/67) "Cehennemin etrafı cazibeli, insanın canının çektiği şehvetlerle çevrilidir." "İle'l mescidi'l aksaellezi barekna havlehu /Çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya..." (İsra, 1) Dışın içi, için de dışı vardır. Bu yolculuk, sözünü ettğimiz gaybin gaybinin müşahede edilmesiyle sonuçlanır. Bu makamla ilgili konuşmak uzun zaman alır. O halde dizginleri çekiyoruz ve yukarıda yer verdiğimiz işaretlerle yetiniyoruz. Allah gerçeği söyler ve doğru yola O iletir.
İmtihan yolculuğu
Göründüğü kadarıyla Yukarıdan aşağıya ve yakınlıktan uzaklığa düşüş yolculuğu. Bir
önceki yolculuğun zıddı gibi görünmesine rağmen, aynı güçte olmamakla birlikte o
yolculukta olanlar bu yolculukta da vardır.
Yüce Allah, Adem ve Havva'ya ve ikisiyle birlikte inenlere hitaben şöyle buyurmuştur:
"Kul nahbitu minha cemian / Dedik ki: Hepiniz cennetten inin!" (Bakara,38) İlk babanın ruhaniler arasındaki yolculuğundan söz etmiştik. O Adem'in ve alemin babasıdır. O Hz. Muhammed'in (s.a.v.) hakikati ve ruhudur. Şimdi de cismanî babanın yolculuğundan söz edelim. O Muhammed'in (s.a.v.) ve özellikle bütün Ademoğullarının babasıdır. Adem oğullarının her biri bu açıdan arkadaşının hem babası hem de oğludur. Bil ki-Aüah bizi ve seni muvaffak etsin- yüce Allah bir işi yapmak istediği zaman, anlayanı için ona bazı alametlerle işaret eder. Bu da o şeyin var edilmesine yönelir. Bunlara varlığın öncülleri adı verilir ki şuur ehli olanlar bunları fark ederler. Bu olay çok kere maddi alemde varlık bünyesinde ortaya çıktığında uğursuzluk addedilir. Özellikle bir yerde ona uygun olmayan bir şey zuhur ettiğinde. Çünkü insanlar zuhur eden şeye uygun bir şeyin zuhur etmesinden korkarlar. Bu ise Araplar nezdinde uğursuzluk ve fal olarak isimlendirilir. Meydana gelen olay nefsin benimsediği, hoşnut olduğu bir şeyse buna uğur adı verilirken, nefsin hoşlanmadığı bir şey olduğunda ise uğursuzluk olarak nitelendirilir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.) bir şeyi uğun saymayı severdi. Bunu derken güzel sözü kast ediyoruz, uğursuzluktan da hoşlanmazdı. Yani bir şeyin uğursuzluk olarak kabul edilmesini sevmezdi. Araplar nezdinde uğur iyi, uğursuzluk ise kötüydü. " ve neb-lukum bi'l Hayri ue'ş şerri fitneten / Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz." (Enbiya, 35) Her şeyin faili sadece Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de yüce Allah'ın icra ettiği kaderin bir yansımasının uğursuzluk olarak nitelendirilmesinden hoşlanmazdı. Çünkü kaderin gereği olarak gerçekleşmiş bir şeyden hoşlanmamak uluhiyete karşı saygısızlık anlamına gelir.
Takdirin gereği olarak gerçekleşen şeylerden insanın amacına uygun olmayanları hamd
ile, teslimiyet ve rıza ile, boyun eğmek ile karşılamak en iyisidir. Allah'ın indirdiği felakete
göre savdığının daha büyük olduğunu görmek lazımdır. Bu gibi durumlarda Ömer b.Hattab
(r.a) şöyle derdi: Allah başıma ne zaman bir musibet indirmişse, mutlaka bunda Allah'ın bana yönelik üç nimetinin olduğunu görmüşü m dür. Birincisi bunun dinimle ilgili olmaması, ikincisi, bu felaketin gerçekleşmesi, ama daha büyüğünün gerçekleşmemiş olması, üçüncüsü, bundan dolayı bana ecir verilecek olması ve günahlarımın silinmesi."
Bulunduğu huzura ve yüce Allah'ın kendisine verdiği musibeti algılayışına bakın! Allah
ondan razı olsun.
İş bu şekilde cereyan ettiği için onu adet ve tecrübe yoluyla bildik. Ama Adem'in
öncesinde uygulanan bir adet, bu hususla ilgili yaşanmış bir tecrübe yoktu. Bu yüzden Hz.
Adem (a.s.) olayı algılayamadı. Allah'ın bir ağacın meyvesini ona yasaklaması gibi. Oysa
cennetin konumu yasak gerektirmiyordu. Orada istediğini yiyor ve dilediği yerde
barınıyordu. Yasağı gerektirmeyen bir yerde böyle bir yasak gerçekleşince, bu etkinin
hakikatinin ortaya çıkmasının zorunlu olduğunu, onun genişlik ve rahatlık aleminden darlık
ve yükümlülük alemine indirileceğini anladık. Eğer Adem (a.s.) bunu bilseydi, cennette
kaldığı süre içinde huzurlu olamazdı. Adem'in kendine nispet ettiği nitelikler arasında
"rabberıa zalemna enfuse-na/ Rabbimiz, biz kendimize zulmettik." (Araf,23) ayetinde
geçen "zulüm" de yer alıyor. Çünkü senin, açıklık ve serbestlik yurdunda yasak ve engele
yönelik işaretini algılamamıştı. Bu yüzden nehyedildi, icabi emre muhatap kılınmadı. Bir kere sulbünde muhalif evlatlarını ve itaatkar evlatlarını birlikte taşıyordu. Muhalif
evlatlarının hareketlerinin etkisiyle o aykırı hareketi sergiledi. Fakat muhalif evladını
süblbünden çıkardıktan sonra, Adem'in (a.s.) rabbi-ne karşı geldiğine dair herhangi bir bilgi
ulaşmamıştır bize. Öte yandan "ve asa ademu rabbehu / Adem rabbine asi oldu."
(Taha,282) buyurularak asi olarak sadece Adem'den söz ediliyor. Oysa yasak her ikisine
yönelikti ve yasak fiili de ikisi birden işlemişti. Bunun nedeni eşinin Adem'in bir parçası olmasıdır. Sanki orada sadece o varmış gibi. Ayrıca Adem Havva'ya göre yasağı
hatırlamaya daha yakındır, ama unutmuştur. Kadın erkeğe göre daha unutkandır. Nitekim
şahitlikte iki kadın bir erkek hükmünde kabul edilmiştir, çünkü yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "fein lem lekuna reculeyni fe reculun ue'mreetani mim-men terdavne mine'ş
şuhedai en tedille ihdahuma fe-tuçekkire ihdahuma'l uhra / Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile-biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için-iki kadın olsun." (Bakara,282) Çünkü kadın erkeğin yarısıdır. İki kadın ise iki yarı eder. İki yarı tam bir oluş demektir. Dolayısıyla iki kadın bir erkektir. Kadının yaratılışı eksik, gelişimi eğridir. Çünkü kaburgadan yaratılmıştır. Bu yüzden ifadeden çıkarılmış, zikredilmemiştir.
Buna karşılık Adem (a.s.), Havva ile ilgili olarak anlattıklarımızın tam aksi bir mahiyete sa-
hip olduğu için, zikredilmiştir. Adem'in (a.s.) unutmasının kaynağı, yüce Allah'ın ona haber
verdiği İblis'in düşmanlığıydı. Adem (a.s.) bir kimsenin Allah'a yalan yere yemin edeceğini
düşünemiyordu. İblis, kendilerine söylediği şeylerde amacının onlara nasihat etmek
olduğunu Allah'a yemin ederek söyleyince onlar yasaklanmış ağacın meyvesini yediler.
Burada, bir mesele ile ilgili nass olduğunda içtihada yer olmadığına yönelik bir uyarı vardır.
Ayrıca İblis'in Havva'ya düşman olması, onun için bir mutluluk müjdesidir. Çünkü Havva Şeytanın hizbinden olsaydı, İblis ona düşman olmazdı. Yergi kesbin suretiyle ilintilidir, kesbeden faille değil. Eğer yergi kesbedene yönelik olsaydı, biz günahkarlara buğzederdik.
Biz onların günahlarından ikrah ediyoruz. Masiyet, yani Allah'a isyan etme her zaman ikrah
edilen bir şeydir. Aynı şekilde günah işlenmesinin aracı olan sebebden de ikrah etmeyiz.
Çünkü bu sebebin haramlığı nes-hedilebilir, helale dönüşebilir. Bu takdirde kerahet de
ortadan kalkar. Eğer ikrah sebebe bizzat kendisi için söz konusu olsaydı, her zaman ikrah
edilen bir şey olurdu. Şu halde yerginin bir şeye taalluk etmesi çok ince, gizli ve izafi,
neredeyse sabit olmayan bir olgudan kaynaklanır. Aynı durum, harad, Övgü için de
geçerlidir. Bu noktayı iyi anla. Mutezile ekolü bu meseledeki sırrı anlamıştır. Eşariler de farkına varmışlardır. Çok ince ve güzel bir sırdır bu. Bu mesele üzerinde iyi bir tahkik gerçekleştirirsen, mutezilenin vardığı sonuca sen de varırsın.
Biz meselemize dönelim. Diyoruz ki: Adem ve Havva'dan bu tavır sadır olunca,
yeryüzüne indirildiler. Bu zahiren Allah katından başlayan bir yolculuktur. Yine İblis için de
O'nun katından başlayan bir yolculuktur. İblis bu yolculuğunda kendisine daimi mutsuzluk
olarak yansıyacak hakimiyet ve rahatla karşılaşmış, Adem ise, kendisine mutluluk olarak
yansıyacak zorluk, yorgunluk ve yükümlülük ile karşılaşmıştır. Adem'in çıktığı bu
yolculuğun İlletlerinden biri, nefsinin şehvetinden kulluğunun marifetine yolculuk etmesidir.
Çünkü cennet salt şehvetlerin (insanın şehvetle arzu ettiği şeylerin) yeridir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Lekıımfiha ma teştehi enfusukum /Orada sizin için canlarınızın
çektiği her şey var." (Fussilet,31) Dünyada Adem'in giysisi ikmal edilir. Çünkü cennette tek
bir giysisi vardı. Ama takva giysisisin tadını bilmiyordu. Cennet takva yeri değildir,
bütünüyle nimet yurdudur. Takva, sakınılması gereken şeylerin varlığını gerektirir. Bu
yüzden cennette takva olmaz.
Adem'de (a.s.) takva elbisesi yoktu. Bu arada yasaklama gündeme geldi. Fakat o
sakmcağı şey hakkında herhangi bir bilgiye sahip değildi. Takva şu dünya yurdunun ve
cennet dışındaki yurtların sıfatıydı. Adem (a.s.) cennetten indirilince, üzerine yaratılış sırrı
elbisesi ve takva elbisesi indirildi. Ardından bazı şeyler yasaklandı, bazı şeyler emredildi
ve yükümlü tutuldu. Bundan sonra bu elbisenin koruyuculuğuna muhalefet etmek gibi bir
durum onun hakkında tasavvur edilmez oldu. Böylece onun şu dünya yurduna inişi,
yaratılışının ve mertebesinin tamamlanış süreci olarak belirginleşti. Ardından cennete
yolculuk etmesi de mertebesinin ve nefsinin kemalinin göstergesi olmuştur. Dünya
tamamlanma, ahiret kemal bulma yurdudur. Kemalden sonra ulaşılacak bir maksat yoktur.
Aslında ahiret yurdundan öte bir yurt da yoktur. Adem (a.s.) bu yolculuğunda, yükümlülük
cihetiyle kesbi bilgilerle donanmaya başladı, ki bunları yükümlülük olmadan elde etmesine
imkan yoktu. Çünkü dünya kul için tamamlanma, fikri bilgilerle donanma yurdudur ve
bunları ancak dünya verebilir. Cennet hayatı ise bütünüyle keşiftir. Bir kimse tedbir, tafsil,
güzel, daha güzel, daha evla, daha yakışır gibi marifetleri ve tertip marifetini başlangıçta
edinir. Bunun gerçekleşmesi ise ancak dünya ile mümkündür. Çünkü dünya hayatı
yoğundur. Keşfi engelleyen buharlar vardır. Bu noktada bir güce ihtiyaç vardır. Bu güç de
ancak bu engellerin varlığından dolayı verilir. Eğer bu engeller olmasa bu güç
verilmeyecektir. İşte bu süreç kulun tamamlanmasının bir gereğidir. Nitekim Sehl b.
Abdullah şöyle demiştir: "Aklın insan için tek faydası, özellikle şehvetin insan üzerindeki
hakimiyetine son vermesidir. Şehvet galip gelince akıl ortada hükümsüz kalır." Sehl'in bu
sözünü destekleyen bir husus da bizim sırların keşfi esnasında gördüğümüz bir olaydır.
Şöyle ki: Yüce Allah münezzeh ilhamıyla sırlarımız içinde bize gösterdi ki, melekler
marifetler içinde yaratılmışlardır. Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar da marifetler ve şehvet içinde yaratılmışlardır. Bu yüzden söz konusu varlıklar bilmelerine ve kıyametten korkmalarına rağmen şehvetlerinden vazgeçmezler. Korkması, varacağı akıbetle ilgilidir.
Bununla beraber biz insanlardan muhalefetin sadır olduğunu görüyoruz. Bir adam birinin
eşeğinin kafasına vurduğunu görür. Engel olmak ister. Eşek ona der ki: Bırak; çünkü onun
kafasına vurulacaktır... İnsan ise zaruri marifetler, şehvet ve akıl içinde yaratılmıştır. O aklıyla şehvetini geri savar. Adem'in (a.s.) işlediği günah ve çıktığı bu yolculuk bağlamında
donandığı şeylerden biri de Rabbinin isimleri, bu isimlerin eserleri ve onları müşahede etmesidir, ki bundan önce onları bilmiyordu. Bu da Allah'ın Gafir (bağışlayan) ismidir. Bu ismin eseri de mağfiret (bağışlama)tir. Allah aynı zamanda çok bağışlayan (Gafur)dır. Adem'in makamı itibariyle işlediği masiyet şiddetli olmakla birlikte başkasının işlediği yüz bin masiyetin gerektirdiği sonuçlardan daha fazlasını gerektirir. Allah, bu başkaları hakkında Gafur (çok bağışlayan)dur. Bu açıdan Adem için de gafurdur. Ama bir tek muhalefeti gerçekleştirmesi açısından da ga-fir'dir. Bu masiyet onun gerçekleştirdiği bir tevilden de kaynaklanmış olabilir. Eğer yasağı unutmuş olsaydı, kesinlikle cezalandıramazdı. Onun unuttuğu şey, bizim yukarıda zikrettiğimiz husustu. Öte yandan seçilme, tevbe, istiğfar, af, korku ve korkudan sonra gerçekleşen emniyet duygusuyla da donanmıştır. Ki bu dost edinmekten çok daha lezzetlidir. Bu yolculuk onun için terkib, inşa ve tahlil olgularını öğrenmesini sağlamıştır. Bununla kendi bünyesinin devirlerin peş peşe gelmesiyle, parça parça neşet ettiğini öğrenmiştir. Fakat cennetteki oluş bundan tamamen farklıdır. Çünkü yüce Allah cenneti bakanların seyrine sunmuştur. Cennette ilgi lezzetlere ve nimetlere yöneliktir. Dünyada ise daha fazla bilmeye ve araştırmaya yöneliktir. Bu yüzden insanın orada (cennette) bilemeyeceği şeyi burada (dünyada) bilir. Bu yolculuk buna benzer bir çok şeyle sonuçlanır. Bir çok yolculuk vardır. Sözü fazla uzatmış olmaktan korktuğum için bunları anlatmak istemiyorum. Adem oğlunun gerçekleştirdiği bu yolculuk çok şeyi ihtiva etmektedir, her birini anlatmak için bir divan ayırmak gerekir. Aynı durum bu kitapta anlattığımız ve anlatacağımız tüm yolculuklar için geçerlidir. O halde anlatmadıklarımızı uygun bir şekilde anlattıklarımıza ekle, inşallah doğruyu bulursun.
İdris Aleyhisselam'ın Yolculuğu
Mekan ve Mevki olarak izzet ve yükseklik yolculuğu
Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "vezkur fi'l kitabi idrise innehu kane sıddiken
nebiyya. Ve re-fe'nahu mekanen aliyya / Kitapta İdris'i de an. Hakikaten o, sıddık (pek doğru) bir insan, bir Nebiydi. Onu üstün bir makama yücelttik." (Meryem,56-57)
Söylendiğine göre, Adem oğulları içnde ilk defa kalemle yazı yazan odur. Yüceler alemi
kaleminin desteklediği ilk kişi o'ydu. Bir gece vakti yedinci semaya kadar götürüldü. Bütün
gökleri kuşatacak konuma geldi böylece.
Biliniz ki, yüce Allah bütün gökleri, alemde gerçekleştirdiği cevher, araz, küçük,
büyük, durura ve intikal gibi özellikleriyle tüm varlıklara taalluk eden gaybi ilimlerin mahalli
kılmıştır. Her göğün görevlisine verilen bir ilim mutlaka vardır. Yüce Allah, bu emrin
yeryüzüne inişini de göğün feleklerinin hareketlerine, yıldızlarının sekizinci feleğin
dairesine girişine bağlı kılmıştır. Bu yedi göğün yıldızları için de toplanmalar, ayrılmalar,
çıkışlar ve inişler öngörmüştür. Her birinin etkisinin de farklı olmasını sağlamıştır.
Bunlardan kimisi ile diğer yıldızlar arasına münasebetler var etmiş, kimisi ile başka yıldızlar
arasına ise külli anlamda birbirinden kaçış, itiş olgusunu yerleştirmiştir. Şöyle ki bunlardan
birine, bir başkasına yerleştirdiği özelliğin zıddını yerleştirdiğinde itiş, kaçış gerçekleşir.
Ama bu onların düşman olmalarından kaynaklanan bir itiş değildir. Aksine bunun
temelinde, yüce Allah'ın onların yaratılışlarının özü kıldığı hakikatler yatar ki, bu itişi, kaçışı
gerektiren bu hakikatlerdir. Ve bu özellik onları rablerine itaat etmekle, O'nu tenzih etmekle
uğraştırır. Bunlar emrettiği şeyler hususunda Allah'a isyan etmezler. Nitekim rivayetlerde
belirtildiği gibi yüce Allah cehennem bekçisi Malik'i hiç gülmeyecek özellikte yaratmıştır.
Buna karşılık Rıdvan adlı melek ise sevinç ve neşeden yaratılmıştır. Her ikisi de salih
kullardır, Allah'a itaat ederler ve aralarında düşmanlık ve kin yoktur. Şu kadarı var ki, etkiler burada, aşağı alemde, söz konusu hakikatlerden kaynaklanırlar. Bizde ise bir takım gayeler vardır. Aramızda kıskançlıklar ve düşmanlıklar meydana gelir. Bütün bunların temeli sözünü ettiğimiz hakikatlerdir. Bunlar içinde birbirini itmeyen uyumlu olgulara gelince, bunun nedeni bunların birbirlerinin zıddı olarak değil, farklı olarak var edilmiş olmalarıdır. Her zıt farklıdır, ama her farklı zıt değildir. Söz gelimi yedinci göğe vekalet eden, altıncı göğe vekalet edenin zıddıdır. Hatta yedinci göğe vekalet eden meleğin bildikleri, bu göğe hükmetme vaktinde yedinci göğe vekalet eden meleğe ulaştığında, bu melek altıncı göğe vekalet eden meleğin ıslah ettiğini bozar. Aynı durum, yedinci göğe vekalet eden meleğin bozduğunu ıslah eden altıncı göğe vekalet eden melek için de geçerlidir. Bu meleklerin hiçbiri bozduğunu bilmez. Bilakis, fiili itibariyle ıslah ettiğini söyler.
Çünkü rabbinin emrini yerine getirmiştir, kendisine tevdi edilen görevi gerçekleştirmiştir.
Bu, yüce Allah'ın göklere vahiyle bildirdiğini söylediği emirdir: "Ve evha Ji külli semain emreha /Ve her göğe görevini vahyetti." (Fussilet, 12) Bu kadarıyla ünsiyet kurup akit açısından eleştirilmeyeceğim bildiğine göre, "ue'n nücumu-musehharatun bi emrihi / Yıldızlar da O'nun emriyle hareket ederler." (Nahl,12) ayeti ve benzerleri ne anlam ifade ederler? Allah alemin bir kısmını diğer bir kısmına musahhar kılmamış mıdır: "Ve refa'na ba'dahum favke ba'din derecatin li yettehize ba'du-hum ba'den suhriyya / Birbirlerine i ş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." (Zuhruf,32) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Ve sahhare lekum mafi's semauati ve mafi'l ardi / O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini size boyun eğ-dirmiştir." (Casiye,13) Burada yüce Allah, yerde olduğu gibi gökte de bizim için musahhar kılınan şeyler olduğunu zikretmektedir. Bir müslümanm göğe işiyle ilgili olarak vahyedilenleri ve aleminin hangi hususta musahhar kılındığını bilmesi akidesi açısından bir kusur sayılmaz. Eğer öyle olsa dünyadan da, gökten de kovulması gerekir. Bir her zaman, yüce Allah'ın bizim için var ettiği ve bize tanıttığı sebeplere koşarız. Ama onların musahhar kılındığını düşünürüz, asıl fail olduklarını değil. Allah'a sığınırız. O'na hiç kimseyi ortak koşmam. Yüce kanun koyucu (sari) fiillerin yıldızlara ait olduğunu, Allah'a ait olmadığını, Allah'ın fiilleri onlarla yaptığını düşünenleri tekfir etmiştir. İşte bu küfürdür, şirktir. Bunların musahhar kılındıklarına ve Allah'ın onlar üzerinde hükmünü icra ettiğine inananlar ise tekfir edilmezler. Daha doğrusu yüce Allah'ın onlara yerleştirdiği özellikler ve onlara vahyettiği işler, onlarla terettüp ettirdiği hükümler cihetiyle baktığımızda, aksine inanan kimse bir çok hayrı ve büyük bir ilmi kaçırmış olur. zaten haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır.
Bil ki, İdris Aleyhisselam, Allah'ın kendisine vahyettiği ilimle bildi ki, yüce Allah alemin
bir kısmını bir kısmına bağlamış, bir kısmını bir kısmının hizmetine verip musahhar
kılmıştır. Bu bilgiye dayalı olarak bildi ki, rükünler alemi üreyen, türeyen olgulara
mahsustur. Sonra yıldızların menzillerde toplanışlarını ve ayrılışlarını gördü. Oluşların ve
feleklerin hareketlerinin farklılığını gördü. Sonra hızlı hareket edeni ve yavaş hareket edeni
gördü. Anladı ki, yürüyüşünü ve yolculuğunu yavaş hareket edenle beraber
gerçekleştirdiğinde hızlı hareket eden hükmü altına girer. Çünkü dairesel bir hareket
vardır, düz bir çizgide devam eden doğrusal bir hareket yoktur. Bu yüzden küçük ve hızlı
olanın hareketinin kendisine dönmesinin kaçınılmaz olduğunu fark etti. Düşüşe komşuluk
etme neticesinde hızlı hareket edenin faydasını anladı. Bütün bunları ancak yedinci gökte
görebildi. Orada otuz sene kaldı, burçlar feleğinin minderine kurulmuş, bu feleği döndüren
vekilin merkezinde, döndürücü feleği taşıyan felekte onunla birlikte dönüp durdu. Taşıyıcı
felek döndürme feleklerine aittir. Burçlar feleği onunla döner. İdris aleyhisselam, Allah'ın gökte vahyettiğini gördükten sonra yıldızların yengeç burcunda toplanmaya yakın olduklarını anladı. O zaman bildi ki, yüce Allah'ın büyük bir su ve her yeri kaplayan bir tufan indirmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu hususta gerçek bilgiye ulaşmıştı. Bunun üzerine feleğin incelikleri içinde yürümeye başladı, bunun neticesinde mücmeli ve mufassalı bildi. Sonra bulunduğu yerden indi, kendini dininin ve şeriatının mensuplarından zeki ve anlayışlı olduklarını bildiği kimselere adadı. Onlara müşahede ettiklerini, yüce Allah'ın bu yüceler alemine yerleştirdiği sırları öğretti. Yüce Allah'ın bu göklere vahyettikleri kapsamında büyük bir tufanın meydana geleceğini, insanların helak olacağını, ilmin unutulacağını bildirdi. Ama kendisi bu ilmin kendilerinden sonra gelecekler arasında baki kalmasını istedi. Bunun kayaların ve taşların üzerine yazılmasını emretti. Sonra Allah onu yüksek bir mekana çıkardı. Güneş feleğine indi. Burası semavi feleklerin ortası sayılan dördüncü semadır. Dolayısıyla kalp konumundadır. Çünkü üstünde ve altında beşer küre vardır. Yüce Allah, İdris aleyhisselam'ı kendisine yükselttiği yolculuğunda ona kutupluk ve sebat makamını verdi. İşin onun etrafında dönmesini, çıkanın ve inenin onun yanında toplanmasını sağladı. Bu yolculuk neticesinde zaman ve dehr ilmini, bunların akışı içinde olup bitenlerin bilgisini elde etti. Zaman ilmi, bahşedilmiş ilimlerin en görkemlisidir. Gece ve gündüzün ruhaniyetini ve bu ikisinde karar kılan şeylerin ilmini de elde etti. Dolayısıyla kalbinin alemine yolculuk yapan kimse İdris'in çıktığı yolculuğa benzer bir yolculuğa çıkmış olur. En görkemli melekutu bizzat gözlemler, en azametli ceberut kendisine tecelli eder. hayat sırrını da gözlemler. Ki bu sır hayatın ruhudur ve hayatın bütün canlılara sirayet edişinin aracıdır. Çok ruh ile az ruhu birbirinden ayırır. Her hak sahibine hakkını verir.
Aşağı nakışlarını ve ruhunun ulvi mertebelerini yazanı, teferruatların köklerden doğuşunu,
sonra teferruatların köklere geri dönüşünü, kevnin suretini, dönüşün hikmetini ve benzeri
bilgileri öğrenir. İdris Aleyhisselam'ın yolculuğu hakkında bu kadar açıklama yeter.
Kurtuluş Yolculuğu
Nuh Aleyhisselam'ın Yolculuğu
Nuh (a.s.), yüce Allah'ın takdir ettiği ve hükmünü icra ettiği Kur'an'ın vaktinin
yaklaştığını ve bunun da yengeç burcunda gerçekleşeceğini öğrendi. Bu burç sıvı
mahiyetlidir. Allah dünyayı bu burçtan yaratmıştır. Dolayısıyla değişken, sebatı olmayan bir
burçtur. Burcun özelliği bu olunca dünyanın özelliği de ona benzemiştir. Bundan dolayı yüce Allah dünyanın yok olmasını ve ahiret yurduna dönüşmesini dilemiştir. Tıpkı üzerine doğan burcun değişkenlik özelliği gibi. Onun burcu ise, sabit bir burç olan aslan burcudur. Bu, her şeyi bilen Allah'ın hikmetinin göstergesidir. Böyle olunca Nuh (a.s.) gemiyi inşa etmeye başladı. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) alameti Kur'anda ve tufanda değildi. Muhtemelenashabından alim olan bazıları da bu ilmi idrak ettiler ve ona ortak oldular. Allah onun alametini fırın kıldı. Eğer Kur'anı söylemiş olsaydı, bu ilim olurdu, alamet veya ayet değil.
Bu yüzden kavmi onunla alay etti. Muhtemelen zamanının bilginleri de onunla alay ettiler.
Derken olanlar oldu. Oğlu ona katılmadı. Çünkü o salih olmayan ameller işleyen biriydi. O
da suda boğulanlardan oldu. Nuh (a.s.) ashabıyla birlikte yola çıktı. Gemiye her çiftten ikişer tane aldı. "ve ka-le'rkebu fiha bismillahi mecraha ve mursaha inne rabbi le gafurun rahim / Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." (Hud,41) Fırın kaynamaya başladıktan ve yüklüler yüklerini attıktan sonra iki suyun, yerin ve göğün suyu arasında helak oluş hali gerçekleşti. Gemi onları dağları andıran dalgalar arasında alıp gütürdü. Nuh (a.s.) seslendi: " Ya buneyye'r keb meana / Ya-vurucuğum! Bizimle beraber bin." (Hud,42) Oğlu şu karşılığı verdi: "Seavi ila cebelin ya'simuni mine'l vnai I Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım." (Hud,43) Nuh (a.s.) şöyle dedi: "La asime'l yeume min emrillahi illa men rahime / Bu gün Allah'ın emrinden, merhamet sahibi Allah'tan başka koruyan yoktur." (Hud,43) Korunanlar da gemiye binenlerdir. Çünkü Nuh (a) şöyle dua etmişti: "La tezer ala'l ardi mine'l kafirine deyyaren / Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma." (Nuh,26) Bu duayı önceden yapmıştı ve duası da kabul edilmişti. Dağa sığınanlar ve gemiye binmeyen herkes suda boğuldu. Sonra gaybi bir ses havadan geldi. Çünkü seslenen seslenişi esnasında kendisini zikretmiyor. İfade de "dedi" şeklindedir "seslendi" şeklinde değil, çünkü yakındadır. Derken yer suyunu yuttu, gök de suyunu çekti. Sular çekildi.
Kurtuluş gemisi de ilâhîliğinin bir işaret olarak Cudi dağına oturdu. Nuh (a.s.) bu makamda
şu sözü söyledi: "Bu'den li'l kavmi'z zalimin /zalimler topluluğu helak olsun" (Hud,44)
Zalimler derken Nuh'la alay edenler kast ediliyor. Bil ki, yüce Allah, hakkın bu menzilde,
yani Nuh Aleyhisselam'm menzilinde ikame ettiği bu latif sırrı sonlandırmıştır. Nitekim senin gemine de şekil vermiş, kendi eliyle ve vahyiyle onu yapmıştır. Geminin yapılışı O'nun vahyi ile gözünün önünde gerçekleşiyordu. Yani, onu göreceğim şekilde korunuyordu, demek istemiştir. Allah diyor ki: Hak sana bu makamdan, özellikle pişmanlık ve dönüş makamından inmedikçe sen kimsin!
Hiç şüphesiz durmadan kötülükleri emreden nefsin, şeytanın, dünyan ve hevan, şu
gemiyi, yani kurtuluş hayatını inşa ettiğin sürece seninle alay ederler. Senin yanındaki fırın
ki ateşin yeridir, onlara kendisinden suyun çıkacağını söylemez. Çünkü onlar her
bakımdan karşıt olan bir şeyin karşıtıyla aynı mahalde buluşmayacağına kesin olarak
inanırlar. Seninle alay ederler ve ateş ile suyun yerini ayırt edemiyorsun diye senin aklının
noksan olduğunu söylerler. Bunun nedeni alemin cevherini ve suretini bilmemeleridir. Eğer
ateşin cevherde bir suret olduğunu, suyun da cevherde bir suret olduğunu bilselerdi, alay
etmezlerdi.
Onlar ateşin bir cevher, suyun da bir cevher olduğunu, sonra birbirlerinin karşıtı
olarak belirginleştiklerini düşünüyorlar. Bu yüzden Nuh'un sözlerini imkansız buldular ve onunla alay ettiler. Sen gemini inşa etmekle meşgulsün, yani kurtuluş gemini.
Hazırlanman, Allah'ın emrinden dolayı ve Allah'ın emri içindir. O da "ben"dir. Alay edenlere
söyle: Eğer bir şeyde helak olurlarsa, onda helak oldukları için ebediyen ondan
çıkamazlar." Ayrıca "ba" ile gemine bin, ki o Allah'ın ismidir. Tevhid "elifini "ba" ile "sin"in
arasına "isim"le yerleştir. Çünkü sen bunda "rahman rahim"i göremezsin. Biz senin
geminden geri kalırız. Çünkü onun yüzmesi "ba" iledir ve "ba" da koruyucudur. İlâhî
cömertlik sahiline demir atması da "ba" iledir. Çünkü cömertlikle (cud) varlık (vücud) zuhur
etmiştir. Nitekim gemidekiler de Cudi'de zuhur etmişlerdir. Gemine her çiftten ikişer tane al, üreyip çoğalmaları için. Eğer ulvi alemi süfli alemle çarparsan sen ve bütün türeyişler oluşur. Bu yolculukta iki çifti elde etmek kaçınılmazdır. Çünkü bu helak seferidir.
Hayatın his ve anlam olarak onlardan meydana gelmiş olması hasebiyle su ilmin
benzeridir. Onlar da ilmi reddettikleri için su ile helak edildiler. Su da fırından fışkırmıştı.
Çünkü onlar fırından suyun çıkmasını inkar etmişlerdi. İlimden de Nuh'un bedeninin
fırınından fışkırıp onun lisanından kendilerine hitaben zuhur eden ilmi inkar etmişlerdi.
Ama onun mutlak nur olan anlamının müterciminden başka bir şey olmadığını
bilmiyorlardı. Çünkü bir fırın aracılığıyla başka bir fırından fışkıran suyu görmekten alıkonup perdelenmişlerdi. Onun (tennur) aslında nur olduğunu, hayatın bedenin var
olmasıyla tamamlanması anlamında başına "ta" harfinin geldiğini (te'n-nur) bilmiyorlardı.
Böylece bir tennura, yani mülkü eksiksiz bir nura dönüştü. O halde bu, görüntüsü ateş (nar), bir nurdur.
İmkansızlığın değişmesine gelince, aslında bilmedikleri şey kendileriyle beraberdir.
Şöyle ki: Eğer fırına baksalardı, ondaki su kaynağını ve aralarında her bakımdan bir
karşıtlık da olmadığını göreceklerdi. Çünkü soğukluk kapsayıcıdır. Onlar genelde Allah'ın
tabiata yerleştirdiği sırrı, özelde de fırının sırrını bilmiyorlardı. Bu yüzden helak oldular.
Nuh'un hitap ettiği herkes fırından fışkıran su ile helak olmuştur. Çünkü sadece onu inkar
etmişlerdi. Alemin geri kalanı ise hem fırının suyu ile hem de gökten inen su ile helak edildiler. Gökten inen su ise dolap suyu gibi devri daim halindedir. Zemherir imbiğinden damlar. Sonra yayılmak suretiyle güvenli yerine döner. Allah'ın helak etmesi de ateşle olur.
Ancak burada aracının resullüğü söz konusudur; yüce Allah, ateşi suda gizlemiştir. Çünkü
henüz ortaya çıkmamıştır. Derken ateş nemi ve boharı çıkarır ve bunlar yükselmeye
başlarlar. Böylece ateş buhara dönüşür. Ateş sudan çıkınca havada bir döngü işlevini
görür. Yükselmeye devam eder, zemherir dairesine ulaşıncaya kadar. Oradan aziz ve alim
olan Allah'ın takdiriyle yağmur damlaları şeklinde yere iner. Ortada bir takdir daireleri vardır. Dünyada devamlı surette bir inşa devri daimi vardır. Ahirette ise yoktur. Bu yolculuk, iki çiftin üremesi ile ilgili geçerli kader ile birlikte ilâhî hikmete uygun olarak sonuçlanır. Bu yolculuktan çıkan bir sonuç da şudur: Eğer ilâhîlik yüce bir varlık değilse ona intisap etmek sahih olmaz, yine sonuç olarak belirginleşir ki, cömertlik kurtuluşu oluşturan bir illettir. Duymadınız mı; Musa aleyhisselam, kavminin helak olmasını isteyince onların cimri olmaları yönünde beddua etmiştir! Nitekim cimrileştiklerinde helak oldular. Bundan da anlıyoruz ki, alemdeki her oluşun gerçekleşmesi için bir sözün ona yönelmiş olması gerekir. Söz, faili belirtilmeden kullanıldığında gaybin gaybı suretinde belirir: "Ve cie yevmeizin bi cehenneme / O gün cehennem getirilir." (Fecir,23) Yine uzak anlatım olarak şöyle denmiştir: "ve kile ya ardu'blai maeki / Ey yer suyunu yut!" (Hud,44) Bazen "biz dedik..."ifadesinde olduğu gibi "ben" ile ifade edilir. Bazen "Allah dedi..." ifadesindeki gibi uluhiyetle dile getirilir. Bazen "rabbin dedi..." ifadesinde olduğu gibi ru-bubiyet kavramıyla irtibatlandırıhr. Şu halde her söz, izafe edildiği isme göre belirginleşir. Nuh'un yolculuğuna çıkan kimse, berzah alemine ve kainata dair ilimlerden bir şeyler öğrenir. Bu yolculukta sanat öğrenilir. Bu yüzden cömertlik olgusunu geride bırakmıştır. Çünkü cömertlik için vücut bulmuştur. Nuh'un yolculuğu ile ilgili bu kadar açıklama yeter. Çünkü bu yolculuğun sırrı uzundur.
Hidayet Yolculuğu
İbrahim Halil Aleyhisselam'ın Yolculuğu
"İnni zahibun ila rabbi seyehdini / Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu
gösterecek." (Saffat,99) Nitekim Rabbine konuk olduğunda oğlunu kurban etmeyi de bu yaklaşımına ekledi. Çünkü acı, keder ne kadar büyükse lezzet de o kadar büyük olur. Daha sonra "rabbi heb li mine's salihin /Rabbim! bana Salihlerden olacak bir evlat ver." (Saffat.100) Diye dua edip de duasının kabul edildiği müjdesini alınca, müjdelendiği şeyle bir sınava tabi tutuldu. Çünkü o Allah'tan O'ndan başkasını (masiva'yı) istedi. Allah is Gayyur'dur. Ondan başkasını istemek gayretine dokunur. Bu yüzden onu istediği oğlunu boğazlamakla sınadı. Bu ise kendi nefsiyle ilgili olarak sınanmaktan daha ağır gelir insana. Çünkü nefsi hususunda onunla çekişecek tek şey yine kendi nefsiydi. Küçük bir çabayla nefsinin çabasını, direncini boşa çıkarabilirdi. Ama oğlunu boğazlamakla sınanması böyle değildi, oğlu hususunda onunla çekişecek çok kimse vardı. Bu yüzden bu hususta vereceği mücadele daha da güçlü olacaktı. İbrahim (a.s.) Rabbinden istediği şeyi kurban etmekle sınanınca, sınavın mahiyetini gerçek olarak algılayınca, bizzat tahakkuk etmiş gibi olduğu, yani, hayatta olduğu halde oğlunu kurban etmiş gibi kabul edildiği için, istekte bulunmadığı halde İshak (a.s.) ile müjdelendi. Böylece hem kurban, hem de karşılığı-kurban yerinde durduğu halde- kendisine verilmiş oldu. Diğer bir ifadeyle kazandığı şeyle kendisine hibe edilen şey birlikte sunulmuş oldu. Çünkü kurban etmek istediği oğlu istekte bulunması açısından kazanılmış, kurban edilmek istenmesi açısından da hibe edilmişti. Kurban edilmesi istenmiş değildi. İshak ise hibe edilmişti.
İsmail'de kazanılmışlık ve hibe edilmişlik nitelikleri bir arada bulunuyordu. O babası
için hem kazanılmış, hem de hibe edilmiş biriydi. Dolayısıyla kamil bir hakikatti. Bu nedenle
Hz. Muhammed (s.a.v.) onun sulbünden gelmiştir. Daha doğrusu Hz. Muhammed'in
(s.a.v.) İsmail'in sulbünden gelecek olması nedeniyle onun için kemal ve tamamlık
gerçekleşti. Bu yüzden bizim şeriatımızda sunduğumuz kurbanlar, bizim ateşten
kurtulmamızın fidyeleri konumundadır. Şu halde Allah'tan başlayarak hidayet yolculuğunu
gerçekleştirmek isteyenler, hayal alemini gerçekleştirmek durumundadırlar. Çünkü
hakikatlerin, hayal aleminde üzerine inmeleri kaçınılmazdır. Orası zor bir menzildir. Çünkü
bir geçiş konumundadır, bizzat istenen değildir. Bilakis kendisinde vukubulan şeyden ötürü
istenir. Onu da ancak bir erkek aşabilir. Bu yüzden rüya yorumları tabir (geçiş) olarak
isimlendirilmiştir. Çünkü rüyayı açıklayan kişi, onu geçerek ilgili olarak geldiği şeye intikal
eder. Tıpkı Hz. Peygamberin (s.a.v.) rüyada görülen kaydı dinde sebat etmeye, sütü de
ilme yorması (kayıttan sebata, sütten de ilme geçmesi) gibi.
Ulaştığı zaman bulur. Eğer Hz. İbrahim (a.s.) rüyada gördüğü oğlunu koça yorsaydı
(oğlundan koça geçseydi-tabir etseydi-), gerçekleşmeden karşılığı/fidyeyi görecekti ve sonucu bildiği için de kalbinde en küçük bir huzursuzluk hissetmeden emri yerine getirmiş
olacaktı. Ama rabbinden rab-binin dışındaki bir şeyi isteme karanlığı, geçmesini (tabir
etmesini) engelledi. Çünkü karanlıkta bir tarafa geçmek zordur, insan ayağını nereye
koyacağını bilemez. Bu arada aldığı lezzeti de alamayacaktı. Yanı sıra gözlemlenen ilâhî
minnet de söz konusu olmayacaktı. Kurbanın fidyesi de koç oldu. Çünkü koç menzili orta
şeref evidir ve evlerin en şereflisi olduğu için de alemin ruhudur. Koç onun bedeninin
fidyesiydi, ruhunun değil. Çünkü beden olarak aralarında ortaklık söz konusudur. Kurban
edilmek ancak bedenle ilgili olabilir. Yıkım, harap olma sadece evler içindir.
İnsan hayalinin aleminde yolculuğa çıkınca, bu yolculuk onu hakikatler alemine
götürür. Burada eşyayı asıl mahiyetleriyle görür. Kazanma ile kayıtlanmayan mutlak hibe
gerçekleşir onun için. Daha önce ayağının altındaki topraktan-gelen rızıkları-yerken,
üstünden gelen rızıktan yemeye başlar. Müşahedenin aksine vehb seni baki kıldığı için
uzaklık olarak belirginleşir, helak olarak değil. Çünkü uzaklaştırılan, parçaları birbirinden ayrılmış olur, dolayısıyla durum itibariyle helak edilenden çok uzaktır. Eğer böyle olmasaydı baştaki istek "rabbim! Bana Salihlerden olan bir evlat ver." ifadesiyle irtibatlandırılmasaydı, müjde bizzat görme ile ilgili olurdu, İshak ile ilgili değil. Çünkü İshak ishaktır (uzak olmadır). Yani istekte bulunan kimse bu isteğiyle özün silinmesini, uzaklığını istemektedir. Bu imkansız uzaklık mekanına yönelik bir işarettir. Çünkü ilâhî olgular her zaman kapasitelere göre inerler. Burada mahal, tamamen Allah için soyutlanmış, arınmış değildir. Böyle olunca öz hibe edilir mi? ki hibeyi alacak kapasitede değildir. Hibe eden her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Zaman en büyük hakimdir. Oğul ise değişim alemindendir.
Doğruca Hedefe Yönelme ve Başka Tarafa Yönelmeme Yolculuğu
Lut'un İbrahim Halil Aleyhisselam'a yolculuk Yapması ve onunla yakinde buluşması
Bu kıssa ile ilgili haber rivayet edilmiş ve alimler tarafından korunmuştur. Bu kıssanın
ruhu bizimle ilgilidir ve ibret almamız istenen de kıssanın ruhudur.
Bil ki, Lut ismi, yani bu kelime çok şerefli ve değeri yüksek bir isimdir. İlahi huzura
yapışmayı ifade etmektedir. Bu yüzden şöyle demiştir: "Ev ava ila ruknin şedid / Veya
güçlü bir kaleye sığınabilseydim." (Hud,80) Burada kabileyi kast ediyor. Çünkü ben ilâhî kaleden kevnî kaleye intikal etmeye güç ye-tiremem. Nitekim Resulullah (s.a.v.) de onunla ilgili olarak buna şahidlik etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah kardeşim Lut'a rahmet etsin.
Hiç kuşkusuz güçlü bir kaleye sığınmıştı." Ne güzel şahid! Ne mutlu hakkında böyle bir şahidlik edilene! Allah'a kendini isnat etmesi, O'na yapışması Allah'ın ilminde bilinen bir şey olduğu için Lut adını almıştır. Başkasına kendisini izafe etmemiştir. Bundan dolayı onun için gece yolculuğu öngörülmüştür. Çünkü gece yolculuğu gaybe doğru yapılan bir yolculuktur. "es-Sera" kelimesi gece yolculuğundan başka bir anlamda kullanılmaz. Tefsir olarak değil, ama tasavvur olarak ona aileni geceleyin yola çıkar, denilmiştir. Yani bütün zatını. Böylece bütün hakikatleri müşahede et. Ama karını bu yolculuğa çıkarma. Biz bu ifadeyi kendi tasavvurumuza vurduğumuzda, durmadan kötülüğü emreden nefsini terk etmesi yönünde bir emir olarak algılıyoruz. Çünkü manevi yüceliklere doğru çıkılan miraçta nefse yer yoktur. Lut yakine doğru geceleyin yürüdü. Orası bilinen ve bu isimle anılan bir yerdir. Orada İbrahim Halil (a.s.) onu bekliyordu. Çünkü orası onun yurduydu. Bu yüzden Hz. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Biz yakinden kuşku duymaktan İbrahim'den daha yakınız." Böylece Lut Nebî (a.s.) için bu makam hasıl oldu. Sabah vakti ona yakin geldi. Çünkü sabah vakti güneş doğar ve varlıklar, gaybın kapsamında iken, açıkça görülürler. Bu da hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yakin verir insana.
Bu, ondan, yani Lut'un yolculuğundan bize düşen paydan bir örnekti. Aynı şey
sözünü ettiğim bütün yolculuklar için geçerlidir. Bu yolculuklardan söz derken kendi
zatımdan söz etmekteyim. Amacım onların başından bizzat geçmiş kıssayı tefsir etmek
değildir. Bu yolculuklar kurulmuş köprülerdir, onların üzerinden geçerek kendi zatlarımıza ve sırf bize özgü olan hallere geçeriz. Onlarda bizim faydamız vardır; çünkü Allah onları,
biz geçelim diye kurmuştur: "ve kullen nakussu aleyke min enbai'r rusuli ma nusebbitu bihi
fuadeke ve caeke fi hazihi'l hakku ve mevizetun ve zikra / Peygamberlerin haberlerinden
senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi,
bir öğüt ve uyarı gelmiştir." (Hud,120) "bunda sana gerçeğin bilgisi gelmiştir." İfadesi ile "ve
uyarı gelmiştir." İfadesi ne kadar da etkili! Bu sende olanı, senin yanında bulunup da senin
unuttuğunu hatırlatan bir uyarıdır. Sana anlattığım bu kıssa sende olanı sana hatırlatmaktadır. Senin dikkatine sunduğum şey, senin her şey üzerinde, her şey içinde ve
her şeyden olduğunu sana öğretmektedir.
Şiir:
Ben, eğer her şeyden isem
Ben, her şeyde hak ile beraberim demektir.
Ben, onunla ortaya çıkan bir gölgeyim
Ben bir gölge isem, aslıma dönerim demektir.
O halde düşüşüm, ona çıkışımın aynısıdır
Yıldızlar kümesine, her canlının yanında
Doğruluğum her doğruluktan fazla oldu
Sapıklığım her sapıklığı geçtiği gibi
Tıpkı Onun her ölünün ve canlının yanında olması gibi
Yine O her yayılmanın ve dürülmenin de yanındadır.
Allah gerçeği söyler ve doğru yola ileten O'dur.
Tuzak ve İmtihan Yolculuğu
Yakub ve Yusuf Aleyhisselam hakkındadır .
Bil ki, Allah bir kuluna ikramda bulunduğu zaman onu kulluğunda yolculuğa çıkarır.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "subhanellezi esra bi abdihi / Kulunu gece vakti götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir." (İsra,l) Burada yüce Allah, Hz. Peygamberi (s.a.v.) katında en sevimli olan ismiyle isimlendirmiştir. Çünkü bir kul, kulluktan daha güzel, daha çekici bir güzellikle süslenmiş değildir. Çünkü rububiyet süsünü ancak kulluk makamını gerçekleştirenlere giydirir:
Ey güzelliğiyle Yusuf'a benzeyen!
Şefkatiyle Yakub'un benzeri olan!
Sizin altından kalkamadığınız şeylere o sabrederdi
Öyle ki Eyyub'un sabrı eksik kalır onun yanında
Eğer eksiklik ilişmeseydi, biz buna rıza derdik
Ama benim kastettiğim bu değildir.
Benim ondan talep ettiğimi, öyle bir şeydir ki
Onu bana bildirir. İşte arzu ettiğim budur
İş benimle Onun arasındadır ki Ondan sevgilime kavuşturmayı istiyorum
Bil ki, kulluk makamını gerçekleştirenleri bu makam, belalara maruz bırakır. Sonra bu
mevkinin bir özelliği kimse için izzet ve rahatı tekmil etmemesidir. Yüce Allah, Yusufa
güzellik izzetini bahşedince, onu kölelik zilletiyle sınadı. Hiçbir şeyin karşısında duramadığı
bu yüce güzelliğe rağmen birkaç dirhemlik bir pahaya satıldı. En az üç en çok on dir-
hemlik bir fiyata satıldı, başka değil. Bu zilletin en son sınırıdır ki güzelliğin izzetinin
yüceliğine karşı koyar.
Sonra kardeşlerin kalplerinden merhamet duygusu sökülüp alındı. Oysa güzellik her
zaman ve her açıdan merhameti, acıma duygusunu celbeder. Bu da gösteriyor ki ilâhî emir
hususunda kulların elinde hiçbir şey yoktur, sadece karşı konulmaz ilâhî güç tarafından yönlendirilmektedirler. Bu büyük zilletle onun arızi güzelliği yok edildi. Böylece yolculuğunda nefsi hoş ve ilâhî izzetle aziz kılınmış olarak kaldı. Başka değil. Yusuf kıssası meşhurdur, kıssayı kendi alemi çerçevesinde anlatmanın bir anlamı olmaz. Ancak bizim alemimiz bağlamında anlatmanın bir çok faydası vardır. İnsanın kendi iç alemini kast ediyorum. Bil ki, yüce Allah, mümin nefsin kendisine doğru yolculuk yapmasını isteyince, onu daima kötülüğü emreden ve çokça kınayan kardeşlerinden geçici dünya değeri olarak ucuz bir fiyata satın aldı. Böylece onu, babası olan akıldan ayırdı. Akıl büyük bir üzüntüye kapıldı, aralıksız göz yaşı dökmeye başladı. Çünkü ilâhî ilham ve rabbani yardım sadece bu nefse yönelik olur. Bu nefsin varlığından dolayı akıl ilâhî huzurda tenzih edilir. Nefisle akıl birbirinden ayrılınca, akıl durmadan ağladı ve sonunda gözlerini kaybetti. Çünkü göz görme yeteneğini yitirmemiş olsa da, koyu karanlıklar görülecek nesneleri perdeleyince göz sahibi kör olur. Eğer göz mevcut olursa karanlığı görür. Üzüntü bir ateş olduğu ve ateş de ışık verdiği için "ve'byeddet aynahu mine'l huzni / Gözlerine boz geldi." (Yusuf,84) denilmiş ve beyazlık ifadesi kullanılmıştır. Çünkü ışık ruhanî bir nur olduğu gibi beyazlık da cismanî bir renktir.
Sonra satış gerçekleşip artık başkasının malı bir köle haline gelince, külli nefisten
ibaret olan kadına "erkimi mesvahu./ Ona değer ver ve güzel bak!" (Yusuf,21) denildi. Ona
ikramda bulunmasının, değer vermesinin bir ifadesi nefsini ona bahşetmesidir. Onun (küllî
nefsin) dışındaki cüzi nefisler onu gördüklerinde şöyle dediler: "ma haza beşeren in haza
illa melekun kerimun / Bu bir beşer değil... Bu ancak üstün bir melektir." (Yusuf,31) Çünkü
onun nefsini doğal şehvetlerden arındırdığını gördüler. Bu, onun kötülüğe eğilim
göstermeyecek şekilde ismet sahibi olduğunu sana gösteren bir işarettir. Çünkü melekte
kötülük namına bir şey yoktur. Nitekim bu yüzden küllî nefis bu harici nefislerin onunla ilgili sözlerini doğruluyor ve onun masumiyetini ifade ediyor: "ve lein lem yef7al ma amuruhu leyuscenenne / Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimizi yapmazsa mutlaka zindana atılacaktır." (Yusuf,32) Ancak Allah'ın kadına (küllî nefse) yerleştirdiği hakikatleri, Allah'ın buna ilişkin bir emri olmaksızın, almak isteyince, kulunun kendi emri dışında bir tasarrufta bulunması Hakkın gayretine dokundu ve kulun kendi sırrından kulluk burhanını gösterdi.
Böylece kulluğunu hatırladı ve efendisinin izni dışında tasarrufta bulunmaktan kaçındı.
Bunun neticesinde küllî nefis onu heykelinin zindanında hapsetti. O da durmadan kendi sırrı kapsamında efendisine kulluğu adına yalvardı. Sonunda küllî nefis, isteyenin kendisi olduğunu, onun istekte bulunmadığını itiraf etti. Böylece efendi açısından onun
koruyuculuğu ve güvenilirliği sabit oldu. Eğer kötülüğe meyletseydi güvenilir olamazdı.
Eğer o fiili işleseydi koruyucu olamazdı. Bu yüzden şöyle buyurmuştur: "Li nasrife anhu's
sue ve'l fahşae / Biz kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için..." (Yusuf,34) kötülüğe
meyletmek, istemek kötülüğün bir parçasıdır. O bundan, yani kötülükten geri çevrilmiştir.
Yani kötülüğe meyletmiş, istemiş değildir. Böylece mülk ve efendiliğe yükseltilmiştir, daha
önce bulunduğu zahiri kevni kulluk konumuna karşılık olarak.
Sonra baba konumundaki aklın bulunduğu yerde kuraklık baş gösterdi. Bu arada oğlunun şehrinde bolluk olduğunu duydu. Kör olduğu için de oğlunun orada olduğunu
bilmiyordu. Sonra ona güven vermek için yakın akrabalarını gönderdi. O da ona kendi suretinde olan elbisesini gönderdi. Kokuyu alınca ve elbiseyi yüzüne sürünce görmeye
başladı. Derhal onun yanma taşındı ve oğlunun yolculuğunun aksine izzet nitelikli bir
yolculuk oldu. Onun yanına varınca secdeye kapandı. Çünkü onun öğretmenidir ve Allah'tan
aldığı şeyleri ona bahşeder ki, zatı bununla kaim olur ve varlığı da bundan nimetlenir.
Böylece burada nefsin varlığı itibariyle Yusuf konumunda olduğu anlaşılıyor.
Bunun göstergelerinden biri yukarıda anlattığımız gibi alış veriş işlemini gerçekleşmesidir. Yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir: "rabbi kad ateyteni mine'l mülki I Rabbim! Mülkten bana verdin." (Yusuf, 101) Mülk bağlamında itaat eden var, isyan eden var. Uyan var, aykırı davranan var. Nefisle ilgili olarak da şöyle buyurulmuştur: "feelhemehafucureha ve takvaha / ona iyilik ve kötülüklerini ilham etti." (Şems,8) Aşağıdaki ayetler de buna yönelik işaretler içermektedir: "Ve allemteni min te'vilili'l ahadisi / Bana rüyada görülen olayların yorumunu da gösterdin." (Yusuf, 101) "Haza te'vilu ru'yaye min kablu / İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur." (Yusuf, 100) Rüya ancak hayal aleminde olur. Hayal alemi ise akıl alemi ile his (madde) alemi arasında yer alan bir orta alemdir. Nefis de akıl alemi ile his alemi arasında yer alır. Bazen aklından alır, bazen hissinden etkilenir. Bu yüzden kadını reddetmiştir, bunun nedeni de hisle ilintili olarak hakiki dişilik sayılmasa da dişiliğin atmosfere galip olmasıdır. Eğer erkeklik hakim olsaydı, nefsi reddetmezdi. Bunun nedeni de erkeğin dişiyle, dişinin de erkekle huzur bulduğu sevgi ve merhametin bulunmasıdır. Oysa dişi ile dişi ve erkekle erkek arasında böyle bir sevgi ve merhamet oluşmaz. Onlar arasında sevgi sabit olmaz. Eğer oğlanlarda dişiyi çağrıştıran özellikler zuhur etmese, hiç kimse cinsellik anlamında onlara meyletmezdi, arzulamazdı. Çünkü oğlanlara yönelik olarak ortaya çıkan cinsel arzu gerçekte onlarda beliren kadınlık özelliğine yöneliktir. Ya gerçekten böyle bir özellik vardır, ya da kadına benzetilmektedir. Nitekim oğlanın yüzünde kıllar bitince, bıyıkları çıkınca, onunla beraberlikte iken huzur almayı gerektiren sevgi ve merhamet de ortadan kalkar. Bu yüzden şöyle denmiştir:
Dediler ki: Zülüf hevanın kanadıdır.
Şekil verilince uçar yuvasından
Bu beyti edip katiplerden biri olan Ebu Amr b. Mehib İşbiliye'de bana okudu. Onu
Hamo b. İbrahim b. Ebubekir el-Hedenci için yazmıştı. Bu genç zamanının en güzel
simalarından birine sahipti. Bizi ziyaret ettiği sırada onu yanımızda gördü. Delikanlının yüzünde favorileri bitmişti. Dedim ki: Ey Ebu Amr! Şu yüzün güzelliğini görüyor musun? o da hemen onunla ilgili şu beyitleri söyledi:
Dediler ki: Zülüf hevanın kanadıdır.
Şekil verilince uçar yuvasından
Öyle değil. Onlardan en iyisi
Benim ya da onun ayıbını kapatandır.
Bir yanağın güzelliği mükemmel olunca
Hayret ki, kılları bitince bu, güzelliğinin sonu olur.
Anlatıldığına göre oğlanların yüzünde iri gözlü hurilere özgü parıltılar vardır. O halde
ey dayanıklı nefis! Yolculuğun esnasında efendine karşı yerine getirmekle yükümlü
olduğun koyduğu sınırların yanında durmak ve haremini korumak gibi hususlardan gafil olmaktan sakın. Çünkü bunu yapacak olursan bu haremine seni nail kılacak nimetini nimetiyle sana bahşedecektir.
Musa Aleyhisselam'ın Allah ile Buluşma Yolculuğu
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Velemma cae Musa limikatina / Musa tayin ettiğimiz
vakitte gelince." (Araf, 143)
Arzu olan bir gün açığa çıkar
Diyar diyara yaklaşınca
Bil ki, kul gerçekten kul olduğunda, ilâhî efendilik makamına karşı gerekli edep ve
hizmeti eksiksiz yerine getirdiğinde, efendinin sırları ve gizli duyguları bildiğini bildiği için de daima sakınarak adım atıp, nefeslerini mürakebe ettiğinde, kesinlikle bu hususlarda
sapmaya eğilim göstermediğinde, donmuş gibi kulluk yerinde kalır. Efendisinin
bağışlarından bahşetmesi arzu edilmez. Böyle iken efendisiyle oturması veya konuşması
ya da yarenlik etmesi olabilir mi?! Şu kadarı var ki, insan olması hasebiyle arzu kulun fıtratında gizlidir. Ateşin taşta gizli olması gibi.
Ateş taşlarında gizlidir
Çakmak taşı onu tutuşturmadıkça
Ancak dışarıdan zatına eklemlenen bir şeyle açığa çıkar. Aynı şekilde efendinin
kuluna sohbet etmeyi veya oturmayı vaat etmesi kulun kaburgaları arasında gizli bulunan
arzuyu harekete geçirir. Efendisinin vadinin gerçekleşeceği anı özlemeye başlar. Vadin ne
zaman gerçekleşeceğini bilmez. Çünkü bu vad bir sınıra veya süreye bağlı değildir. Eğer
bu vad bir vakte bağlanmışsa kulun arzusu uyanır, sürenin sona ermesinden dolayı
heyecanlanır. Kul acele etmeye başlar. Nitekim şöyle buyurulmuştur: "Ve ma A'cele-ke an
kavmike ya Musa / seni acele ile kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Musa!"
(Taha,83) Musa'nın mazereti vardı. " ve aciltu ileyke rabbi li terda I Ben, memnun olasın
diye sana acele ile geldim." (Taha,84)
Sonra belirlenmiş vakitler, süredirler. Dolayısıyla onlar da sürülerin hükmüne
tabidirler. Sürelerin hükmünü ise şu ayetten duymuşsundur: "Summe ka-da ecelen ve
ecelun musemma indehu / Sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun ka-
tında muayyen bir ecel vardır." (Enam,2) Bir diğer ayette de şöyle buyurulmuştur: "Ve
vaedna Musa selasine leyleten / Musa'ya otuz gece vade verdik." (Araf, 142) Musa için
belirlenen vade budur. Ardından şöyle buyuruluyor: "Ve etmemnaha bi asrin fe teme
mikatu rabbihi erbaine leyleten / Ve ona on gece daha ilave ettik; böylece rabbinin tayin
ettiği vakit kırk geceyi buldu." (Araf, 142) Bu belirlenen vakit, gayb vaktidir. Çünkü gecenin
kapsamındadır. Çünkü vade tayin edilen iş de gaybiydi. Medluller her zaman araçlarına uygun olmak durumundadırlar. Süre otuz gece olarak belirlenmiş ve başlangıçta kırktan söz edilmemişti. Ki bu süre kendisine uzun gelmesin veya kendi içinde kırk sayısı geçmesin. Çünkü on gecelik dört zaman dilimine tekabül eder.
Bu, dörtgen heykelinin çöküşüne yönelik bir işarettir. Bu yüzden üzüntüsü gittikçe
büyür ve azalmaz. Kırk nerede dört nerede! Bil ki, heykel ancak mürekkep dörtten yani kırktan kaim olur. Dörtte ise terkip yoktur, çünkü basittir. Ama kırkın da aslıdır. Aynı şekilde bu heykel de sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık dediğimiz dört basit unsurdan kaim olmamıştır. Aksine mürekkep, dörtlü dediğimiz sevda, safra, balgam ve kandan kaim olmuştur. Bunların her biri de, safra gibi sıcaklık ve kuruluktan,kan gibi sıcaklık ve yaşlıktan, sevda gibi soğukluk ve kuruluktan, balgam gibi soğukluk ve yaşlıktan mürekkeptir. Vade onun nezdinde kırk olarak belirlenmişti; ama işaret ettiğimiz nedenden ötürü otuz olarak zikredildi. Kırktan maksat da bundan veya buna uyan benzerinden başka bir şey değildir. Çünkü vadin gerçekleşmesinden sonra kulun yanında kulun bir izi kalmaz.
Eğer vaat edilen sohbetse, bu durumda kul onun küllüdür. Şayet müşahede ise kul,
küllünün aynıdır. Zatının gerektirdiği hükümden zail olur. kaldı ki onu da zatı gerektirir. Ama kendisi için değil. Çünkü bundan önce bu makamı tatmadığı gibi bu hali de müşahede etmemişti. Dolayısıyla zorunlu olarak onun yanından uzaklaşır. Bu yüzden şöyle denmiştir:
Bana tecelli ettiği zaman her tarafım göz olur
Bana seslendiğinde her tarafım kulak kesilir
Otuz geceyi, yani ilk vadeyi tamamlayınca, vadenin tamamlandığını göstermek için
onu temizlenme şeklinde harekete geçirdi. Böylece misvakla ağzını temizledi. Ve misvak
nedeniyle vadeyi tamamladı. Eğer vadeyi, tamamının bir cezaya işaret edecek şekilde
olmasını sağlamaksızın tamamlamış olsaydı, Musa (a.s.) üzülürdü ve on geceden sonra
kendisine başka bir vaatte bulunacağını sanırdı. Ama bunun için bir sebep, yani ağzın
temizlenmesini öngörünce, o da korunmaya sığındı. İlâhî emir olmaksızın hiçbir hususta harekete geçmemeye başladı. Öte yandan takdis vaki olunca da kulluğundan çıkmış oldu.
İlâhî huzur ise kuldan başkasını kabul etmez. Kulun Kudüslüğü olmaz çünkü. Bu yüzden
takdis sıfatı itibariyle kendisiyle çekişen birinin huzuruna girmesi gayretine dokundu.
Özellikle ilâhî bir emir olmaksızın. Çünkü aziz olanı izzet sahibi göremez. Onu ancak zelil
olan görür. Çünkü aziz izzet sahibinin kendisine bahşedecek bir şey bulamaz. Aziz olan
kimse izzet sahibinin yanına girdiğinde ona izzetten başka bir şey bahsedemez, zaten
girerken izzet sahibi olarak girmiştir, yani kendisine bahşedilecek şeye sahip olarak
girmiştir. O halde ancak kulluk hakikatlerinin gerektirdiği hususlarla ilgili olarak aziz olanın
huzuruna girebilir. Bu yüzden vade on gece daha eklenerek tamamlanmıştır ki istediği
kuddüslük kendisinden zail olsun, bunların tümü ilâhî sebeplerdir. Hak bunları aleme
yerleştirmiştir ki kainattaki hikmeti açığa çıksın. Vade tamamlanınca ve kul tamamıyla
vakitlerin köleliğinden kurtulunca, geride sadece Allah'a ait olan kul kalır. O zaman ona verdiği sözü yerine getirir, onunla baş başa kalır ve konuşur. Vad ile ilgili payını eksiksiz
verdikten, dinlemesini ve lafzını kutsadıktan, ona bütünüyle kulak olmayı bahşettiği gibi bütünüyle kelam olmayı bahşettikten sonra, o dinlediği sırada bütünüyle kulak kesildiği gibi, kendisine dönüp müracaat ettiğinde de bütünüyle lisan kesilir. Böylece zevki ve müşahedeyi tanır. Aynen bütünün bütünü kabul etmesi yani. Ve o, her huzurda ayrı olarak birdir. Bu gaybi, manevi ve zamana bağlı bir yolculuktur. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dilinde şu şekilde ifadesini bulmuştur: "Kim kırk gece Allah'a ihlasla kulluk ederse kalbindeki hikmet pınarları dilinden fışkırır." Önce kalbi hikmeti dinler, sonra dili kalbinin dinlediklerini ifade eder. Ama bu yolculuğa çıkan kişinin kavmi arasında yerine bakacak birini bırakması kaçınılmazdır.
Biz yolcuyu anlattık. Sen, ey kardeş! Naibe bak. Ta ki bu meselede bir şekilde senin
de dahlin olsun, tecelli esnasında dağların yolculuğu, tecelli edenin celali karşısında
yıkılmak, dağılmak şeklinde olur. Çünkü dağların gaybı müşahede etmeye kesinlikle
güçleri yetmez. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Lev enzelna haze'l Kur'ane ale'l
cebeli lere-eytehu haşian mutesaddien min haşyetillahi / Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa
indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş
görürdün." (Haşr,21) Dağın bu durumu nüzul açısından söz konusudur. Bir de dağın,
arada vasıtaların kaldırılmasından sonra kelamı dinlemek durumunda kaldığını veya
rüyetin gerçekleştiğini düşünün! Bu bölümü tahkik et, çok ilme tanıklık edersin.
Rıza Yolculuğu
Allah, Musa Aleyhisselam'a: "Ve ma a'celeke an kavmike ya muşa/ Seni acele ile
kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Musa!" (Taha,83) diye buyurunca o da şu
karşılığı vermiştir: "Ve acilte ileyke rabbi li terda / Ben, memnun olasın diye sana acele ile
geldim rabbim." (Taha,84)
Rabbime acele ile geldim Ki, çabuk gelişimden memnun olsun
Ulaştığımızda, kul neden acele etti, dedi.
Ona dedim ki: Cömert vaad bizi getirdi
Sana, fakat vadini doğruladığını görmüyorum
Rahman bana dedi ki: Şartlarını tamamla
Size emredildiği gibi.
Böylece yakınlık da uzaklık da yok oldu.
Aşağıdaki beyitler de bu anlama yöneliktir:
Rıza benim aslımdır
Onun üzerine yaratılmışım
Tek başıma ve benden başkasını göremiyorum
Ondan Ona dönen.
Allah'ın bağışlarının sonu yoktur. Varıldığında tükeneceği bir son sınırı da yoktur. Kul,
Allah'ın kendisine yüklediği sorumlulukları kapasitesi oranında eksiksiz yerine getirdiğinde
ve hakkıyla ona itaat ettiğinde sahih bir kulluk etmiş ve sabit olmuş olur. İşledikleri
amellerden dolayı Allah bunlardan razı olur, onlar da Allah'tan razı olurlar. Allah'ın katında
bulunan sınırsız nimetlerden kendilerine bahşettiği şeylerden memnun olurlar. Allah
onlardan, onlar da Allah'tan razı olurlar. Şu halde rıza Hakkın sıfatlarından biri olduğu gibi
kulların da sıfatlarından biridir. Ama Hakkın rızası Hakka, kulun rızası da kula uygun olarak
belirginleşir. Gerçi kul ilâhî başlamadan müstağni olamaz, bizzat muhtaçtır ve her zaman
varlığının devamı ve sürekliliği için Ona gereksinim duyar. Benim Ondan hoşnutluğum
Onun benden hoşnutluğunu içinde taşır. Ben vaktimin hekimiyim, varlık benim etrafımda
döner ve bana hizmet eder.
Hikmet sahibi odur ki varlıklar ona hizmet eder
Çünkü o varlıkları ait oldukları yere koyar.
Gözü olan her şey kendi suretinde görünür
Hak onunla karşılaştı da demez.
Gözüme hakikati görünecek olsa
Varlığım şüphesiz onun menzilleri olur.
Bil ki, insan halini bilmediği zaman vaktini de bilmez. Vaktini bilmeyense nefsini
bilemez. Nefsini bilmeyen rabbini bilemez. Çünkü Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Nefsini bilen Rabbini bilir." Bu da genel bilmek şeklinde aksini bilmekle olur ya da özeli bilmek şeklinde sureti bilmekle olur. Tasavvuf topluluğunda esas alınan budur. Ama biz bunu benimsemekle birlikte geneli bilmek bizce daha tercihe şayandır. Çünkü bu başlangıçla sonu kapsar ve genel ve özel olarak dönülecek nokta da budur. Bunu bil, bu husustaki durumunla ilgili olarak bir bilgiye ve rabbinin yasasına dayan. Bakarsın senden olan bir şahit seni izler. İnşallah mutluluğun ondan olur. Bu durumda yüce Allah'ın önceden hakkında güzellik yazdığı kimselerden olursun. Yüce Allah Musa'ya (a.s.) "Ve ma A'celeke an kavmike ya Musa / Seni acele ile kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Musa!" (Taha,83) dediğinde Musa (a.s.) cevabı detaylı olarak verdi. Vereceği cevap "şu şu benim acele etmeme neden oldu" demekti. Ama o açıklamaya gidiyor ve "Hum ulai ala eseri/ İşte onlar da benim pe-şimdeler." (Taha, 84) diyor. Böylece tabilerinin hükmüne, durumuna işaret ediyor. Sonra neden acele ettiğini açıklıyor ve diyor ki: "Ve aciltu ileyke rabbi li terda / Ben, memnun olasın diye sana acele ile geldim, Rabbim!" (Taha,84) Sen beni çağırdığında çağrına icabet etme hususunda acele ettim. Kavmim de peşimden geliyor.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnna kad fetenna kavmeke min bea'dike / Senden sonra biz,
kavmini imtihan ettik." (Taha,85) Onları denedik. Samiri "haza ilahukum ve ilahu Musa / Bu sizin de, Musa'nın da ilahıdır." (Taha,85) dediği buzağı ile onları saptırdı. Çünkü Samiri,
Musa (a.s.) ile birlikte yürüyünce yüce Allah onun gözünü açtı. Bunun neticesinde arşı
taşıyan ve öküz suretinde olan meleği gördü. Bunun Musa ile konuşan ilahı olduğunu
düşündü. Bunun üzerine onlar için bir Buzağı yaptı. Musa'ya geldiğinde Cebraili de tanımış
ve nereden geçerse orayı canlandırdığını görmüştü. Böylece Cebrail'in atının ayağının
bastığı yerden bir avuç toprak alarak yaptığı Buzağı heykelinin içine attı, Buzağı canlandı
ve böğürmeye başladı, çünkü yaptığı heykel bir buzağıydı ve böğürmek de sığırların çıkardığı sesti. İsrail oğullarına: Bu, sizin ve Musa'nın ilahıdır, dedi. Samiri, bu buzağıya tapanlardan birinin ondan bir şey istediğinde cevap vermediği, onlara bir zarar veya yarar dokunduramadığı gerçeğini unutmuştu. Harun onlara dedi ki: "İnne rabbekumu'r Rahmanu fettebiuni ve etiu emri / Sizin rabbiniz şüphesiz çok merhametli olna Allah'tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz." (Taha,88) Yüce Allah'ın kitabında, kavmine hitaben söylediğini bize bildirdiği diğer sözleri de onlara söyledi.
Öfke ve Dönüş Yolculuğu
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "ve lemma recae Musa ila kavmihi gadbane esifa / Musa, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce." (Taha,90)
Nefsim için nefsime öfkelendim ve bulamadım
Ondan başkasını. Dedim ki: Suç öndekinindir.
Hep sevindim ve hep vurdum
Çünkü benden onun içinde pişmanlık sırrı vardı
Eğer ben hak isem, bu hususta yalnız eğilim.
Şayet mahluk isem, o zaman öncelikten söz edemem
Kavmine öfkelenmiş, onların davranışlarından dolayı üzülmüştü. Çünkü buzağıyı ilah
edinmişlerdi. Bu tanrı buzağı suretindeydi çünkü Samiri Musa ile beraber yürüyen yetmiş
kişi arasındaydı. Allah bu yürüyüş esnasında gözlerinin önündeki perdeyi kaldırmıştı. O da
neye baksa öküz suretindeki meleği görüyordu. Bu melek arşı taşıyan dört melekten biriydi. Biri aslan suretinde, biri kartal suretinde, biri öküz suretinde ve biri de insan
suretindeydi. Samiri öküzü görünce onun Musa ile konuşan ilahi olduğunu düşündü.
Bunun üzerine o kavmi için buzağı heykelini yaptı ve bu sizin ve Musa'nın tanrısıdır, dedi.
Heykeli kavminin ziynet eşyalarından yaptı. Ki kalpleri mallarına (ziynet eşyalarına)
bağlansın. Çünkü mal sevgisinin kalpte köklü bir yerinin olduğunu biliyordu. Ayrıca mal
sevgisinin, buzağının kendilerine zarar verip vermediğini veya bir şey istediklerinde
kendilerine cevap verip vermediğini düşünmelerine de engel olacağını biliyordu.
Harun onlara dedi ki: Ey kavmim! Sorgulandığınız zaman, Allah'ın sizin hakkınızdaki
delili ortaya konmuş olsun diye sınandınız, denendiniz. Sizin rabbiniz rahman olan Allah'tır.
O'nun size yönelik rahmetinin göstergesi, O'nun dışında bir tanrı edinip taptığınız halde size mühlet vermesi ve sizi rızıklan-dırmasıdır. Sonra onlara şöyle dedi: Bana tabu olun..
Çünkü kendisine tabi olmaları yine onlar için hayırlı olacağını biliyordu. Benim emirlerime
uyun. Çünkü Musa (a.s.) onu kendi yerine vekil olarak bırakmıştı. Onlarsa: Buna devam
edeceğiz. Yani buzağıya tapmaya devam edeceğiz. Bu ibadetten ayrılmayacağız. Musa
dönünceye kadar. Bize peygamber olarak gönderilen ve kendisine iman etmemizi
emreden odur. Bu bakış açıları, Harun'un (a.s.) kendilerine emrettiği şeye bakmalarını
engelledi. Musa döndüğü zaman kavminin yaptığını gördü. Bunun üzerine levhaları yere
attı ve kardeşinin saçını başını tutup yolmaya başladı, kavmini uyarmadığı, gerekli
önlemleri almadığı için ona verdiği bir cezaydı bu. Bunun üzerine Harun (a.s.) ona
annesinin adıyla seslendi. Çünkü anne şefkat ve merhametin yeridir. Dedi ki: "Ya'bne
ümme la ta'huz bilihyeti vela bire'si / Ey annemin oğlu! Saçımı sakalımı yolma." (Taha,94)
Kavmin böyle bir tavır içine girince, müdahale etmem durumunda beni kınamandan ve "ferrakte beyne beni İsraile ve lem terkub / Israiloğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın." (Taha,94) demenden korktum. Yani sana tavsiye ettiğim sözlere uygun davranmadın demenden korktum.
Sonra Musa (a.s.) Samiri'ye döndü ve senin zorun neydi? dedi. yani sen ne
söyleyeceksin? Ey Sa-miri! Samiri ise, arşın taşıyıcılarından biri olan meleği öküz
suretinde gördüğünü, bunun Musa ile konuşan ilahı olduğunu sandığını anlattı. Devamla
şunları söyledi: Bunun üzerine onlar için Buzağı heykelini yaptım. Ayrıca Cebrail'in geçtiği
yerleri canlandırdığını biliyordum. Çünkü Cebrail bir ruhtur. Onun ayak-izinden bir avuç toprak aldım. -Cebrail'in ayağının bastığı yeri biliyordu- Bu toprağı buzağının içine attım. Buzağı böğürmeye başladı. Samiri kendince tevil ederek böyle bir tavır içine girmişti. Böylece hem sapmış, hem de başkalarını saptırmıştı. Çünkü her tevil isabetli olmaz. Ayrıca o, ışık içinde tecelli olgusunu bütün şeriatların mutlak tenzihle birlikte getirdiklerini de biliyordu.
Musa (a.s.) kardeşinin olay karşısında çekingen davranmasının gerekçesini kabul
etti. "kale rab-bi'ğfir li veli ahi ue'dhulna fi rahmetike ve ente erha-mu'r rahimin / EY Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisinîdedi." (Araf, 151) Buzağıya tapanlara gelince, bunlar kıssanın içeriğinden anlaşılması muhtemel olabileceği gibi, akli tefekkürün hakkını vermemişlerdir. Hak onları mazur saymadı. Çünkü buzağıya tapanlar akıllarını kullanıp meseleyi irdelememişlerdir.
Bu ayetten de anlaşılacağı gibi ilahiyat konularında akli gözlemi esas almak gerekir, ta ki
şeriatın konuyla ilgili hükmü varit oluncaya kadar. İsrail oğullarının uğradığı zillete gelince,
bu gün dahi gözlemlenmektedir. Allah, onlar için bir ilim ikame etmediği gibi, her zaman ve
her millet içinde zelildirler. Bu, Allah'a iftira atanların cezasıdır. Çünkü şeriatta varit
olmayan ve akli tefekkür açısından da ibadet edilen ilaha uygun olmayan bir niteliği
O'na yakıştırmışlardı.
Allah gerçeği söyler ve doğru yola O iletir.
Aile İçin Çalışma Yolculuğu
Alim için güzel çalışmaktan dolayı ulaştım
Rabbime. Meşguliyetimde bana tecelli etti inayet
Eğer ailem olmasaydı, Allah'a yakın bir kul olmayacaktım
Efendilik ve erdem ehli de olmayacaktım.
Eğer zorlamasaydım nefsimi varlıklarla uğraşmaktan kaçınmaya, izlemeyecekti
Yolların en doğrusunu. Onun arşının gölgesi altında seçilmişlerden oldum
Yardımcılar resullerle beraber geldiğinde
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "inni anestu na-ren lealli atikum minha bikabesin ev
ecidu ala'nnari huden / Eminim ki bir ateş gördüm, belki ondan size bir meşale getiririm
veya ateşin yanında bir rehber bulurum." (Taha.lO) Bak; nübüvvet gücü ne müthiş! Çünkü
o hidayeti bulmuştur. Bundan anlamalısın ki, o gördüğü şeyin kesin ve kaçınılmaz olarak
ateş olduğunu söylememiştir. Her ateş alevlendiği zaman nurdur. Nurlar, yanmaya ve
tutuşmaya elverişli cisimlerde yakıcı olurlar kuşkusuz. Sahih bir rivayette şöyle deniyor: "Kulunun gözü ondan bir şey idrak ettiğinde yüzün secde yerleri yanar." Secde yerleri nurdur. Bu rivayette, secde yerinin ışığının gözün gördüğü son noktaya kadar ulaşabildiği haber veriliyor.
Bil ki, bir şeyin farklı yönleri olabilir.. Şöyle olması durumunda şöyle olur ve böyle
olması durumunda da böyle olur. Yani bir durumdaki hükmü başka bir durumdaki
hükmünden farklı olur. Yani görmesi durumu bilmesi durumudur, bilmesi durumu işitmesi
durumu gibidir. Aslında ondan idrak edilen şey özü itibariyle birdir. Sadece taalluk ettiği şeyler farklıdır. Dolayısıyla biz bir şey olması itibariyle o gördüğü, konuştuğu şeyle işitendir. Bazı tartışmacılar her hüküm için özel bir idrak öngörürler ve bunun başka bir idrakten farklı olduğunu söylerler, böylece sayısal olarak birden çok idrak söz konusu olur. Biz bu kanaatte değiliz. Fakat bu yaklaşımı burada zikrettik ki, bizi dinleyen biri, katılmazsak dahi bu görüşü savunan birilerinin olduğunu bildiğimizi bilsin. Taallukların farklılaşması, taalluk edilen şeylerin farklılığından kaynaklanır, taalluk edenin ayrı ayrı şeyler olmasından değil.
Öz birdir; ama hüküm farklı
Bunu söyleyen bir topluluk var ve bu yönde bir yaklaşımı savunurlar
Allah, maksatlarının idrak edilmesinden yücedir.
Kulları ile ilgili. Aksine Allah'ın ayetleri ve ibretli işaretleri vardır
İlah yücedir. Hiçbir akıl Onu idrak edemez.
Şanı yücedir. Hiçbir kul Onu kavrayamaz.
Ancak bizde gerçekleşen suretleri vardır
Hitap bunlarla ilgilidir ve zımnında da suretler var
Kendisine suret isnat edilen bir surete uyar
Her suretin de etrafında bir sur olduğunu görürsün.
Bil ki, bütün iyilik başkaları için çalışmadadır; aile de bu başkaları ifadesinin
kapsamındadır. Ailenin şerefi; mensup oldukları kişinin şerefinden gelir. Kur'an ehli ile ilgili
bir hadiste, Kur'an ehlinin Allah ehli ve has yakınları oldukları belirtilir. Allah hakkında ehil
olma gereği olarak çalışanın ecri ne büyük olur! Bunu iyice anla. Yüce Allah'in Hz.
Muhammed'in (s.a.v.) ehlibeytine gösterdiği inayeti şu ayet-i kerime çok güzel ifade
etmektedir: "İnnema yuridullahu li yüzhibe ankumu'rricse ehlel'l beyti ve yutahhirekum tathiren / Ey ehlibeyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzab,33)
El-Ferra'ya bu ayette geçen "rics" kelimesinin anlamı sorulduğunda, "kader"
anlamında olduğunu söylemiştir. Yüce Allah, Nebi (s.a.v.)in ehlibeytinden günahı gidermek
ve onları tertemiz kılmak istediğine göre, kendi ehli ve has yakınları olan Kur'an ehline nasıl bir inayet gösterir! Bizi onlardan eyleyen Allah'a hamdolsun. Kur'an ehli olmanın en düşük derecesi ondan birkaç kelimeyi ezberlemektir. Bu kişi ezberlediği kelimelerle ahlaklanır, onları gerçekleştirir, sıfatı haline getirirse, ne ala!
Ebu Medyen'in Fas şehrindeki arkadaşlarından biri olan Ebu Abbas el-Haşşab'la ilgili
şöyle bir olay duydum: Adamın biri elinde tarikat kitaplarından biri olduğu halde Ebu
Abbas'ın huzuruna girer ve kitaptan bir bölüm okur ona. Ebu Abbas sessizce dinler. Adam
şöyle der: Efendim! Niçin bunun hakkında benimle konuşmuyorsun? Ebu Abbas ona: Bana
oku, diye cevap verir. Bu söz adama ağır gelir ve şeyhimiz Ebu Medyen'in yanma gider ve
der ki: Efendim! Ebu Abbas el-Haşşab'ın yanındaydım. İnceliklerle ilgili bir kitaptan bazı bölümler ona okudum ki, konu hakkında benimle konuşsun. Ama o, bana: Kitabı bana oku, diye cevap verdi. Şeyh der ki: Ebu Abbas doğru söylemiştir. Kitap neden bahsediyor? Adam: Zühd, takva, tevekkül, işleri Allah'a bırakma ve Allah yolunun gerektirdiği hususları içeriyor, diye cevap verir. Şeyh ona şöyle der: Kitapta Ebu Abbas el-Haşşab'ın hali olacak bir şey var mı kitapta? Adam, hayır, der. Şeyh ona şu karşılığı verir: el-Haşşab'ın halleri bu kitabın içeriğinin tümünden ibaretse ve sen de onun hallerinden öğüt almamışsan, bunları kendine huy edinmemişsen, kitabı ona okumanın ve kitap hakkında seninle konuşmasını istemenin ne faydası var? O ki sana halleriyle sana öğüt vermiş, haliyle sana açıklamada bulunmuş, nasihat etmiştir. Bu cevap karşısında adam utanır ve gider. Bu hikayeyi bana Hacı Abdullah el-Mervezi İşbiliye'de bir cemaat içinde anlattı. Bak, dostum, onların tarikleri ne güzel. Allah bizi onlardan eylesin, onlara katsın. Bu O'nun elindedir ve O'nun gücü buna yeter.
Korku Yolculuğu
Kendimden Ona kaçtım
Ya da Onun adına Ondan korktum
nedeni nefsimin bilmemesiydi
Nereye döneceğini.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "feferertu minkum lemma hiftukum ve vehebe li rabbi
humken ve cealeni mine'l murselin / Sizden korkunca hemen aranızdan kaçtım. Sonra
Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni resullerden kıldı." (Şuara,21) Bir diğer ayette de
şöyle buyurmuştur: "Feharece minha haifen yeter-akkabu /Korka korka, etrafı gözetleyerek
oradan çıktı." (Kasas,21)
Üzerimizden bir gün geçmez ki ona ağlamayayım
Yürüdüğünde ve son yerine vardığında
Çok şeyler gördüm, hepsi de onun önünde
Vaktimin hükmüne uyarak gelişmekte ve hüküm onun katında
Korku imam makamlarından biridir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fela tehafuhum
ve hafuni in kuntum müminin / Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın,
benden korkun." (Al-i imran,175) Yine melekler hakkında şöyle buyurmuştur: "Yehafune rabbehum min favkihim ve yefalune ma yu'merun / Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar." (Nur,37) Meleklerin fiilleri korkan kimselerin fiilleridir. Bir diğer ayette yüce Allah, övdüğü bazı kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Yehafune yevmen tetekallebu fihi'l kulubu ve'l ebsar / Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar." (Nur,37)) Her makamın, gerçekten ulaşılması durumunda, kendine özgü bir korkusu vardır. Bir korku da, Allah'tan kaynaklanmadığı sürece taalluk edemez, dolayısıyla sonradan olmadır. Sonradan olma varlıklarda var olan korkuyu mutlaka yüce Allah vücuda getirmiştir. Bu yüzden bizim korkumuz var edene taalluk eder. "Eğer iman etmiş kimseler iseniz benden korkun." sözünün anlamı da budur. Böylece korku, imanın bir sonucu olarak gösterilmiştir. Çünkü doğru sözlü Resulünün Allah katından getirdiği ilâhî ilme bağlıdır korku. İmansız bilgi korku vermez. Özellikle alemin Allah tarafından yaratıldığına dair delil ortaya konduktan, Allah'ın her şeyi bildiği ispat edildikten sonra. Şu halde alem Onun tarafından en güzel şekilde yaratılmak suretiyle bir alemden çıkarılmıştır.
Alemin bozulduğuna dair bir delil yoktur; ama bir durumdan bir duruma, bir menzilden
bir menzile intikal eder. Bu imkansız bir şey değildir. Bu intikalden dolayıdır ki, insanlarda
Allah'a karşı bir korku meydana gelir. Çünkü bu intikalde Allah'ın muradının ne olduğunu
ve kendilerini nereye intikal ettireceğini, hangi sıfatla ve hangi grup içinde kendilerini
temayüz ettireceğini bilmez'ler. Mesele kendilerine kapalı olunca korkuları da büyük olur.
meleklerin korkusu ise bir mertebeden aşağı bir mertebeye inince zail olan bir korkudur.
Nitekim rivayette belirtildiği üzere İblis bütün mahlukat içinde Allah'a en çok kulluk eden biriydi. Hakkında azap sözü tahakkuk ettiği için Allah'a ibadet ederken umduğu mutluluktan uzaklaşma ve kovulma olayı onun hakkında gerçekleşince, yaratıldığı aslına, yani ateşe geri döndü. O ancak ateşle azap görür. Adalete uygun hüküm veren Allah münezzehtir.
Allah erleri kendilerinin başkalarıyla değiştirilmesinden korkarlar. Bu yüzden her nefeste Allah ile beraber oldukları hallerini araştırırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve tetevellev yestebdil kavmen gayrekum summe la yekunu emsalekum / Eğer ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar." (Muhammed,38) Burada ayete muhatap olanların Allah'ın emrine aykırı hareket edişleri kast ediliyor. Demek isteniyor ki, onlar sizin gibi emre muhalefet etmezler, aksine Allah'a itaat hususunda daha sağlam bir zemine dayanırlar ve daha güçlü olurlar
Eğer Allah olmasaydı makam bilinmezdi
Arka ve ön de olmazdı
Çünkü biz Allah ile var olduk, Ona çağırıldık ve Ona döndürüldük: "Ela ilellahi tesiru'l umur / Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." (Şuara,53) Allah beni korku makamına yerleştirince gölgeme bakmaktan korkar oldum, onun beni Allah'tan alıkoyan bir
perde olmasından endişe ediyordum. Gölge için geçerli olan bu durum her şey için de
geçerlidir. Çünkü insan mutlulukla müjdelense bile dünya güven yurdu değildir. Dünya
çizgilerin eksik oluş yurdudur. Bunun sebebi de seri yükümlülüktür. Şeriatı koyanın emir ve
nehiy mahiyetli hitabından ibaret olan yükümlülük kalkınca, kul üzerindeki arızi korku da kalkar. Geride kul için bir heybet kalır. Onun korkusu ilâhî şuhudun heybetine dönüşür.
Şair kavmin huzurunun celâlini tasvir ederken şöyle der:
Sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi donup kalmışlar
Bu bir zulümden korktukları için değil, celâlden duydukları korku nedeniyledir.
Allah bizi heybet ve tazim ehlinden eylesin. Çünkü bu, ilâhî kutsal şuhutlar aracılığıyla
itina gösterilen kulun kalbinin üzerine azametin hakimiyet kurmasından doğan bir
durumdur. Bil ki "hafa" kelimesi lügatte açıklık demektir. İmrülkays şöyle der: Onları
gizlendikleri deliklerinden açığa çıkardı Yani Yerbuaları (arap tavşanı) deliklerinden dışarı çıkardı. Çünkü Yerbualar yuvaları için iki kapı açarlar. Avcı birinden yaklaşınca öbüründen kaçarlar. Bu yuvaya en-Nafika denir. Münafık ismi de buradan gelir. Çünkü münafık'ın iki yüz vardır; bir yüzüyle müminlere bakar, onlarla beraber olduğunu gösterir, diğer yüzüyle kafirlere bakar ve onlarla beraber olduğunu gösterir. Böylece Araplar bu özelliğe sahip kimselere münafık adını vermişlerdir. Yüce Allah "nfaken fi'l ardi / yerin içine...bir tünel" (Enam,35) diyen kimse hakkında diyor ki: Eğer düşmanlar çıktığın taraftan senin peşine düşerlerse, başka bir tarafa yönel ki onlardan yana selamette olasın. Eğer Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzere toplayıp birleştirirdi, böylece aynı kapıdan çıkardınız. Resulullah (s.a.v.) zamanında münafıklar, müminlere öyle bir yüzle gelirlerdi ki, bununla onlarla beraber olduklarını göstermiş olurlardı. Müşriklere de onlarla beraber olduklarını gösteren bir yüzle gelirlerdi ve şöyle derlerdi: "innema nahnu. mustahziun /biz onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara, 14) Buna ilişkin olarak yüce Allah "yeste'ziu bihim I Onlarla istihza eder." (Bakara, 15) buyurarak, asıl kendisinin onlarla alay ettiğini haber veriyor. Allah'ın onlarla alay etmesi, onların müminler karşı sergiledikleri fiilin kendisidir, ama onlar bunun farkında değildirler. Bu, Allah'ın onlara yönelik bir tuzağıdır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ve mekeru mekren ve mekerna mekren vehum la şeş'urun / onlar bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst ettik,onlara karşı bir tuzak kurduk." (Nemi,50) Eğer farkında olsalardı bu tuzak olmazdı.
Sakınma Yolculuğu
Aziz vahiy geldi bana ki, geceleyin yola çıkar
Nefsimi ve ailemi; halk ve emir alemine doğru
Ki gerçek ilah olan rabbim hükmetti
Din düşmanının denizin kabaran dalgaları içinde ölmesine.
Yüce Allah bir şahsın sözünü aktararak şöyle buyuruyor: "ve inna lecemiun hazirun /
biz elbette uyanık (sakınan) bir cemaatiz." (Şuara,56) Sakınma korkunun bir sonucudur. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Huzu hizrekum /Tedbirinizi alın." (Nisa, 71) Çünkü bir şeyden sakınıp tedbirini alan kimsenin aleyhine olarak o şeyden bir zarar gelmez. Kişinin başına gelen felaketlerin çoğu emin olduğu taraftan gelir. Genellikle kendisi açısından emin olduğu taraftan felakete uğrar. O halde akıl sahibi bir kimse, emin kılındığı taraftan başka bir taraftan emin olmamalıdır. Çünkü Allah'ın, önünden ve arkasından batıl bulaşmayan sözü doğrudur ve Allah doğruyu söyler. Dolayısıyla bu bir sakındırmadır. Kader de yaver gitse alınan tedbir yararlı olur. Çünkü "çok sakınma kaderden kurtaramaz." denilmiştir. Ama bu sakınmanın kaderin bir parçası olması başka, bu takdirde tedbir ve sakınma insanı felaketten kurtarır. Kuşkusuz biz bu gerçeği gayet açık bir şekilde vurguladık:
Ey sakınmamdan sakınışım!
Keşke sakınmam fayda verseydi.
Çünkü sakınmanın en son noktası sakınmaktan sakınma içindedir, onun dayanak
edinilmesidir. Allah'ın bize yönelik rahmetinin bir göstergesi bizi kendisinden
sakındırmasıdır. Sakınmanın bundan daha açığı ve vurgulusu da olmaz. Ulu Allah şöyle
buyuruyor: "ve yuhazzirukumullahu nefsehu vellahu raufun bi'l ibad: Allah, kendisine karşı
sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir." (Al-i imran,30) Bizi kendisinden
sakındırmış olması şefkatinin bir ifadesidir. Çünkü benzeri gibisi olmayan biri ancak
bilinmesi hususunda aciz olunmakla bilinir. O da, O şöyle değildir, böyle değildir demekle
beraber, Onun kendisi için ispat ettiği sıfatları kabul etmemizdir. Bunu iman olarak dile getirmek durumundayız, aklımız veya gözlemimiz açısından değil. Çünkü aklımızın
yapabileceği tek şey, Ona dönük şeyleri kabul etmektir. O kendisinden başka ilah olmayan
daima diridir, münezzeh meliktir, esenlik verendir, güven verendir, her şeye egemendir, üstün iradelidir, cabbardır, büyüktür, görünmeyeni ve görüneni bilendir, rahmandır, rahimdir, yaratandır, yoktan varedendir, şekil verendir, hüküm ve hikmet sahibidir. O, bu ve benzeri ifadelerle bize kendisini tanıtmıştır. Biz de bütün bunlara, Onun bilgisi esasında iman ediyoruz, bizim bunlara ilişkin yorumlarımıza dayalı olarak değil. Çünkü O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir, bir akıl veya görüş tarafından kayıtlandırılamaz. İspat yoluyla Ona dair bir bilgi edinmemizin tek yolu, Onun kitapları ve kendisinin mütercimleri konumundaki resulleri aracılığıyla bize ulaştırdığı şeylerdir, bundan başka bir yol yoktur. Bu isimlerle Onun arasındaki münasebet ise bizce bilinmemektedir.
Çünkü herhangi bir şeye ilişkin nispeti bilmek, nispet edileni bilmeye bağlıdır. Bu bağlamda
nispet edilene dair bir bilgi elimizde bulunmamaktadır. Dolayısıyla isimleriyle Onun arasın-
da var olan bu nispete dair bir bilgimiz yoktur. Fikir, tefekkür ve mütefekkir bu konuda soğuk demiri dövmekten başka bir iş yapmamaktadır (havanda su dövmektedir.) Allah bizi ve sizi akleden ve Ondan bize ulaşan ve nakledilen bilgiler sınırında duran, ötesine geçmeyen kimselerden eylesin. Bil ki, sakınma yolculuğu kişiyi maddi olandan makul olana, nimetten azaba, gizlilikten açıklığa, ölümden oluşla kaim ve aleme ilişkin bilgimizin neticesi olan hayata çıkarır. Bu da insani varoluşu bilmeyi doğurur, cisimliği itibariyle insanın nereden sudur ettiğini öğretir. Geriye dönük veya ufka doğru olmayan doğrusal hareketi bildirir. Eğer bu ikisini de bilirse kuşkusuz tabiiyet itibariyle olur. Ayrıca başkasına karşı artışını ve inceliğini gerektiren her makamı da bilir. Gördüğü ve kendisine gelen her şeyde bir basirete sahip olur. Bunda onun için bir eğlenme ve nimet de vardır. Bu makamda bu nitelikte ve tevarüs ilmine dayalı olarak durur. Hangi durumlarla karşılaşacağını, neyin miras bırakılacağını, kimden miras alınacağını ve kimin varis olacağını bilir. Bu yolculuk sayesinde nurların doğuş yerleri, sır hilallerinin doğduğu yerleri bilir. Bunun neticesinde kendilerini zatlarından ve zatlarıyla nimetlenmekten uzaklaştıran sıfatları idrak etmekten sakınırlar. Ancak onlar için kurtuluşun bütün bunların ardından olması durumu başka, o zaman ondan sakınırlar. Düşman çok kuvetli olsa da Allah'ın yardımıyla onlar galip gelirler. Çünkü Allah'a hiç kimse karşı koyamaz ve hiç kimse Allah'ı mağlup edemez. O üstün iradelidir, merhamet sahibidir. Bu sıfat kulda gerçekleştiğinde, her işte Allah onun elinden tutar, onu kendisi için kurtuluş olan şeye iletir. Su üzerinde yürümek, ruh ve beşer cinsinden düşmanlardan kurtulmak, düşmanları helak etmek gibi harikuladelikler de sergiler. Bu yolculuğun sonunda ebedi mutluluğu getiren ilâhî yakınlığa nail olmak vardır. Bu makamda kişi, onda gerçekleştirdiği yolculuğu esnasında kendisiyle ebedi mutluluğu arasına girdikleri için sakındığı bütün engellerden emin olur. Şayet yeryüzündeki her şey kendisine hücum etse, o da onlara saldırır ve onları yenilgiye uğratır.
Bu yolculuk kendisiyle nitelenen sahibine, sırların gizliliklerini keşfetme kabiliyetini
bahşeder. Çünkü nuru her türlü şüpheyi, cehaleti yırtar, her türlü çarpıtmayı ve yalanı
geçersiz kılar, nefis üzerinde cesaret, gözü peklik ve kuvvet etkisi bırakır. Bu himmetle
öyle işler yapar ki cüssenin büyüklüğü ve sayısal çoklukla bunları yapamazdı. Şu kadarı
var ki bu yolculuğa çıkan kişi yola girdiği ilk anda doğal bir telaş, göğüs sıkışması ve korku
yaşar. Çünkü yolun başında kendinde bir zayıflık buna karşılık bu makamda da bir güç görür. İşte bu zayıflık ve onunla da kaim olan zillet onda izzet ve kuvvet olarak netice verir.
Zahir ve batın ilmini onun için ortaya çıkarır; artık hiçbir şey ona gizli kalmaz. Bizzat Allah
onun işlerini üstlenir; onu doğruluğa çıkarır, hidayete iletir. İlgi gösterilen biri olur. iyice güvene kavuşuncaya kadar Allah'tan ona müjde gelir. Derken tebliğe dair gerekçeleri artıkça artar. Çünkü korku engelleyici ve korkaklık alıkoyucudur. Ne var ki, Hak bu yolculuğu gerçekleştiren kişiyi destekler. Bu öyle bir destektir ki, Onunla bilinir, Onun aracılığıyla Ona yaklaşılır ve Ona meyledilir. Bunun olması kaçınılmazdır. Hasımlarına karşı bir kanıt, bir güç ve bir açıklık bahşedilir.
Allah gerçeği söyler ve doğru yola o iletir.
Salat ve selam efendimiz Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun.
Alemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun. Amin.
SEFERLERİN NETİCELERİNİN AÇIKLAMASI KİTABI
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
Bismillahirrahmanirrahim
Allah'ın salat ve selamı Hz. Muhammed'in ve ehlibeytinin üzerine olsun.
Bilinmezliklerde olan, istiva etme sıfatıyla vasfedilen, arzını yarattıktan sonra göklerini yaratmaya yönelen ulu Allah'a hamdolsun. O Kur'an'ı mübarek bir gece olan Kadir gecesinde sureleri ve ayetleriyle bir bütün olarak dünya semasına indirmiştir. Böylece kafile karışım ve arınma menzillerinde yoluna devam etmiş ve bu övünç vesilesi takdirlerinden biri olmuştur. Efendimiz Hz. Muhammed'i (s.a.v.) bir gece vakti Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya, iki yay kadar yakınlığa veya ondan daha yakın bir konuma götürerek Ona ayetlerinin bir kısmını göstermiştir. Adem'i sınamalarının arzına indirmiştir.
Onu nimetlerinin ve lezzetlerinin yurdu olan cennetinden çıkarmıştır. İdris'i (a.s) varlıklar aleminden yükselterek derecelerinin arasına yüce bir mekana indirmiştir. Nebisi Nuh'u (a.s) dağlar gibi peş peşe gelen dalgalarıyla denizin tufanında kurtuluş gemisiyle taşımıştır. Hidayetinden ve kerametinden dilediğini bahşetmek için dostu İbrahim'i (a.s.) alıp götürmüştür. Yusuf peygamberi (a.s.) babasından ayırıp götürmüş, sonra babasını onun ardından götürerek rüyasında gördüğü en güzel müjdelerinden birini doğrulamıştır.
Lut ve ailesini gece ve vakti yola çıkararak intikam malı azabından kurtarmıştır. Rabb buluşma yerine geldiği için Musa kavminden ayrılma hususunda acele etti. Ateş suretinde bir nur parlattı onun için. Ki bulunduğu yerden ayrılıp kendisine gelsin. Ona ihtiyaçları aracılığıyla seslendi. O da O'na koşarak gitti ve derin bir sevgiyle O'na münacat etmeye başladı. Onun kavminin içinde kaçmak suretiyle çıkardı, daha sonra kerametleri ve risaletiyle onlara geri dönsün diye. Kavmini bir gece vakti yola çıkardı, rububiyet hususunda rabbiyle çekişen tağutlardan biri suda boğulsun diye. Sonra ilminde edeb tavrına aykırı hareket edince, onu kendisine öğretecek birinin peşine gönderdi. Ki bu kişiye katından bir ilim ve rahmetlerinden bir rahmet vermişti.
Sonra onun yolculuğunu sürdürdü ki, Allah'ın kendisine özgü kıldığı takdirleri ve hükümleri teslim etsin. Peygamberi Musa'yı (a.s.) tabutunda taşımıştır ki o ölüm denizinde olup bitenleri anlamayacak durumdaydı.
Kelimelerinden bir kelime olduğu için İsa'yı (a.s.) katına yükseltmiştir. Peygamberi Yunus'u (a.s.) da öfkeli olduğu bir sırada bulunduğu yerden götürdü, ardından balığın karnında karanlıklar içinde onu büyük bir sıkıntıya soktu. Talut'u, aralarında Davud'un (a.s.) da bulunduğu askerlerle üstün kıldı, sınama ırmağıyla onları denesin diye. Böylece sadece bir avuç su almakla yetinenler tesbit edilmiş olsun. Allah'a itaat eden kullar ile O'na isyan eden kullar arasında bir set kurması için Zülkarneyn'e ufukları aşırttı.
Ruhu'l Emini nübüvvetinin ehli olanların kalplerine indirdi. Zatını müşahede etme onuruna erişsin diye güzel sözü salih amel burakının sırtında katına yükseltti. Allah'ın isimleri ve sıfatlarıyla ahlaklanan-ların en hayırlısı olan efendimiz Hz. Muhammed'in üzerine salat ve selam olsun. Ashabından olan ehli beytinin, akrabalarının, eşlerinin, oğullarının ve kızlarının da üzerine olsun.
İmdi... Seferler üçtür, bir dördüncüsü yoktur. Bunları Hak azze ve celle sabit kılmıştır. Bir O'ndan başlar, biri O'na gider, Biri O'nda sürer. O'nun içindeki sefer, çöllerde ve hayretler içindeki bir seferdir.
O'nun yanından yolculuğa çıkan kimsenin kazancı, bulduğu şeydir. Budur onun kârı. O'nun içinde yolculuğa çıkanın tek kazancı kendi nefsidir. İlki iki yolculuğun hedefi vardır, oraya ulaşırlar ve yüklerini indirirler. Çöllerde çıkılan yolculuğun ise hedefi yoktur. Yolcuların izlediği iki yol vardır. Biri karada, biri de denizdedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Huvellezi yuseyyirukumfi'l berri ve'l bahri / Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur." (Yunus,22)
Burada bir nükte var. Şöyle ki: Yüce Allah'ın karayı denizden önce zikretmesinin ve ona öncelik vermeyi önemsemesinin tek nedeni, karada yolculuk yapmaya güç yetiren, imkan bulan kimsenin ancak zorunluluk hallerinde denizde yolculuğa çıkacağının bilinmesini istemesidir. Ömer b. Hattab (r.a), eğer " Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur." Ayeti olmasaydı deniz yolculuğuna çıkan kimseyi kırbaçlayarak cezalandırırdım, demiştir. Eğer bu ayette yolculuğu terk etmeye işaret eden bu ayet olmasaydı "inne fi zalike le ay atin li külli sabbarin şekur / Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." (Lokman,31) ayeti yeterli olurdu. Ardından diyoruz ki: Bu üç yolculuğun her birinde kişi mutlaka bir tehlike ile karşı karşıyadır. Ancak İsra yolculuğunda olduğu gibi taşınması başka. Şu halde O'nunla yolculuğa çıkan herkes kurtulmuştur. O'nunla yolculuk etmeksizin yola çıkan herkes de bir tehlike ile yüz yüzedir. Öte yandan varlığın başlangıcı harekete dayalı olduğu için Onda hareketsizliğin, sakinliğin olmasına da imkan yoktur. Çünkü dursa aslına, yani yokluğa geri döner. Dolayısıyla gerek yüceler aleminde gerek aşağı alemde durmayan ebedi bir yolculuk vardır. İlâhî hakikatler de sabah
akşam süren bir yolculuk halindedir. Kur'an'dan anlaşıldığı kadarıyla benzeme ve denklik söz konusu olmaksızın rabbani iniş dünya semasına, istiva da semaya yönelik olmuştur.
Yukarı aleme gelince, felekler içindekilerle birlikte daima dönüş halindedirler ve hiç durmazlar. Şayet dururlarsa kainat bozulur, alem tamamlanır ve son bulur. Gezegenlerin, yıldızların feleklerde yüzmeleri onlar için yolculuk konumundadır, "ve'l kamere kad-darnahi menazile / Ay için de bir takım menziller tayin ettik." (Yasin,39) Dört erkanın (erkan-i Erbaa, su, hava, ateş, toprak dediğimiz dört unsur, anasır-ı Erbaa) hareketleri, her nefiste her an meydana gelen değişim ve dönüşümler suretindeki ürünlerin hareketleri, fikirlerin övülen ve yerilen hususlardaki seferleri, nefes alıp veren varlıklardaki nefeslerin seferleri, gözlerin görülen şeyler alanında uyanıkken ve uykuda çıktığı seferler, ibret almak maksadıyla bir alemden başka bir aleme geçişi... bütün bunlar, her akıl sahibinin kabul edeceği gibi yolculukturlar. Bazılarına göre cisimler alemi, Allah'ın yarattığı andan beri sürekli bir iniş halindedir ve halen sonu olmayan bir boşluktadır. Senin karşına bir menzil çıkıp belirince, onunla ilgili olarak, işte gaye budur, deriz. Oysa bu menzilde önünde başka yollar açılır. Bununla donanır ve döner gidersin. Dolayısıyla gördüğün hiçbir menzil yoktur ki bu benim gayemdir, demen mümkün olmasın. Ama o menzile kavuştuğunda çok geçmeden oradan göçersin. Babanın ve annenin içinde kan olarak oluşuncaya kadar kaç mahlukat evrelerini geçtin, kim bilir? Sonra bilerek veya bilmeyerek senin ortaya çıkman için annen ve baban birleştiler de sen meniye intikal ettin. Sonra bu suretten embriyoya dönüştün. Sonra bir çiğnem et haline geldin ve derken kemik oldun, sonra bu kemiğe et giydirildi. Ardından başka bir yaratılışla yaratıldın. Sonra dünyaya çıkarıldın. Böylece çocukluğa adım attın, çocukluktan delikanlılığa, delikanlılıktan gençliğe, gençlikten erişkinliğe, erişkinlikten yaşlılığa, yaşlılıktan ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan da ömrün en aşağı mertebesi olan kocamışlığa intikal ettin. Oradan da berzah alemine geçtin. Berzahtan haşre intikal ettin. Haşirden bir yolculuk ihdas edildi ve oradan sırat köprüsüne vardın.
Artık ya cennete ya da hakketmişse cehenneme gidersin. Eğer cehennemi hakketmemişsen oradan cennete, cennetten dümdüz tepeye yolculuk edeceksin. Durmadan cennet ile dümdüz tepe arasında gidip geleceksin. Cehennemde ise yükselişle alçalış arasında yolculuk edilecektir. Ateşe konmuş kazanda kaynayan et parçaları gibi. "Kullema nadicet culuduhum beddelna-hum culuden gayreha li yezuku'l azabe / onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar." (Nisa,56) Kesinlikle durmak yok. Aksine dünyada gece ve gündüz devamlı hareket vardır. Gece ve gündüz bir birini takip ederken, fikirler, haller ve şekiller de birbirini takip eder, ilâhî hakikatlerin birbirini takip etmesi de bunlara dayalı olarak gerçekleşir; bazen ilâhî Rahim ismine, bazen Tevvab ismine, bazen Gaffar ismine, bazen Rezzak ismine, bazen Vahhab ismine, bazen Müntakim ismine, ilahi huzurun bütün isimlerine inerler. Bunlar, beraberlerinde taşıdıkları bağış, rızık, intikam, tevbe, mağfiret ve rahmet anlamları itibariyle sana da inerler. Senin onlara nüzulün talep şeklinde, onların sana nüzulü bağış şeklinde gerçekleşir. Durum böyle olunca kul tefekkürüne döner ve hazırlanmakla yükümlü tutulduğu yolculuğu, -Ki bunda yani, hazırlanmada mutluluğu vardır- yani tümü de kendisi için meşru kılman O'na yolculuk etme, O'nda yolculuk etme ve O'nun yanından yolculuk etme ile hazırlanmakla yükümlü tutulmadığı yeryüzünde mubah şeyler için sefere çıkma, malı çoğaltmak maksadıyla ticaret etme ve bunun zorluklarına katlanmak üzere sefere çıkma, ya da-bir açıdan yükümlü tutulduğu, bir açıdan da yükümlü tutulmadığı, sadece hayat öyle gerektirdiği için gerçekleştirdiği nefsinin giriş çıkışı şeklindeki sefer gibi yolculukları birbirinden ayırmaya bakar. Yüce Allah'tan akıbet ve afiyetin güzelini diliyoruz.
Sonra O'nun yanından yolculuğa çıkanlar üç kısma ayrılırlar: Kovulmuş yolcu; İblis ve tüm müşrikler gibi. Kovulmamış, ama utanç verici yolculuğa çıkanlar; bütün günahkarlar gibi. Çünkü muhalefet etmişken huzurda durmaya devam edemezler. Utanma duygusu onları kaplar. Seçilmişlik, gözdelik yolculuğu. O'nun katından kullara gönderilen resullerin, arif varislerin müşahededen mülk, tedbir, kanun ve siyasetle nefisler alemine geri dönmeleri şeklindeki yolculukları gibi.
Aynı şekilde O'na yolculuk edenler de üç kısma ayrılırlar: O'na ortak koşan, O'nu somutlaştıran, bir varlığı O'na benzeten, O'na denk bilen ve O'nun kendini tenzih ettiği şeyleri O'na nispet eden kimse. Ki yüce Allah kendisiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Leyse ke mislihi şey'un / O'nun benzeri gibi bir şey yoktur." (Şura, 11) İşte bu yolcu bir perdeye ulaşır ki, O'nu rahmetten ebediyen göremez. Bir yolcu da O'nu kendisine yaraşmayan her şeyden tenzih eder, hatta kitabında yer alan müteşabih ifadeleri dahi imkansız görür. Sonra bu tenzihinin ardından "Allah kitabında yer verdiği bu nitelemenin anlamını herkesten daha iyi bilir" der. Sonra bu kimse şirk ve salt benzetme dışında hep muhalefet içinde yaşar. Bu kimse perdeye ve ebedi azaba değil itaba ulaşır. Bu kimseyi, kapıda bekleyen şefaatçiler karşılar ve onu en iyi menzilde ağırlarlar. Ama gerekli saygıyı göstermemiş olması nedeniyle onu azarlarlar. Bir yolcu da masum ve korunmuştur. Bu yolculuğu ünsiyet ve naz bürümüştür. İnsanlar korkarken bu yolculuğu gerçekleştirenler korkmazlar, insanlar üzülürken onlar üzülmezler. Çünkü korku ve üzüntüden intikal etmişlerdir. Bir şeyden intikal edenin bir daha ona düşmesi, onda karar kılması
imkansızdır. "La yahzunuhumu'lfezau'l ekberu ve telekkahumu'l mela-iketu haza yevmukumu'llezi kuntum tuedun / en büyük dehşet dahi onları tasalandırmaz. Melekler kendilerini şöyle karşılar: İşte bu size vaat edilmiş olan gününüzdür." (Enbiya, 103) Bu ahirette kendileri için hazırlanan müjdedir. Onlar bu hedefe varmak için yolculuk
etmektedirler.
Bu amaç için yolculuk edenler iki gruptur. Bir grup bu amaca yönelik olarak fikirleri ve akıllarıyla yolculuk ederler. Bu yüzden yolu yitirmeleri kaçınılmazdır. Çünkü iddialarına göre fikirlerinden başka kendilerine yol gösterecek bir rehber yoktur. Bunlar filozoflar ve onların yolunu izleyen kimselerdir. Bir grup da bu amaca yönelik olarak yolculuğa çıkarılmışlardır. Bunlar da Resuller ve Nebilerdir. Muhakkik Velilerden seçilmişler de bu grupta yer alırlar. Ki Sehl b. Abdullah, Ebu Yezid, Ferkad es-Sebhi, Cüneyd b. Muhammed, Hasan el-Basri ve halk arasında bilinen ve günümüze kadar örneklerine rastlanan sufiler bu kapsama girerler. Ancak bu gün, bu bakımdan geçmiş zamana benzemiyor. Bunun nedeni bu günün ahiret yurduna yakınlığıdır. Günümüzde keşif artmıştır. Ruhların levhaları daha fazla görünür, daha çok zahir hale gelmiştir. Bu yüzden günümüzün ehli daha çabuk keşfe ulaşıyor, daha çok müşahede edebiliyor, marifetinin kapsamı daha geniş olabiliyor, ulaştığı hakikatler daha mükemmel ve geçmiş zamanda yaşayanlara göre daha az amel ediyorlar. Geçmiştekiler daha çok amel ederken, bu gün bizim ulaştığımız düzeyden daha az fetihlere nail olabiliyorlardı. Çünkü onlar sahabe zamanını baz alırsak uzaktılar.
Sahabeler Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve ruhların Ona inişini nefes alıp verir gibi müşahede edebiliyorlardı. Aralarında bazıları bundan nurla-nıyorlardı ki bunların da sayısı alabildiğine azdı. Ebu Bekir es-Sıddık, Ömer b. Hattab ve Ali b. Ebu Talib (r.a) gibi. O halde geçmişte amel ağır basarken zamanımızda ilim ağır basmaktadır. Bu durum İsa'nın (a.s.) nüzulü zamanına doğru artış göstermektedir ve o vakit daha da artacaktır. Bu gün bizim kıldığımız bir rekat namaz, eski zamanlarda bir adamın bütün ömrünü kaplayan bir ibadete eşdeğerdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) onlardan amel eden birine şöyle buyurmuştur: "Onlardan amel eden birine sizden amel eden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır." Ne güzel ifade ve ne latif bir işaret! Bunu konuyu zihinlere yaklaştırmak için bir örnek olarak zikrettik. Zamanın yaklaştığını ve berzah hükmünün devreye girmek üzere olduğunu vurgulamak için anlattık. Hz. Peygamberin (s.a.v.) şu sözünü duymadınız mı: " Uyluk kemiği ve kırbacının püskülü ailesinin yaptıklarını haber vermek maksadıyla kişiyle konuşmadıkça kıyamet kopmaz. Hatta ağaç, arkamda Yahudi var, onu öldür, der." Bütün
bunlar dünyada olacaktır. Bu, ebedi hayat yurdu olan ahire-tin iyice belirginleşmesinden başka nedir! O halde ilim birdir ve yaygınlaşmıştır, bu yüzden taşıyıcılar gerektirmektedir.
Dolayısıyla ilmin taşıyıcıları salih oluşları itibariyle çoğaldıkça, Salihlerin ilmi de onlar arasında paylaştırılır. Bu yüzden önceki nesiller arasında az olmuştur. İlimden kendisinde bir şey olanın üzerinde de bu ilim zuhur etmemiştir. Çünkü kendisi ilme galip olmuştur. Yine ilmin taşıyıcıları içlerindeki genel fesatla birlikte az oldukça, içlerinde salih olanlar için geniş bir ilim hasıl olmuştur. Çünkü bütün müfsitlerin payı olan ilim onda toplanmıştır. Dolayısıyla ilmin varisi o olmuştur. Bu yüzden sonraki kuşaklar arasında ilim, fetih ve keşif artmıştır. Sonraki kuşaklar içinde ilimden bir şeye sahip olan kimsenin üzerinde ilim zuhur etmiştir, çünkü çok olan ilim kendisine galip gelmiştir. Her kese ilim bahşeden Allah münezzehtir. Bütün bunlara rağmen sonradan gelen öncekinin mizanında değerlendirilir.
Bu yüzden onu izlemesi, onu örnek alması kaçınılmazdır. Ama ağırlık, yani amel açısından, Allah'ı bilme açısından değil. Çünkü Allah'ı bilmenin bir mizanının olması zorunludur. "Ve zalike fadlullahi yu'tihi men yeşau vellahu zu'lfadli'l azim / İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadid,21) Biz inşallah bu kısa değerlendirme kapsamında bilgi ve somut gözlem olarak vakıf olduğumuz bazı yolculukları anlatacağız. BunlarNebilerin (a.s.) çıktıkları yolculuklardır. Bunlara ilaveten geride kalan yolculuklar kapsamında ilâhî seferleri ve anlamların seferlerini de açıklayacağız. Çünkü yüce Allah aziz Kur'an'da türlü mahlukatın bir çok yolculuğundan söz etmiştir. Biz ise bunların sadece bir kısmını anlatmakla yetineceğiz.
Bunlardan biri: Buluttan Rahman isminin teslim aldığı istiva arşına yönelik
Rabbani yolculuktur:
Rivayet edilir ki, bazı adamlar Resulullah'a (s.a.v.) sormuşlar: "Rabbimiz mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?"-veya buna benzer bir ifade kullanmışlar-Resulullah (s'.a.v.) da onlara şu cevabı vermiştir: "Üstünde ve altında hava olmayan bir bulut içindeydi." İfadenin orijinalinde geçen "ma" edatı yukarıdaki tercümede esas aldığımız gibi "nafiye=olumsuzluk" edatı olabildiği gibi "ellezi" anlamında ismi mevsul de olabilir. Bu takdirde hadisin anlamı şöyle olur: Üstünde ve altında hava olan bir bulut içindeydi."
Bil ki, bu uluhiyet perdesıdir ve büyük bir engeldir; kevnin uluhiyete bitişmesine, uluhiyetin de kevne ulaşmasına engel olur, burada zati sınırları kast ediyorum. Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilen sahih bir hadiste yer alan Allah taalanın şu sözü de bu bulutla ilintilidir: "Mümin kulumun canını almakta tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir işte tereddüt etmem. O ölmek istemez, ben de onu üzmek istemem. Ama benimle buluşması kaçınılmazdır." Bir ayette de şöyle buyurmuştur: " Ma yubeddelu'l kavle ledeyye / "Benim huzurumda söz değiştirilmez." (Kaf,29) Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "Ve cae rabbuke ve'l meleku saffen saffa / Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman." (Fecir,22) "Hel yenzurune illa en ye'tiyehumullahu fi zulelin mine'l ğemami / Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın (...) gelmesini mi beklerler?" (Bakara,210) Burada hüküm ve hesap günü kast ediliyor. Bunun gibi kaynaklarda yer alan bir çok rivayet vardır. Bunlar, uluhiyet tarafının kevne ulaşmak istediği durumla ilgili ifadelerdir.
Bu hususta kevnin uluhiyete ulaşmak istediği durumları anlatan ifadelere gelince, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Sana yönelik övgüleri sayamam." "ya da hususen gaybının bilgisinin kapsamına aldığın..." Hz. Ebubekir es-Sıddık'm (r.a.) şu sözü de buna örnek oluşturmaktadır: "İdraki idrak etmekten aciz olmak idraktir." Varlığı çevreleyen ve kutsal taht olan arş olarak ifade edilen kevnin dairesi var edilince, bu tahtın bir melikinin olması kaçınılmazdır. Melik var etmeyi ister. Var etmeyi ortaya çıkaran da zorunlu olarak ilâhî varlığın cömertliğidir. O halde bu fasılda rahmanlığın hakim olması zorunludur. Böylece Rahman ismi ilâhî rah-manlığa yaraşır bulut perdeleri içinde arşa istiva etti, ki bu rabbani bulutun bir türüdür. Rabbani buluttan arşa istivaya yönelik rahmani yolculuk cömertlikten kaynaklanan bir varlıktır. Arştan başkası ise arşa istiva edenden, yani Rahman isminden kaynaklanarak var olmuşlardır. Ki rahmeti zorunlu olarak kendisinden kaynaklanan her şeyi kapsamıştır. Bu Rahman ismi sefere çıkınca kevn ile ilintili bütün isimler de sefere çıktı. Çünkü bu isimler kevnin dağıtıcıları, bekçileri ve emirleri konumundadırlar: Rezzak, Muğis (yardım eden), Muhyi (hayat veren), Mümit (öldüren) ed-Darr (zarar veren), en-Nafi (fayda veren) ve özellikle tüm fiil isimler gibi. Çünkü bir isim ancak bir fiil aracılığıyla biliniyorsa o fiil isimdir ve de Rahman ismiyle birlikte yolculuğa çıkan isimlerden biridir. Bir isim de herhangi bir fiilden bilinmiyorsa, kesinlikle bu yolculukta bir katkısı yoktur. Fiil isimlerin dışında marifet alanında onların fikirleriyle bir yolculuğa çıkmak isterse, arş küresinden çıkar. Ki bu ayrı ve kopuk olmayan bir çıkıştır. Kutsal ilâhî tarafa taalluk etmeyi istedi. Bunun neticesinde bir korunun içine düştü. Burası bulut perdeleridir. Bunun içinde adım attı. Ne var ki, vasıl olan kimse, herhangi bir marifete kavuştuğunda ilâhî Bu-rakların kendisi için parlaması kaçınılmazdır. Bu yüzden Hz. Ebubekir es-Sıddık bu olayı idrak olarak nitelendirirken doğru sözlü Peygamber (s.a.v.) de "sana yönelik övgüleri sayamıyorum" buyurmak suretiyle nitelemiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) sayılmayacak kadar çok olan övgüleri bizzat gözlemlemiştir. Ancak bunlar meçhul övgüyü kabul edecek niteliktedir. O da sana yönelik övgüler sayılmaz, demekle ifade edilmektedir. Çünkü hayret, zorunlu olarak bunu gerektirmektedir. Fikir sahipleri bulut içindedirler. Keşif sahipleri bulut içindedirler. Herkes bulut içindedir. Çünkü kül bulut içindedir. Kül de kül suretindedir. Bu yolculuğun ruhu ve anlamı tenzihten teşbih sidresine yönelik bir yolculuk olmasıdır. Maksat muhataplara meseleyi anlatmaktır. Bu da gözlerinin karanlık bulutlar içinde olmasına bir örnek oluşturmaktadır.
Yaratma ve Emir Yolculuğu.Diğer adıyla İbda Yolculuğu
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Summe's teva ile's semai ve hiye du.ha.nun fe kale leha ve li'l ar-di'itiya taven ev kerhen. Kaleta eteyna taiin. Fe kada-hunne seb'a semevatinfi yevmeyni ve evhafi külli semain emreha. Ve zeyenne's semae'd dünya bi mesabi-he ve hifzen. Zalike takdiru'l azizi'l alim / Sonra duman halinde olan göğe yöneldi; ona ve yerküreye : isteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. ikisi de: isteyerek geldik, dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, aziz, alim Allah'ın takdiridir." (Fussilet, 11-12) Bu ayırma ve bu bitiştirme Allah'ın takdiridir. "Evelem yerellezine keferu enne's sema-vati ve'l arde kaneta retkan ffeteknahuma / İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı görüp düşünmediler mi?" (Enbiya,30) Yukarıda sunduğumuz ilk ayette yerin yaratılmasının ardından "sümme=sonra" edatı kullanılmıştır. Bu da genellikle ikinci hususun ilk husustan bir süre sonra olduğunu ifade eder. Bu mühletten maksat da yerin yaratılışını, vakitlerinin eyyamu'ş şe'n=şe'n günlerinden dört gün şeklinde belirlenen vakitlerinin takdir edilmesini kapsayan zamandır. Bu günlerin ikisi onun kendi içindeki şe'niyle ve zatıyla ilgiliyken, bir günü zuhuruyla ve görünmesiyle, bir günü ise batın yönleriyle ve gaybıyla ilintilidir. İki gün ise içine yerleştirilen görünür görünmez gıdalarla ilintilidir.
Sonra kutsal istiva gerçekleşmiştir ki maksat olan da budur. Yani göklerin yarılıp ayrılmasına yönelinmiştir. Bunları şe'n günlerinden iki günde yedi gök olarak takdir edince her göğe kendi işini vahyet-ti. Her birine varlıkların ihtiyaç duyduğu hususiyetleri, terkip, tahlil, değişim, dönüşüm, devirlere ve tavırlara göre halden hale geçiş gibi olguları yerleştirdi. Göklere yerleştirilen ilâhî emir kapsamına girer bu husus: "ve evha fi külli semain emreha / Ve her göğe görevini vahyetti." (Fussilet, 12) Sebeplilik özelliğine sahip ruhani görevlerini ilham etti. Bunlar da feleklere özgü hareketlerle belirginleştiler. Söz konusu harekette ve bu felekte bulunan emir uyarınca oluş rükünler doğrultusunda zuhur etsin diye. Gökleri bitişikliğinden ayırınca, dönmeye başladı, özü ve cismi itibariyle de şeffaftı. Ki ötesinde bulunan şeyleri gizleyen bir perde olmasın. Bunun neticesinde biz de sekizinci felekte bulunan yıldız lambalarını gözlerimizle görebildik. Nitekim bunlara baktığımızda dünya semasında olduklarını tahayyül ederiz. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "ue zeyyen-na's semae'd dünya bi mesabihe / Ve biz, yakın semayı (dünya
semasını) kandillerle donattık." (Fussilet, 12) Bir şeyin herhangi bir şey için süs olması, mutlaka onun içinde bulunmasını gerektirmez. "Koruduk." ifadesine gelince, bununla, esir küresinde göklerde kulak hırsızlığı yapan şeytanların taşlanması olayı kast ediliyor. Yüce Allah, şeytanları ısrarla takip eden alev kütleleri yaratmıştır. Bunlar kuyruklu yıldızlardır.
Göz havayı deler geçer de dünya semasına varıncaya kadar seyreder. Ve ötesini görebileceği bir çatlak bulamaz da ümitsizce umduğunu bulamamış olarak geri döner. Yani çatlak aramaktan yorgun düşer ve maksadına erişemez. Bu yedi gökten her birinde yüzen bir yıldız yaratmıştır. Buna şöyle işaret edilmektedir: " Kullun fi felekin yes-behun / Her biri bir yörüngede yüzmektedirler."
(Enbiya,33) Felekler, yüzen yıldızların hareketlerinden meydana gelmişlerdir, gökler değil. Yedi yüzen yıldızın hareketi sekizinci felekteki kandilleri gösterir. Biz dünya semasını süsledik. Çünkü gözler, bu kandileri ancak orada görebilir. Bu nedenle hitap insanların görmelerinin kapasitesi bas alınarak gerçekleştirilmiştir. Bu yüzden "Zeyyenna's simae'd dünya bi mesabihe / Yakın semayı kandillerle donattık." (Fussilet,12) buyurulmuştur. Bu kandilleri yakın semada (dünya semasında) yarattık, denilmemiştir. Süsün, süslenenin içinde olması kaçınılmaz bir şart değildir. Örneğin piyadeler ve atlılar sultanın süsleridir; ama bunlar sultanın zatı ile kaim değildirler. İnsan bünyesi kemale erip, şekilleri düzgün bir şekilde belirginleşince, yüce nefha aracılğıyla ilâhî yöneliş, yedi felek içinde dördüncü feleğin hareketiyle gerçekleşir. İnsan adı verilen bu müsemma da şeklinin kemale ermesi, düzgün olması hasebiyle, başkasının kabul edemediği ilâhî sırrı kabul eder. bununla onun için iki makam hasıl olur; suret makamı ve hilafet makamı.
Beden arzı kemale erip içinde vakitleri takdir edilince, canlı veya bitki olması gibi özel kuvvetleri, cazibe, hazım, tutma, itme, büyüme ve beslenme gücü gibi özellikleri hasıl olunca, deri, et, iç yağı, ter, sinir, kas ve kemik gibi yedi tabakası ayrılınca, içine sirayet eden ilâhî sır ona istiva etmiştir. Ruh nefha-sı içine üflenerek bedenden ulvi aleme yüceltilmiştir. Bunlar duman gibi yükselen buharlardır. Böylece insanda yedi gök de ayrılıp ortaya çıkarılmıştır. Dünya seması, ki bu insanda burundan yukarı geriye basık alın kısmıdır. Burayı yıldız ve kandillerle süslemiştir, bunlar da gözlerdir. Sonra hayal seması, fikir seması, akıl seması, anma seması, ezber seması ve vehim seması gelir. Her göğe işini vahyetmiştir. Bundan maksat da duyuya yerleştirilen olguları idrak etme hassasıdır.
Biz, bilmemize rağmen, ihtilaflı olduğu için konunun keyfiyetine girmeyeceğiz. Çünkü bilmek, alemdeki ihtilafları ortadan kaldırmaz. Hayalde imkansız tahayüller bulunur. Akılda da akledilenler. Aynı şekilde her semada tür olarak kendisine benzeyen şeyler bulunur. Çünkü her semanın ehli ondan yaratılmıştır. Her semanın ehli mekanlarının mizacına uygun mizaca sahiptirler. Bu yedi semanın her birinde, göklerde yüzen yıldıza tekabül edecek şekilde yüzen bir yıldız yaratılmıştır ve buna sıfat adı verilir. Bunlar hayat, işitme, görme, kudret, irade, ilim ve konuşmadır. Her biri adı konulmuş bir süreye kadar yüzer durur. Bir kuvvet, özel olara yaratılış gayesi kılınan şeyden başkasını idrak edemez. Örneğin göz, görülebilen nesnelerden başkasını göremez, bundan ötesini görmeye kalksa umutsuzca yorgun düşerek geri döner. Çünkü içine nüfuz edeceği, delip geçeceği bir çatlak bulamaz.
Akıl bütün bunları ispat eder. insanın içindeki felekî hareketler buna şahitlik eder. Bütün bunlar aziz, alim Allah'ın takdiri ile olur. Kuşkusuz bu bir yolculuktur; kendisine hayat vereni açıklayıcı, kendisine hayat veren mevlasınm münezzehliğine delalet edici bir yolculuk. Sonucu da ulvi alemin zuhur etmesidir. Çünkü sefere sefer denilmesinin sebebi adamların huylarını açıklayıcı mahiyette olmasıdır. (Yolculuk anlamına gelen "sefer" kelimesi ile açıklama anlamına gelen "isfar" kelimesi aynı kökten türemiştir-mütercim-) Yani yolculuk (sefer), insanın sahip olduğu yerilmeyi ve de övülmeyi gerektiren tüm huylarını ortaya çıkarır. Kadın yüzündeki burkayı (peçe) çıkarıp güzelliğini veya çirkinliğini gösterdiği zaman "sefereti'l mer'etu. an vechiha" denir. Yüce Allah Araplara hitaben şöyle buyuruyor: "Ve's subhi iza esfere: Ağarmakta olan sabaha andol-sun..." (Müddesir,34) Yani görülen hususiyetlerini gözlere gösterdiği zaman. Şair şöyle der:
Leylâ'nın yanına geldiğimde yüzünü kapatırdı
Fakat sabahleyin yüzünü açtığını gördüğümde şaşırdım.
Şöyle ki: Arap geleneğine göre bir kadın arkasında kötülük olduğunun bilinmesini istediği zaman yüzünü açardı. Bu şair de sevgilisinin yanına gitmek için gizli bir yol buluyor. Kadının kavmi bunu fark ediyor. Kadın da kavminin onu fark ettiğini anlıyor. Adamı görünce hemen yüzünü açıyor. Böylece adam kötü bir şeylerin olduğunu anlıyor ve sevgilisi adına endişeye kapılarak geri dönüp gidiyor. Giderken de şunları söylüyor:
Fakat sabah vakti yüzünü açtığını gördüğümde şaşırdım..
Rabbimizin indirdiği hükümler de kadınların bu şekilde yüzlerini açmaları yer almaz
çünkü.
Buna ilişkin bir çok örnek vermek mümkündür. Yer verdiğimiz bu örnekler konuyu iyice açmayı gerektirmeyecek açıklıktadır. "Vellahu yekulu'l hakke ve huve yehdi's sebil /
Allah gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir." (Ahzab,4)
Aziz Kur'an'ın Yolculuğu
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnna enzelnahu fi leyletil'l kadr / Biz onu Kadir Gecesi indirdik." (Kadir, 1) Bu ayetle başlayan Kadir suresinin tamamı bu anlamı vurgulamaktadır. "İnna enzelnahu fi leyletin mubareketin / Biz onu mübarek bir gecede indirdik." (Duhan,3) ayetinde de bu anlama işaret edilmektedir. İşaret edilen bu indirme, uyarı mahiyetli bir indirmedir. "Biz onu indirdik." derken aziz Kur'an'm Kadir gecesinde indirildiği kast ediliyor.
Tefsir alimleri nakle dayanarak Kur'an'ın bir kerede dünya semasına indiğini, sonra oradan bölümler halinde Hz. Peygamberin (s.a.v.) kalbine nazil olduğunu söylemektedirler. Hiç kuşkusuz bu, Kur'an gizli açık dillerde tilavet edildikçe sürecek ebedi bir yolculuktur. Kadir gecesi de, kul açısından saflaşıp arındığı sürece hakikati üzere bakidir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "fiha yufreku kullu emrin hakim / Her hikmetli işe o gecede hükmedilir." (Duhan,4) Aynı şekilde yüce Allah nefiste de her hikmetli işi yaratmış, hükmetmiştir; ona her iki anlamda günahlarını ve takvasını ilham etmiştir. Bu itibarla insanın kalbi, Kur'an'ın bir kerede nazil olduğu dünya seması konumundadır. Oradan muhataplara göre bölümlere ayrılmıştır. Onda gözün payına düşen, kulağın payına düşen gibi değildir. Kur'an senin kalbine bir kerede topluca nazil olmuştur, dediğimizde onu ezberleyip hıfzetmeni kast etmiyoruz. Bizim kast ettiğimiz ruhanî ve manevî bir husustur.
Kur'an sendedir, fakat sen onu bilmiyorsun, demek istiyorum. Çünkü Kur'an bir semaya nazil olduğu zaman, onun nassının ezberlenmiş olması şart değildir. Sonra kalbinden sana, yine senden bölümler halinde nazil olur; üzerindeki perden kalktığı oranda. Ben bunu, yolun başında iken kendimde gözledim. Bunu batı Endülüsteki yücelikler ehli şeyhim Ebu'l Abbas el-Ureyni'de de gördüm. Bizim tarikatımıza mensup bir cemaatten de duydum ki, Kur'an'ı veya bazı ayetlerini bir hocanın bildiğimiz eğitim yöntemleriyle öğretmesi söz konusu olmaksızın ezberliyorlar. Sonra Arapça bilmedikleri halde Kur'an, mushaftaki orijinal dili olan Arapça ile kendileriyle konuşuyor.... Bize Ebu Yezid Bestami'den rivayet edildi ki Ebu Musa ed-Deybeli şöyle nakletmiştir: O, bildiğimiz yöntemlerle birinin telkin etmesi söz konusu olmaksızın Kur'an'ı ezberledikten sonra öldü...
Kur'an'ın kulların kalplerine inmekte olduğuna gelince; bir arazın iki ayrı zamanda birden olamayacağına delil vardır. Yine bir arazın bir mahalden diğerine intikal edemeyeceğine ilişkin de delil vardır. Yani Zeyd'in ezberlemesi Amr'a intikal etmez. Kulak, bir kimsenin bir ayeti kendisine telkin ettiğini duyduğunda, Allah o ayeti onun kalbine indirir ve onu ezberler. Eğer kalp bundan gafil ise, telkin eden, fiilini tekrarlar, inzal da tekrarlanır.
Dolayısıyla Kur'an ebedi surette nüzul halindedir. Bu bakımdan bir insan, Allah Kur'an'ı bana indirdi, dese yalan söylemiş olmaz. Çünkü Kur'an, durmaksızın kendisini ezberleyenlerin kalplerinde yolculuk yapmaktadır.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) Cebrail'in kendisine Kur'an' indirdiği sırada vahiy işlemi tamamlamadan okumaya başlamasına gelince, bu, onun (s.a.v.) keşfinin gücünün göstergesidir. O, Cebrail'in getirdiğini keşfediyordu, hemen okumaya başlıyordu, vahiy işlemi tamamlanmadan acele ile dilini kıpırdatıyordu. Tıpkı senin kalbinde bir düşünce geçtiğinde keşif ehli olan birinin onu keşfederek düşünceni sana söylemesi gibi. İnsanların büyük bir kısmı nezdinde bu durum inkar edilecek bir şey değildir. Hz. Peygamberin (s.a.v.) konu ise buna daha layıktır. Ancak Rabbi Onu terbiye etmişti ve terbiyesini de güzel yapmıştı. Bu yüzden şöyle buyuruyor: "vela te'cal bi'l Kur'ani min kalbi en yukda ileyke vahyehu / Sana onun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'anı okumakta acele etme." (Taha,114) Burada yüce Allah, Hz. Peygamberin (s.a.v.) Cebrail'den edep edinmesini emrediyor. Çünkü Cebrail, Ona salih amelle güzel sözü öğreten öğretmenidir.
Fasıl
Küllî insan hakikati itibariyle aziz Kur'andır. Onu nefsinin huzurundan birleyeninin
huzuruna indirmiştir. Bu da mübarek gecedir. Çünkü gayptir. Dünya seması ise en
korunaklı izzet hicabıdır ve ona en yakın semadır. Sonra orada bir ayırıcı var ederek ilâhî
hakikatlere uygun olarak bölümler halinde indirir. Böylece ona değişik hükümlerini verir.
İnsan bundan dolayı bilir. Rabbinden kalbine bölümler halinde iner durur. Ta ki orada birleşinceye ve perdeyi geride bırakıncaya kadar. Derken mekandan ve oluştan sıyrılır, gaipten kaybolur. Şu halde indirilen Kur'an Haktır. Nitekim yüce Allah onu hak olarak isimlendirmiştir. Her hakkın da bir hakikati vardır. Kur'an'm hakikati ise insandır. Nitekim Hz. Aişe'ye (r.a.) Hz. Peygamberin (s.a.v.) ahlakı sorulduğunda "onun ahlakı Kur'an'dı." cevabını vermiştir. Alimler, Hz. Aişe (r.) bu sözüyle "ve inneke leala hulukin azim I Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin." (Kalem,4} Ayetini kast etmiştir. Bu yolculuğu gerçekleştir, sonunda övgüyü hakkedersin.
Rivayet Yolculuğu / Allah taala ve ibret alma
Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Subhanellezi esra bi abdihi leylen mine'l
mescidi'l harami ile'l mescidi'l aksa'l lezi barekna havlehu li nuriyehu min ayatina / Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir." (İsra, 1)
Kulunu bir gece vakti kendisine götüren münezzehtir
Gizlediği ayetlerini görsün diye
Gaybında hazır oluşu gibi ve sarhoşluğu gibi
Ayıklığında. Ve de ispatında silinişi gibi...
Görürsün; onu ki sırları kendisinden oluşur
Dilerse onu engellemekte, dilerse bahşetmektedir.
Cömertliğinden açıkladıklarını ortadan kaldırmaktadır
Varlığıyla ve şekillerinden uzaklaştırıp yitirmekte.
Sahip ve hükümran efendi münezzehtir
Zatı, nitelikleri ve sıfatlarıyla.
Yukarıda örnek verdiğimiz ayette yüce Allah, işaret ettiği İsra yolculuğunu kendisinin
münezzeh oluşuna dair "subhane" ifadesiyle birlikte zikrediyor. Böylece bir vehim sahibinin
hayalinde canlanabilecek bir tasavvuru veya teşbih ve tecsim ehlinin Hak hakkında ileri sürdükleri yön, sınır ve mekan gibi algılamaları olumsuzluyor. Bu yüzden "kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye" buyuruyor. Burada Hz. Muhammed'i (s.a.v.) yolculuğa götürülen, bu yolculuğun rabbinin katından kendisine bahşedilen ilâhî bir bağış ve inayet olduğunu bilen olarak nitelendiriyor. Bu olay önceden kendisi için takdir edilmiştir ki, bunun sırrı aklına gelmediği gibi kalbinde de geçmemiştir. Olayın gece vakti olmasını da dilemiştir ki, Onun sevgi makamına özgü kılınmışlığı gerçekleşsin. Çünkü Allah, Onu dost ve sevgili edinmiştir. İsra kelimesi arap dilinde gündüz değil yalnızca gece yolculuğu anlamında kullanıldığı halde "gece" kelimesiyle tekit edilmiştir, bu hususta belirecek kuşkular bertaraf edilsin. Ta ki bazı kimseler onun ruh olarak geceleyin yolculuğa çıkarıldığını düşünmesinler. Yine bununla isra fiilinin gündüz vakti de olabileceğine inanan insanların bu düşünceleri de giderilmiş oluyor. Çünkü Kur'an Arapça nazil olmasına rağmen Arapça bilen bilmeyen bütün insanlara hitap etmektedir. Sevenler için en güzel zaman gecedir, çünkü gece onları bir araya getirir. Gece vakti sevgiliyle yalnız kalınır. Öte yandan gece vaktinin seçilmiş olmasının bir nedeni de Arapların bilmediği ve geleneklerinde de aşina olmadıkları ilâhî ayetlerin ilâhî nurlarla gösterilmesinin istenmesidir. Çünkü göz herhangi bir nesneyi özel olarak kendi ışığıyla göremez. Ancak karanlık ve aydınlık ile görebilir. Aydınlık eşyayı açığa çıkarır. Ancak aydınlığın da gözün ışığına galip gelmemesi gerekir. Eğer ışık gözün ışığına galip gelirse, göz için karanlıktan farksız olur, hiçbir şey göremez. Çünkü göz koyu karanlıkta karanlıktan başka bir şey göremez. O halde göz, mutedil bir ışıkla görür. Bu ışığın ortaya çıkardığı nesneleri algılar.
Ayetlerin görülmesi için göğe gündüz vakti çıkıldığını duyduğu zaman bir dinleyici, bu,
kendisi için bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü bu kendisi açısından malum olan bir
şeydir. Bu yüzden miraç gece vakti gerçekleşmiştir.
Ayette "gece" kelimesinin zikredilmesinin bir nedeni de isra/miracın peygamberin
(s.a.v.) mübarek bedeniyle gerçekleştiğinin vurgulanmasıdır. Çünkü "esra" (gece yolculuğu) ifadesi, kulun haline ilişkin bir açıklama bağlamında ayrıca gece sözünün
zikredilmesine ihtiyaç bırakmaz. Nitekim şair şöyle demiştir:
Ey Mudar'dan seçilmişe gidenler!
Siz bedenleri ziyaret ettiniz, biz ise ruhları ziyaret ettik.
"Kulunu..." ifadesinin başına "ba" harfi cerrinin getirilmiş olması, Allah ehli
muhakkiklere göre iki gerekçeye dayanmaktadır. Birincisi, zillet demek olan kulluk ile cer
ve kesra harfi arasındaki münasebettir. Çünkü her zelil kırıktır. Sonra kul kelimesini "huve"
zamirine izafe etmiştir. Bundan Hakka ait zahir bir isim belirmez. Ancak nakıs isimler belirir
ki onlar da ancak sıla (bağlaç-ismi mevsul)) ve ait (zamirin dönük olduğu isim) belirir, "huve" zamirinin dönük olduğu ifade müzmerdir. Müzmer ise hiç şüphesiz gaiptir. "Huve" zamiri burada müzmerdir. Yani gayp içinde gayptir. Gaybın gaybı der gibi, O O'dur denilmiş sanki. Bu da isra'nın şerefine işaret etmektedir.
Mescid-i Haram'ın ve Mescid-i Aksa'nm zikredilmiş olması da böyle bir anlamı
vurgulamaya yöneliktir. Kul kavramı bağlamında yaptığımız açıklamalarla örtüşmektedir bu
iki mescidin zikredilmiş olması. Buradaki cer harfi "ba"dır. Mescid ise, insanın secde ettiği
yer anlamında ismi mekandır. Secde kulluktur. Haram kavramı yasak ve engel ifade eder.
yani bu da kulluğu gerektirir. El-Aksa kelimesi uzaklık anlamını gerektirir. Kulluk rablık niteliklerinden en uzak olma halidir. Bu iki olguyu zikretmekle yüce Allah Peygamberi (s.a.v.) için en mükemmel şerefi seçmiştir. Yani yaratılmış bir varlığın sahip olabileceği en yüksek bir sıfatı zikretmiştir. Bu da kulluktan ve ona benzeyen cer harfleri ve Haram ve Aksa mescitleri gibi şeylerden başkası değildir. Yine peygamberi (s.a.v.) şereflendirdiği hususlardan biri de tam marifeti sağlayan bu küllî kulluk karşısında, kendisini kayıtlandıracak bir ismini zikretmemiştir. Çünkü burada zikredilen kulluk, tesir nitelikli ilâhî isimlerden herhangi biriyle kayıtlandırılmayı gerektirir mahiyette değildir. Aksine yükseklik ve tenzih bakımından denk bir uluhiyeti ister. Çünkü kul varlığın tümünden yükseldiği, ikrama nail olduğu zaman kulluğu ilâhî rabbani siyadet sıfatlarından arınır. Bu da kulluğun tenzihidir. Ama rububiyet sıfatlarıyla vasıflanırsa teşbih söz konusu olur. Teşbih ise onun helak olması demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Zuk inneke ente'l azizu'l kerim / Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin!" (Duhan,49)
Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Yetbaullahu ala külli kalbin
mutekebbirin cabbar / Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler." (Mümin,35)
Aynı şekilde uluhiyet, kul ile ilgili olarak mahlukatm varlığını gerektiren bir isimle kinaye mahiyetinde zikredildiğinde, bu, söz konusu isimlere muhatap olan kul için yücelik ve yükseklik ifade etmez. Çünkü bunlarda kulluğun gerektirdiği esere muhtaç olmaya benzer bir mahiyet bulunur. Dolayısıyla bu isra'da kulluğun bütün yönlerinin hakkı bulunduğu gibi, kula nispet edilen bu tamlığm gerektirdiği oranda uluhiyetin de eksiksiz hakkı bulunmaktadır. Bu yüzden "huve" zamiri kullanılmış, O Odur, anlamı ön plana çıkarılmıştır ki bunun anlamı gaybin gaybidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) kulluğundan sözünü ettiğimiz makama gelince, onu zikrettiğimiz gaybin gaybına İsra yoluyla götürdüler. Orada olan da hakkın makamını bir ve fert olarak müşahede eder. Çünkü sevgi kıskançlığı gerektirir.
Artık kul için bir etki kalmaz. Çünkü kul güç yetirendir ve üzerinde bir engel ve yasak da
yoktur. Orada kesinlikle sözünü ettiğimiz bu "huve" isminden başkası da zuhur etmez.
Vahiy gerçekleşince de yarenlik etmek şeklinde gerçekleşmiştir, çünkü gece vakti vuku bu-
lan bir olaydır. Konuşma meclislerinin en yücesi müsemere, yarenlik etme şeklinde
cereyan edenidir. Çünkü halvet içinde halvettir, naz, yakınlık ve seçkinlik mekanıdır. Orada
gördüğü ayetlere gelince bunların bazısı ufuklarda (dış alemde), bazısı da enfüste (iç
alemde}dir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Senurihim ayatina fi'l afaki ve fi enfusihim / İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz."
(Fussilet,53) Kabe kav-seyn ufuklardaki ayetlerdendir. Kulun efendisi karşısındaki makamı
bu ayeti gerçekleştirmiştir. "Ed-na=daha yakın" makamı ise; muhabbet ve "huve"ya has olma makamıdır, "fe evha ila abdihi ma evha / Allah kuluna vahyini bildirdi." (Zariyat,21) Bu ayet yarenlik makamıdır. O, Odur. Gaybin gaybidirin ifadesidir. Bunu şu ayet desteklemektedir: "Ma kezebe'l fuadu ma rea / Gördüğünü kalbi yalanlamadı." (Necnı,10) Ayette geçen "fuad" kalbin kalbidir. Kalbin görmesi gibi fuad'ın da görmesi vardır. Kalbin görmesi, başkasını hakka tercih edip ona yaklaşmak suretiyle haktan çıktığı zaman, kör olur. "Ve lakin ta'ma'l kulubu'l etifi's sudur / Lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur." (Necm.ll) Ama "Fuad" kör olmaz. Çünkü kevni tanımaz ve efendisinden başkasına da taalluk etmez. Efendisine taalluk edişi de ancak gaybin gaybi oluşu, yani O Odur, itibariyledir. Çünkü makamlar ve mertebelerla münasebeti bunu gerektirmektedir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ma kezebe'l fuadu ma rea / Gördüğünü gönlü yalanlamadı." (Hac,46) Çünkü göz çok kere yanılır. Gerçi bu söyleyeni için bir cehalet göstergesidir. Çünkü hükmeden hata eder, duyuların idrak ettiği değil. Dolayısıyla göz bir şeyi olduğundan farklı gördüğü için hata eder diyen kimseyi arkadaşı yalanlar ve bu sıfatı ondan nefyeder. Çünkü yalan teşbih ve çokluk aleminde geçerlidir. Burada ise kesinlikle teşbih yoktur. Burada kul her açıdan kuldur ve kullukta tamamen münezzehtir. O'nun O'su olan gaybin gaybi de öyle. Kendi nefsinde, iç dünyasında gördüğü ayetlere gelince, bu da fuad dediğimiz kalbin kalbinin aynı için gaybin gaybinin içinde kulluğun kulluğu ile O'nun O'suna benzer olmasıdır. Hiç kimse de bunu görmüş değildir. Ufuklardaki ayetler ise Hz. Peygamberin (s.a.v.) zikrettiği ve yıldızlarda, göklerde, yüksek miraçlarda, aşağı perdelerde gördüğü hadiseler, kalemlerin tasarrufu, istiva edilmiş arş, Allah'ın sidretu'l münteha'ya bürüdüğü şeylerdir. Bütün bunlar kula özgü kılınan bu makamın etrafındadır.
Kul, bu makamda gaybin gaybinin içinde ikame edilmiştir. Nitekim buna şöyle işaret
edilmiştir: "ellezi barekna havlehu / Çevresini mübarek kıldığımız." (İsra,l) Ancak makamın
bereketinden ayrıntılı olarak söz edilmemiştir. Çünkü tasvirin ötesinde bir şeydir. Benzerlik,
teşbih yoktur da ondan. İzzetinden dolayı İnsanların kapılıp götürüldükleri bir makamdır burası. Mescid-i Haram ise Mescidi Aksa'ya göre cehennemin yanında cennet konumundadır. "Cennetin etrafı zorluklarla, istenmeyen şeylerle çevrilidir." "evelem yerev enna caelna haramen aminen ve yutahattafu'n nasu min havlihim / Çevresinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim Mekke'yi güven içinde kutsî bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebut/67) "Cehennemin etrafı cazibeli, insanın canının çektiği şehvetlerle çevrilidir." "İle'l mescidi'l aksaellezi barekna havlehu /Çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya..." (İsra, 1) Dışın içi, için de dışı vardır. Bu yolculuk, sözünü ettğimiz gaybin gaybinin müşahede edilmesiyle sonuçlanır. Bu makamla ilgili konuşmak uzun zaman alır. O halde dizginleri çekiyoruz ve yukarıda yer verdiğimiz işaretlerle yetiniyoruz. Allah gerçeği söyler ve doğru yola O iletir.
İmtihan yolculuğu
Göründüğü kadarıyla Yukarıdan aşağıya ve yakınlıktan uzaklığa düşüş yolculuğu. Bir
önceki yolculuğun zıddı gibi görünmesine rağmen, aynı güçte olmamakla birlikte o
yolculukta olanlar bu yolculukta da vardır.
Yüce Allah, Adem ve Havva'ya ve ikisiyle birlikte inenlere hitaben şöyle buyurmuştur:
"Kul nahbitu minha cemian / Dedik ki: Hepiniz cennetten inin!" (Bakara,38) İlk babanın ruhaniler arasındaki yolculuğundan söz etmiştik. O Adem'in ve alemin babasıdır. O Hz. Muhammed'in (s.a.v.) hakikati ve ruhudur. Şimdi de cismanî babanın yolculuğundan söz edelim. O Muhammed'in (s.a.v.) ve özellikle bütün Ademoğullarının babasıdır. Adem oğullarının her biri bu açıdan arkadaşının hem babası hem de oğludur. Bil ki-Aüah bizi ve seni muvaffak etsin- yüce Allah bir işi yapmak istediği zaman, anlayanı için ona bazı alametlerle işaret eder. Bu da o şeyin var edilmesine yönelir. Bunlara varlığın öncülleri adı verilir ki şuur ehli olanlar bunları fark ederler. Bu olay çok kere maddi alemde varlık bünyesinde ortaya çıktığında uğursuzluk addedilir. Özellikle bir yerde ona uygun olmayan bir şey zuhur ettiğinde. Çünkü insanlar zuhur eden şeye uygun bir şeyin zuhur etmesinden korkarlar. Bu ise Araplar nezdinde uğursuzluk ve fal olarak isimlendirilir. Meydana gelen olay nefsin benimsediği, hoşnut olduğu bir şeyse buna uğur adı verilirken, nefsin hoşlanmadığı bir şey olduğunda ise uğursuzluk olarak nitelendirilir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.) bir şeyi uğun saymayı severdi. Bunu derken güzel sözü kast ediyoruz, uğursuzluktan da hoşlanmazdı. Yani bir şeyin uğursuzluk olarak kabul edilmesini sevmezdi. Araplar nezdinde uğur iyi, uğursuzluk ise kötüydü. " ve neb-lukum bi'l Hayri ue'ş şerri fitneten / Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz." (Enbiya, 35) Her şeyin faili sadece Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de yüce Allah'ın icra ettiği kaderin bir yansımasının uğursuzluk olarak nitelendirilmesinden hoşlanmazdı. Çünkü kaderin gereği olarak gerçekleşmiş bir şeyden hoşlanmamak uluhiyete karşı saygısızlık anlamına gelir.
Takdirin gereği olarak gerçekleşen şeylerden insanın amacına uygun olmayanları hamd
ile, teslimiyet ve rıza ile, boyun eğmek ile karşılamak en iyisidir. Allah'ın indirdiği felakete
göre savdığının daha büyük olduğunu görmek lazımdır. Bu gibi durumlarda Ömer b.Hattab
(r.a) şöyle derdi: Allah başıma ne zaman bir musibet indirmişse, mutlaka bunda Allah'ın bana yönelik üç nimetinin olduğunu görmüşü m dür. Birincisi bunun dinimle ilgili olmaması, ikincisi, bu felaketin gerçekleşmesi, ama daha büyüğünün gerçekleşmemiş olması, üçüncüsü, bundan dolayı bana ecir verilecek olması ve günahlarımın silinmesi."
Bulunduğu huzura ve yüce Allah'ın kendisine verdiği musibeti algılayışına bakın! Allah
ondan razı olsun.
İş bu şekilde cereyan ettiği için onu adet ve tecrübe yoluyla bildik. Ama Adem'in
öncesinde uygulanan bir adet, bu hususla ilgili yaşanmış bir tecrübe yoktu. Bu yüzden Hz.
Adem (a.s.) olayı algılayamadı. Allah'ın bir ağacın meyvesini ona yasaklaması gibi. Oysa
cennetin konumu yasak gerektirmiyordu. Orada istediğini yiyor ve dilediği yerde
barınıyordu. Yasağı gerektirmeyen bir yerde böyle bir yasak gerçekleşince, bu etkinin
hakikatinin ortaya çıkmasının zorunlu olduğunu, onun genişlik ve rahatlık aleminden darlık
ve yükümlülük alemine indirileceğini anladık. Eğer Adem (a.s.) bunu bilseydi, cennette
kaldığı süre içinde huzurlu olamazdı. Adem'in kendine nispet ettiği nitelikler arasında
"rabberıa zalemna enfuse-na/ Rabbimiz, biz kendimize zulmettik." (Araf,23) ayetinde
geçen "zulüm" de yer alıyor. Çünkü senin, açıklık ve serbestlik yurdunda yasak ve engele
yönelik işaretini algılamamıştı. Bu yüzden nehyedildi, icabi emre muhatap kılınmadı. Bir kere sulbünde muhalif evlatlarını ve itaatkar evlatlarını birlikte taşıyordu. Muhalif
evlatlarının hareketlerinin etkisiyle o aykırı hareketi sergiledi. Fakat muhalif evladını
süblbünden çıkardıktan sonra, Adem'in (a.s.) rabbi-ne karşı geldiğine dair herhangi bir bilgi
ulaşmamıştır bize. Öte yandan "ve asa ademu rabbehu / Adem rabbine asi oldu."
(Taha,282) buyurularak asi olarak sadece Adem'den söz ediliyor. Oysa yasak her ikisine
yönelikti ve yasak fiili de ikisi birden işlemişti. Bunun nedeni eşinin Adem'in bir parçası olmasıdır. Sanki orada sadece o varmış gibi. Ayrıca Adem Havva'ya göre yasağı
hatırlamaya daha yakındır, ama unutmuştur. Kadın erkeğe göre daha unutkandır. Nitekim
şahitlikte iki kadın bir erkek hükmünde kabul edilmiştir, çünkü yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "fein lem lekuna reculeyni fe reculun ue'mreetani mim-men terdavne mine'ş
şuhedai en tedille ihdahuma fe-tuçekkire ihdahuma'l uhra / Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile-biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için-iki kadın olsun." (Bakara,282) Çünkü kadın erkeğin yarısıdır. İki kadın ise iki yarı eder. İki yarı tam bir oluş demektir. Dolayısıyla iki kadın bir erkektir. Kadının yaratılışı eksik, gelişimi eğridir. Çünkü kaburgadan yaratılmıştır. Bu yüzden ifadeden çıkarılmış, zikredilmemiştir.
Buna karşılık Adem (a.s.), Havva ile ilgili olarak anlattıklarımızın tam aksi bir mahiyete sa-
hip olduğu için, zikredilmiştir. Adem'in (a.s.) unutmasının kaynağı, yüce Allah'ın ona haber
verdiği İblis'in düşmanlığıydı. Adem (a.s.) bir kimsenin Allah'a yalan yere yemin edeceğini
düşünemiyordu. İblis, kendilerine söylediği şeylerde amacının onlara nasihat etmek
olduğunu Allah'a yemin ederek söyleyince onlar yasaklanmış ağacın meyvesini yediler.
Burada, bir mesele ile ilgili nass olduğunda içtihada yer olmadığına yönelik bir uyarı vardır.
Ayrıca İblis'in Havva'ya düşman olması, onun için bir mutluluk müjdesidir. Çünkü Havva Şeytanın hizbinden olsaydı, İblis ona düşman olmazdı. Yergi kesbin suretiyle ilintilidir, kesbeden faille değil. Eğer yergi kesbedene yönelik olsaydı, biz günahkarlara buğzederdik.
Biz onların günahlarından ikrah ediyoruz. Masiyet, yani Allah'a isyan etme her zaman ikrah
edilen bir şeydir. Aynı şekilde günah işlenmesinin aracı olan sebebden de ikrah etmeyiz.
Çünkü bu sebebin haramlığı nes-hedilebilir, helale dönüşebilir. Bu takdirde kerahet de
ortadan kalkar. Eğer ikrah sebebe bizzat kendisi için söz konusu olsaydı, her zaman ikrah
edilen bir şey olurdu. Şu halde yerginin bir şeye taalluk etmesi çok ince, gizli ve izafi,
neredeyse sabit olmayan bir olgudan kaynaklanır. Aynı durum, harad, Övgü için de
geçerlidir. Bu noktayı iyi anla. Mutezile ekolü bu meseledeki sırrı anlamıştır. Eşariler de farkına varmışlardır. Çok ince ve güzel bir sırdır bu. Bu mesele üzerinde iyi bir tahkik gerçekleştirirsen, mutezilenin vardığı sonuca sen de varırsın.
Biz meselemize dönelim. Diyoruz ki: Adem ve Havva'dan bu tavır sadır olunca,
yeryüzüne indirildiler. Bu zahiren Allah katından başlayan bir yolculuktur. Yine İblis için de
O'nun katından başlayan bir yolculuktur. İblis bu yolculuğunda kendisine daimi mutsuzluk
olarak yansıyacak hakimiyet ve rahatla karşılaşmış, Adem ise, kendisine mutluluk olarak
yansıyacak zorluk, yorgunluk ve yükümlülük ile karşılaşmıştır. Adem'in çıktığı bu
yolculuğun İlletlerinden biri, nefsinin şehvetinden kulluğunun marifetine yolculuk etmesidir.
Çünkü cennet salt şehvetlerin (insanın şehvetle arzu ettiği şeylerin) yeridir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Lekıımfiha ma teştehi enfusukum /Orada sizin için canlarınızın
çektiği her şey var." (Fussilet,31) Dünyada Adem'in giysisi ikmal edilir. Çünkü cennette tek
bir giysisi vardı. Ama takva giysisisin tadını bilmiyordu. Cennet takva yeri değildir,
bütünüyle nimet yurdudur. Takva, sakınılması gereken şeylerin varlığını gerektirir. Bu
yüzden cennette takva olmaz.
Adem'de (a.s.) takva elbisesi yoktu. Bu arada yasaklama gündeme geldi. Fakat o
sakmcağı şey hakkında herhangi bir bilgiye sahip değildi. Takva şu dünya yurdunun ve
cennet dışındaki yurtların sıfatıydı. Adem (a.s.) cennetten indirilince, üzerine yaratılış sırrı
elbisesi ve takva elbisesi indirildi. Ardından bazı şeyler yasaklandı, bazı şeyler emredildi
ve yükümlü tutuldu. Bundan sonra bu elbisenin koruyuculuğuna muhalefet etmek gibi bir
durum onun hakkında tasavvur edilmez oldu. Böylece onun şu dünya yurduna inişi,
yaratılışının ve mertebesinin tamamlanış süreci olarak belirginleşti. Ardından cennete
yolculuk etmesi de mertebesinin ve nefsinin kemalinin göstergesi olmuştur. Dünya
tamamlanma, ahiret kemal bulma yurdudur. Kemalden sonra ulaşılacak bir maksat yoktur.
Aslında ahiret yurdundan öte bir yurt da yoktur. Adem (a.s.) bu yolculuğunda, yükümlülük
cihetiyle kesbi bilgilerle donanmaya başladı, ki bunları yükümlülük olmadan elde etmesine
imkan yoktu. Çünkü dünya kul için tamamlanma, fikri bilgilerle donanma yurdudur ve
bunları ancak dünya verebilir. Cennet hayatı ise bütünüyle keşiftir. Bir kimse tedbir, tafsil,
güzel, daha güzel, daha evla, daha yakışır gibi marifetleri ve tertip marifetini başlangıçta
edinir. Bunun gerçekleşmesi ise ancak dünya ile mümkündür. Çünkü dünya hayatı
yoğundur. Keşfi engelleyen buharlar vardır. Bu noktada bir güce ihtiyaç vardır. Bu güç de
ancak bu engellerin varlığından dolayı verilir. Eğer bu engeller olmasa bu güç
verilmeyecektir. İşte bu süreç kulun tamamlanmasının bir gereğidir. Nitekim Sehl b.
Abdullah şöyle demiştir: "Aklın insan için tek faydası, özellikle şehvetin insan üzerindeki
hakimiyetine son vermesidir. Şehvet galip gelince akıl ortada hükümsüz kalır." Sehl'in bu
sözünü destekleyen bir husus da bizim sırların keşfi esnasında gördüğümüz bir olaydır.
Şöyle ki: Yüce Allah münezzeh ilhamıyla sırlarımız içinde bize gösterdi ki, melekler
marifetler içinde yaratılmışlardır. Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar da marifetler ve şehvet içinde yaratılmışlardır. Bu yüzden söz konusu varlıklar bilmelerine ve kıyametten korkmalarına rağmen şehvetlerinden vazgeçmezler. Korkması, varacağı akıbetle ilgilidir.
Bununla beraber biz insanlardan muhalefetin sadır olduğunu görüyoruz. Bir adam birinin
eşeğinin kafasına vurduğunu görür. Engel olmak ister. Eşek ona der ki: Bırak; çünkü onun
kafasına vurulacaktır... İnsan ise zaruri marifetler, şehvet ve akıl içinde yaratılmıştır. O aklıyla şehvetini geri savar. Adem'in (a.s.) işlediği günah ve çıktığı bu yolculuk bağlamında
donandığı şeylerden biri de Rabbinin isimleri, bu isimlerin eserleri ve onları müşahede etmesidir, ki bundan önce onları bilmiyordu. Bu da Allah'ın Gafir (bağışlayan) ismidir. Bu ismin eseri de mağfiret (bağışlama)tir. Allah aynı zamanda çok bağışlayan (Gafur)dır. Adem'in makamı itibariyle işlediği masiyet şiddetli olmakla birlikte başkasının işlediği yüz bin masiyetin gerektirdiği sonuçlardan daha fazlasını gerektirir. Allah, bu başkaları hakkında Gafur (çok bağışlayan)dur. Bu açıdan Adem için de gafurdur. Ama bir tek muhalefeti gerçekleştirmesi açısından da ga-fir'dir. Bu masiyet onun gerçekleştirdiği bir tevilden de kaynaklanmış olabilir. Eğer yasağı unutmuş olsaydı, kesinlikle cezalandıramazdı. Onun unuttuğu şey, bizim yukarıda zikrettiğimiz husustu. Öte yandan seçilme, tevbe, istiğfar, af, korku ve korkudan sonra gerçekleşen emniyet duygusuyla da donanmıştır. Ki bu dost edinmekten çok daha lezzetlidir. Bu yolculuk onun için terkib, inşa ve tahlil olgularını öğrenmesini sağlamıştır. Bununla kendi bünyesinin devirlerin peş peşe gelmesiyle, parça parça neşet ettiğini öğrenmiştir. Fakat cennetteki oluş bundan tamamen farklıdır. Çünkü yüce Allah cenneti bakanların seyrine sunmuştur. Cennette ilgi lezzetlere ve nimetlere yöneliktir. Dünyada ise daha fazla bilmeye ve araştırmaya yöneliktir. Bu yüzden insanın orada (cennette) bilemeyeceği şeyi burada (dünyada) bilir. Bu yolculuk buna benzer bir çok şeyle sonuçlanır. Bir çok yolculuk vardır. Sözü fazla uzatmış olmaktan korktuğum için bunları anlatmak istemiyorum. Adem oğlunun gerçekleştirdiği bu yolculuk çok şeyi ihtiva etmektedir, her birini anlatmak için bir divan ayırmak gerekir. Aynı durum bu kitapta anlattığımız ve anlatacağımız tüm yolculuklar için geçerlidir. O halde anlatmadıklarımızı uygun bir şekilde anlattıklarımıza ekle, inşallah doğruyu bulursun.
İdris Aleyhisselam'ın Yolculuğu
Mekan ve Mevki olarak izzet ve yükseklik yolculuğu
Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "vezkur fi'l kitabi idrise innehu kane sıddiken
nebiyya. Ve re-fe'nahu mekanen aliyya / Kitapta İdris'i de an. Hakikaten o, sıddık (pek doğru) bir insan, bir Nebiydi. Onu üstün bir makama yücelttik." (Meryem,56-57)
Söylendiğine göre, Adem oğulları içnde ilk defa kalemle yazı yazan odur. Yüceler alemi
kaleminin desteklediği ilk kişi o'ydu. Bir gece vakti yedinci semaya kadar götürüldü. Bütün
gökleri kuşatacak konuma geldi böylece.
Biliniz ki, yüce Allah bütün gökleri, alemde gerçekleştirdiği cevher, araz, küçük,
büyük, durura ve intikal gibi özellikleriyle tüm varlıklara taalluk eden gaybi ilimlerin mahalli
kılmıştır. Her göğün görevlisine verilen bir ilim mutlaka vardır. Yüce Allah, bu emrin
yeryüzüne inişini de göğün feleklerinin hareketlerine, yıldızlarının sekizinci feleğin
dairesine girişine bağlı kılmıştır. Bu yedi göğün yıldızları için de toplanmalar, ayrılmalar,
çıkışlar ve inişler öngörmüştür. Her birinin etkisinin de farklı olmasını sağlamıştır.
Bunlardan kimisi ile diğer yıldızlar arasına münasebetler var etmiş, kimisi ile başka yıldızlar
arasına ise külli anlamda birbirinden kaçış, itiş olgusunu yerleştirmiştir. Şöyle ki bunlardan
birine, bir başkasına yerleştirdiği özelliğin zıddını yerleştirdiğinde itiş, kaçış gerçekleşir.
Ama bu onların düşman olmalarından kaynaklanan bir itiş değildir. Aksine bunun
temelinde, yüce Allah'ın onların yaratılışlarının özü kıldığı hakikatler yatar ki, bu itişi, kaçışı
gerektiren bu hakikatlerdir. Ve bu özellik onları rablerine itaat etmekle, O'nu tenzih etmekle
uğraştırır. Bunlar emrettiği şeyler hususunda Allah'a isyan etmezler. Nitekim rivayetlerde
belirtildiği gibi yüce Allah cehennem bekçisi Malik'i hiç gülmeyecek özellikte yaratmıştır.
Buna karşılık Rıdvan adlı melek ise sevinç ve neşeden yaratılmıştır. Her ikisi de salih
kullardır, Allah'a itaat ederler ve aralarında düşmanlık ve kin yoktur. Şu kadarı var ki, etkiler burada, aşağı alemde, söz konusu hakikatlerden kaynaklanırlar. Bizde ise bir takım gayeler vardır. Aramızda kıskançlıklar ve düşmanlıklar meydana gelir. Bütün bunların temeli sözünü ettiğimiz hakikatlerdir. Bunlar içinde birbirini itmeyen uyumlu olgulara gelince, bunun nedeni bunların birbirlerinin zıddı olarak değil, farklı olarak var edilmiş olmalarıdır. Her zıt farklıdır, ama her farklı zıt değildir. Söz gelimi yedinci göğe vekalet eden, altıncı göğe vekalet edenin zıddıdır. Hatta yedinci göğe vekalet eden meleğin bildikleri, bu göğe hükmetme vaktinde yedinci göğe vekalet eden meleğe ulaştığında, bu melek altıncı göğe vekalet eden meleğin ıslah ettiğini bozar. Aynı durum, yedinci göğe vekalet eden meleğin bozduğunu ıslah eden altıncı göğe vekalet eden melek için de geçerlidir. Bu meleklerin hiçbiri bozduğunu bilmez. Bilakis, fiili itibariyle ıslah ettiğini söyler.
Çünkü rabbinin emrini yerine getirmiştir, kendisine tevdi edilen görevi gerçekleştirmiştir.
Bu, yüce Allah'ın göklere vahiyle bildirdiğini söylediği emirdir: "Ve evha Ji külli semain emreha /Ve her göğe görevini vahyetti." (Fussilet, 12) Bu kadarıyla ünsiyet kurup akit açısından eleştirilmeyeceğim bildiğine göre, "ue'n nücumu-musehharatun bi emrihi / Yıldızlar da O'nun emriyle hareket ederler." (Nahl,12) ayeti ve benzerleri ne anlam ifade ederler? Allah alemin bir kısmını diğer bir kısmına musahhar kılmamış mıdır: "Ve refa'na ba'dahum favke ba'din derecatin li yettehize ba'du-hum ba'den suhriyya / Birbirlerine i ş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." (Zuhruf,32) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Ve sahhare lekum mafi's semauati ve mafi'l ardi / O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini size boyun eğ-dirmiştir." (Casiye,13) Burada yüce Allah, yerde olduğu gibi gökte de bizim için musahhar kılınan şeyler olduğunu zikretmektedir. Bir müslümanm göğe işiyle ilgili olarak vahyedilenleri ve aleminin hangi hususta musahhar kılındığını bilmesi akidesi açısından bir kusur sayılmaz. Eğer öyle olsa dünyadan da, gökten de kovulması gerekir. Bir her zaman, yüce Allah'ın bizim için var ettiği ve bize tanıttığı sebeplere koşarız. Ama onların musahhar kılındığını düşünürüz, asıl fail olduklarını değil. Allah'a sığınırız. O'na hiç kimseyi ortak koşmam. Yüce kanun koyucu (sari) fiillerin yıldızlara ait olduğunu, Allah'a ait olmadığını, Allah'ın fiilleri onlarla yaptığını düşünenleri tekfir etmiştir. İşte bu küfürdür, şirktir. Bunların musahhar kılındıklarına ve Allah'ın onlar üzerinde hükmünü icra ettiğine inananlar ise tekfir edilmezler. Daha doğrusu yüce Allah'ın onlara yerleştirdiği özellikler ve onlara vahyettiği işler, onlarla terettüp ettirdiği hükümler cihetiyle baktığımızda, aksine inanan kimse bir çok hayrı ve büyük bir ilmi kaçırmış olur. zaten haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır.
Bil ki, İdris Aleyhisselam, Allah'ın kendisine vahyettiği ilimle bildi ki, yüce Allah alemin
bir kısmını bir kısmına bağlamış, bir kısmını bir kısmının hizmetine verip musahhar
kılmıştır. Bu bilgiye dayalı olarak bildi ki, rükünler alemi üreyen, türeyen olgulara
mahsustur. Sonra yıldızların menzillerde toplanışlarını ve ayrılışlarını gördü. Oluşların ve
feleklerin hareketlerinin farklılığını gördü. Sonra hızlı hareket edeni ve yavaş hareket edeni
gördü. Anladı ki, yürüyüşünü ve yolculuğunu yavaş hareket edenle beraber
gerçekleştirdiğinde hızlı hareket eden hükmü altına girer. Çünkü dairesel bir hareket
vardır, düz bir çizgide devam eden doğrusal bir hareket yoktur. Bu yüzden küçük ve hızlı
olanın hareketinin kendisine dönmesinin kaçınılmaz olduğunu fark etti. Düşüşe komşuluk
etme neticesinde hızlı hareket edenin faydasını anladı. Bütün bunları ancak yedinci gökte
görebildi. Orada otuz sene kaldı, burçlar feleğinin minderine kurulmuş, bu feleği döndüren
vekilin merkezinde, döndürücü feleği taşıyan felekte onunla birlikte dönüp durdu. Taşıyıcı
felek döndürme feleklerine aittir. Burçlar feleği onunla döner. İdris aleyhisselam, Allah'ın gökte vahyettiğini gördükten sonra yıldızların yengeç burcunda toplanmaya yakın olduklarını anladı. O zaman bildi ki, yüce Allah'ın büyük bir su ve her yeri kaplayan bir tufan indirmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu hususta gerçek bilgiye ulaşmıştı. Bunun üzerine feleğin incelikleri içinde yürümeye başladı, bunun neticesinde mücmeli ve mufassalı bildi. Sonra bulunduğu yerden indi, kendini dininin ve şeriatının mensuplarından zeki ve anlayışlı olduklarını bildiği kimselere adadı. Onlara müşahede ettiklerini, yüce Allah'ın bu yüceler alemine yerleştirdiği sırları öğretti. Yüce Allah'ın bu göklere vahyettikleri kapsamında büyük bir tufanın meydana geleceğini, insanların helak olacağını, ilmin unutulacağını bildirdi. Ama kendisi bu ilmin kendilerinden sonra gelecekler arasında baki kalmasını istedi. Bunun kayaların ve taşların üzerine yazılmasını emretti. Sonra Allah onu yüksek bir mekana çıkardı. Güneş feleğine indi. Burası semavi feleklerin ortası sayılan dördüncü semadır. Dolayısıyla kalp konumundadır. Çünkü üstünde ve altında beşer küre vardır. Yüce Allah, İdris aleyhisselam'ı kendisine yükselttiği yolculuğunda ona kutupluk ve sebat makamını verdi. İşin onun etrafında dönmesini, çıkanın ve inenin onun yanında toplanmasını sağladı. Bu yolculuk neticesinde zaman ve dehr ilmini, bunların akışı içinde olup bitenlerin bilgisini elde etti. Zaman ilmi, bahşedilmiş ilimlerin en görkemlisidir. Gece ve gündüzün ruhaniyetini ve bu ikisinde karar kılan şeylerin ilmini de elde etti. Dolayısıyla kalbinin alemine yolculuk yapan kimse İdris'in çıktığı yolculuğa benzer bir yolculuğa çıkmış olur. En görkemli melekutu bizzat gözlemler, en azametli ceberut kendisine tecelli eder. hayat sırrını da gözlemler. Ki bu sır hayatın ruhudur ve hayatın bütün canlılara sirayet edişinin aracıdır. Çok ruh ile az ruhu birbirinden ayırır. Her hak sahibine hakkını verir.
Aşağı nakışlarını ve ruhunun ulvi mertebelerini yazanı, teferruatların köklerden doğuşunu,
sonra teferruatların köklere geri dönüşünü, kevnin suretini, dönüşün hikmetini ve benzeri
bilgileri öğrenir. İdris Aleyhisselam'ın yolculuğu hakkında bu kadar açıklama yeter.
Kurtuluş Yolculuğu
Nuh Aleyhisselam'ın Yolculuğu
Nuh (a.s.), yüce Allah'ın takdir ettiği ve hükmünü icra ettiği Kur'an'ın vaktinin
yaklaştığını ve bunun da yengeç burcunda gerçekleşeceğini öğrendi. Bu burç sıvı
mahiyetlidir. Allah dünyayı bu burçtan yaratmıştır. Dolayısıyla değişken, sebatı olmayan bir
burçtur. Burcun özelliği bu olunca dünyanın özelliği de ona benzemiştir. Bundan dolayı yüce Allah dünyanın yok olmasını ve ahiret yurduna dönüşmesini dilemiştir. Tıpkı üzerine doğan burcun değişkenlik özelliği gibi. Onun burcu ise, sabit bir burç olan aslan burcudur. Bu, her şeyi bilen Allah'ın hikmetinin göstergesidir. Böyle olunca Nuh (a.s.) gemiyi inşa etmeye başladı. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) alameti Kur'anda ve tufanda değildi. Muhtemelenashabından alim olan bazıları da bu ilmi idrak ettiler ve ona ortak oldular. Allah onun alametini fırın kıldı. Eğer Kur'anı söylemiş olsaydı, bu ilim olurdu, alamet veya ayet değil.
Bu yüzden kavmi onunla alay etti. Muhtemelen zamanının bilginleri de onunla alay ettiler.
Derken olanlar oldu. Oğlu ona katılmadı. Çünkü o salih olmayan ameller işleyen biriydi. O
da suda boğulanlardan oldu. Nuh (a.s.) ashabıyla birlikte yola çıktı. Gemiye her çiftten ikişer tane aldı. "ve ka-le'rkebu fiha bismillahi mecraha ve mursaha inne rabbi le gafurun rahim / Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." (Hud,41) Fırın kaynamaya başladıktan ve yüklüler yüklerini attıktan sonra iki suyun, yerin ve göğün suyu arasında helak oluş hali gerçekleşti. Gemi onları dağları andıran dalgalar arasında alıp gütürdü. Nuh (a.s.) seslendi: " Ya buneyye'r keb meana / Ya-vurucuğum! Bizimle beraber bin." (Hud,42) Oğlu şu karşılığı verdi: "Seavi ila cebelin ya'simuni mine'l vnai I Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım." (Hud,43) Nuh (a.s.) şöyle dedi: "La asime'l yeume min emrillahi illa men rahime / Bu gün Allah'ın emrinden, merhamet sahibi Allah'tan başka koruyan yoktur." (Hud,43) Korunanlar da gemiye binenlerdir. Çünkü Nuh (a) şöyle dua etmişti: "La tezer ala'l ardi mine'l kafirine deyyaren / Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma." (Nuh,26) Bu duayı önceden yapmıştı ve duası da kabul edilmişti. Dağa sığınanlar ve gemiye binmeyen herkes suda boğuldu. Sonra gaybi bir ses havadan geldi. Çünkü seslenen seslenişi esnasında kendisini zikretmiyor. İfade de "dedi" şeklindedir "seslendi" şeklinde değil, çünkü yakındadır. Derken yer suyunu yuttu, gök de suyunu çekti. Sular çekildi.
Kurtuluş gemisi de ilâhîliğinin bir işaret olarak Cudi dağına oturdu. Nuh (a.s.) bu makamda
şu sözü söyledi: "Bu'den li'l kavmi'z zalimin /zalimler topluluğu helak olsun" (Hud,44)
Zalimler derken Nuh'la alay edenler kast ediliyor. Bil ki, yüce Allah, hakkın bu menzilde,
yani Nuh Aleyhisselam'm menzilinde ikame ettiği bu latif sırrı sonlandırmıştır. Nitekim senin gemine de şekil vermiş, kendi eliyle ve vahyiyle onu yapmıştır. Geminin yapılışı O'nun vahyi ile gözünün önünde gerçekleşiyordu. Yani, onu göreceğim şekilde korunuyordu, demek istemiştir. Allah diyor ki: Hak sana bu makamdan, özellikle pişmanlık ve dönüş makamından inmedikçe sen kimsin!
Hiç şüphesiz durmadan kötülükleri emreden nefsin, şeytanın, dünyan ve hevan, şu
gemiyi, yani kurtuluş hayatını inşa ettiğin sürece seninle alay ederler. Senin yanındaki fırın
ki ateşin yeridir, onlara kendisinden suyun çıkacağını söylemez. Çünkü onlar her
bakımdan karşıt olan bir şeyin karşıtıyla aynı mahalde buluşmayacağına kesin olarak
inanırlar. Seninle alay ederler ve ateş ile suyun yerini ayırt edemiyorsun diye senin aklının
noksan olduğunu söylerler. Bunun nedeni alemin cevherini ve suretini bilmemeleridir. Eğer
ateşin cevherde bir suret olduğunu, suyun da cevherde bir suret olduğunu bilselerdi, alay
etmezlerdi.
Onlar ateşin bir cevher, suyun da bir cevher olduğunu, sonra birbirlerinin karşıtı
olarak belirginleştiklerini düşünüyorlar. Bu yüzden Nuh'un sözlerini imkansız buldular ve onunla alay ettiler. Sen gemini inşa etmekle meşgulsün, yani kurtuluş gemini.
Hazırlanman, Allah'ın emrinden dolayı ve Allah'ın emri içindir. O da "ben"dir. Alay edenlere
söyle: Eğer bir şeyde helak olurlarsa, onda helak oldukları için ebediyen ondan
çıkamazlar." Ayrıca "ba" ile gemine bin, ki o Allah'ın ismidir. Tevhid "elifini "ba" ile "sin"in
arasına "isim"le yerleştir. Çünkü sen bunda "rahman rahim"i göremezsin. Biz senin
geminden geri kalırız. Çünkü onun yüzmesi "ba" iledir ve "ba" da koruyucudur. İlâhî
cömertlik sahiline demir atması da "ba" iledir. Çünkü cömertlikle (cud) varlık (vücud) zuhur
etmiştir. Nitekim gemidekiler de Cudi'de zuhur etmişlerdir. Gemine her çiftten ikişer tane al, üreyip çoğalmaları için. Eğer ulvi alemi süfli alemle çarparsan sen ve bütün türeyişler oluşur. Bu yolculukta iki çifti elde etmek kaçınılmazdır. Çünkü bu helak seferidir.
Hayatın his ve anlam olarak onlardan meydana gelmiş olması hasebiyle su ilmin
benzeridir. Onlar da ilmi reddettikleri için su ile helak edildiler. Su da fırından fışkırmıştı.
Çünkü onlar fırından suyun çıkmasını inkar etmişlerdi. İlimden de Nuh'un bedeninin
fırınından fışkırıp onun lisanından kendilerine hitaben zuhur eden ilmi inkar etmişlerdi.
Ama onun mutlak nur olan anlamının müterciminden başka bir şey olmadığını
bilmiyorlardı. Çünkü bir fırın aracılığıyla başka bir fırından fışkıran suyu görmekten alıkonup perdelenmişlerdi. Onun (tennur) aslında nur olduğunu, hayatın bedenin var
olmasıyla tamamlanması anlamında başına "ta" harfinin geldiğini (te'n-nur) bilmiyorlardı.
Böylece bir tennura, yani mülkü eksiksiz bir nura dönüştü. O halde bu, görüntüsü ateş (nar), bir nurdur.
İmkansızlığın değişmesine gelince, aslında bilmedikleri şey kendileriyle beraberdir.
Şöyle ki: Eğer fırına baksalardı, ondaki su kaynağını ve aralarında her bakımdan bir
karşıtlık da olmadığını göreceklerdi. Çünkü soğukluk kapsayıcıdır. Onlar genelde Allah'ın
tabiata yerleştirdiği sırrı, özelde de fırının sırrını bilmiyorlardı. Bu yüzden helak oldular.
Nuh'un hitap ettiği herkes fırından fışkıran su ile helak olmuştur. Çünkü sadece onu inkar
etmişlerdi. Alemin geri kalanı ise hem fırının suyu ile hem de gökten inen su ile helak edildiler. Gökten inen su ise dolap suyu gibi devri daim halindedir. Zemherir imbiğinden damlar. Sonra yayılmak suretiyle güvenli yerine döner. Allah'ın helak etmesi de ateşle olur.
Ancak burada aracının resullüğü söz konusudur; yüce Allah, ateşi suda gizlemiştir. Çünkü
henüz ortaya çıkmamıştır. Derken ateş nemi ve boharı çıkarır ve bunlar yükselmeye
başlarlar. Böylece ateş buhara dönüşür. Ateş sudan çıkınca havada bir döngü işlevini
görür. Yükselmeye devam eder, zemherir dairesine ulaşıncaya kadar. Oradan aziz ve alim
olan Allah'ın takdiriyle yağmur damlaları şeklinde yere iner. Ortada bir takdir daireleri vardır. Dünyada devamlı surette bir inşa devri daimi vardır. Ahirette ise yoktur. Bu yolculuk, iki çiftin üremesi ile ilgili geçerli kader ile birlikte ilâhî hikmete uygun olarak sonuçlanır. Bu yolculuktan çıkan bir sonuç da şudur: Eğer ilâhîlik yüce bir varlık değilse ona intisap etmek sahih olmaz, yine sonuç olarak belirginleşir ki, cömertlik kurtuluşu oluşturan bir illettir. Duymadınız mı; Musa aleyhisselam, kavminin helak olmasını isteyince onların cimri olmaları yönünde beddua etmiştir! Nitekim cimrileştiklerinde helak oldular. Bundan da anlıyoruz ki, alemdeki her oluşun gerçekleşmesi için bir sözün ona yönelmiş olması gerekir. Söz, faili belirtilmeden kullanıldığında gaybin gaybı suretinde belirir: "Ve cie yevmeizin bi cehenneme / O gün cehennem getirilir." (Fecir,23) Yine uzak anlatım olarak şöyle denmiştir: "ve kile ya ardu'blai maeki / Ey yer suyunu yut!" (Hud,44) Bazen "biz dedik..."ifadesinde olduğu gibi "ben" ile ifade edilir. Bazen "Allah dedi..." ifadesindeki gibi uluhiyetle dile getirilir. Bazen "rabbin dedi..." ifadesinde olduğu gibi ru-bubiyet kavramıyla irtibatlandırıhr. Şu halde her söz, izafe edildiği isme göre belirginleşir. Nuh'un yolculuğuna çıkan kimse, berzah alemine ve kainata dair ilimlerden bir şeyler öğrenir. Bu yolculukta sanat öğrenilir. Bu yüzden cömertlik olgusunu geride bırakmıştır. Çünkü cömertlik için vücut bulmuştur. Nuh'un yolculuğu ile ilgili bu kadar açıklama yeter. Çünkü bu yolculuğun sırrı uzundur.
Hidayet Yolculuğu
İbrahim Halil Aleyhisselam'ın Yolculuğu
"İnni zahibun ila rabbi seyehdini / Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu
gösterecek." (Saffat,99) Nitekim Rabbine konuk olduğunda oğlunu kurban etmeyi de bu yaklaşımına ekledi. Çünkü acı, keder ne kadar büyükse lezzet de o kadar büyük olur. Daha sonra "rabbi heb li mine's salihin /Rabbim! bana Salihlerden olacak bir evlat ver." (Saffat.100) Diye dua edip de duasının kabul edildiği müjdesini alınca, müjdelendiği şeyle bir sınava tabi tutuldu. Çünkü o Allah'tan O'ndan başkasını (masiva'yı) istedi. Allah is Gayyur'dur. Ondan başkasını istemek gayretine dokunur. Bu yüzden onu istediği oğlunu boğazlamakla sınadı. Bu ise kendi nefsiyle ilgili olarak sınanmaktan daha ağır gelir insana. Çünkü nefsi hususunda onunla çekişecek tek şey yine kendi nefsiydi. Küçük bir çabayla nefsinin çabasını, direncini boşa çıkarabilirdi. Ama oğlunu boğazlamakla sınanması böyle değildi, oğlu hususunda onunla çekişecek çok kimse vardı. Bu yüzden bu hususta vereceği mücadele daha da güçlü olacaktı. İbrahim (a.s.) Rabbinden istediği şeyi kurban etmekle sınanınca, sınavın mahiyetini gerçek olarak algılayınca, bizzat tahakkuk etmiş gibi olduğu, yani, hayatta olduğu halde oğlunu kurban etmiş gibi kabul edildiği için, istekte bulunmadığı halde İshak (a.s.) ile müjdelendi. Böylece hem kurban, hem de karşılığı-kurban yerinde durduğu halde- kendisine verilmiş oldu. Diğer bir ifadeyle kazandığı şeyle kendisine hibe edilen şey birlikte sunulmuş oldu. Çünkü kurban etmek istediği oğlu istekte bulunması açısından kazanılmış, kurban edilmek istenmesi açısından da hibe edilmişti. Kurban edilmesi istenmiş değildi. İshak ise hibe edilmişti.
İsmail'de kazanılmışlık ve hibe edilmişlik nitelikleri bir arada bulunuyordu. O babası
için hem kazanılmış, hem de hibe edilmiş biriydi. Dolayısıyla kamil bir hakikatti. Bu nedenle
Hz. Muhammed (s.a.v.) onun sulbünden gelmiştir. Daha doğrusu Hz. Muhammed'in
(s.a.v.) İsmail'in sulbünden gelecek olması nedeniyle onun için kemal ve tamamlık
gerçekleşti. Bu yüzden bizim şeriatımızda sunduğumuz kurbanlar, bizim ateşten
kurtulmamızın fidyeleri konumundadır. Şu halde Allah'tan başlayarak hidayet yolculuğunu
gerçekleştirmek isteyenler, hayal alemini gerçekleştirmek durumundadırlar. Çünkü
hakikatlerin, hayal aleminde üzerine inmeleri kaçınılmazdır. Orası zor bir menzildir. Çünkü
bir geçiş konumundadır, bizzat istenen değildir. Bilakis kendisinde vukubulan şeyden ötürü
istenir. Onu da ancak bir erkek aşabilir. Bu yüzden rüya yorumları tabir (geçiş) olarak
isimlendirilmiştir. Çünkü rüyayı açıklayan kişi, onu geçerek ilgili olarak geldiği şeye intikal
eder. Tıpkı Hz. Peygamberin (s.a.v.) rüyada görülen kaydı dinde sebat etmeye, sütü de
ilme yorması (kayıttan sebata, sütten de ilme geçmesi) gibi.
Ulaştığı zaman bulur. Eğer Hz. İbrahim (a.s.) rüyada gördüğü oğlunu koça yorsaydı
(oğlundan koça geçseydi-tabir etseydi-), gerçekleşmeden karşılığı/fidyeyi görecekti ve sonucu bildiği için de kalbinde en küçük bir huzursuzluk hissetmeden emri yerine getirmiş
olacaktı. Ama rabbinden rab-binin dışındaki bir şeyi isteme karanlığı, geçmesini (tabir
etmesini) engelledi. Çünkü karanlıkta bir tarafa geçmek zordur, insan ayağını nereye
koyacağını bilemez. Bu arada aldığı lezzeti de alamayacaktı. Yanı sıra gözlemlenen ilâhî
minnet de söz konusu olmayacaktı. Kurbanın fidyesi de koç oldu. Çünkü koç menzili orta
şeref evidir ve evlerin en şereflisi olduğu için de alemin ruhudur. Koç onun bedeninin
fidyesiydi, ruhunun değil. Çünkü beden olarak aralarında ortaklık söz konusudur. Kurban
edilmek ancak bedenle ilgili olabilir. Yıkım, harap olma sadece evler içindir.
İnsan hayalinin aleminde yolculuğa çıkınca, bu yolculuk onu hakikatler alemine
götürür. Burada eşyayı asıl mahiyetleriyle görür. Kazanma ile kayıtlanmayan mutlak hibe
gerçekleşir onun için. Daha önce ayağının altındaki topraktan-gelen rızıkları-yerken,
üstünden gelen rızıktan yemeye başlar. Müşahedenin aksine vehb seni baki kıldığı için
uzaklık olarak belirginleşir, helak olarak değil. Çünkü uzaklaştırılan, parçaları birbirinden ayrılmış olur, dolayısıyla durum itibariyle helak edilenden çok uzaktır. Eğer böyle olmasaydı baştaki istek "rabbim! Bana Salihlerden olan bir evlat ver." ifadesiyle irtibatlandırılmasaydı, müjde bizzat görme ile ilgili olurdu, İshak ile ilgili değil. Çünkü İshak ishaktır (uzak olmadır). Yani istekte bulunan kimse bu isteğiyle özün silinmesini, uzaklığını istemektedir. Bu imkansız uzaklık mekanına yönelik bir işarettir. Çünkü ilâhî olgular her zaman kapasitelere göre inerler. Burada mahal, tamamen Allah için soyutlanmış, arınmış değildir. Böyle olunca öz hibe edilir mi? ki hibeyi alacak kapasitede değildir. Hibe eden her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Zaman en büyük hakimdir. Oğul ise değişim alemindendir.
Doğruca Hedefe Yönelme ve Başka Tarafa Yönelmeme Yolculuğu
Lut'un İbrahim Halil Aleyhisselam'a yolculuk Yapması ve onunla yakinde buluşması
Bu kıssa ile ilgili haber rivayet edilmiş ve alimler tarafından korunmuştur. Bu kıssanın
ruhu bizimle ilgilidir ve ibret almamız istenen de kıssanın ruhudur.
Bil ki, Lut ismi, yani bu kelime çok şerefli ve değeri yüksek bir isimdir. İlahi huzura
yapışmayı ifade etmektedir. Bu yüzden şöyle demiştir: "Ev ava ila ruknin şedid / Veya
güçlü bir kaleye sığınabilseydim." (Hud,80) Burada kabileyi kast ediyor. Çünkü ben ilâhî kaleden kevnî kaleye intikal etmeye güç ye-tiremem. Nitekim Resulullah (s.a.v.) de onunla ilgili olarak buna şahidlik etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah kardeşim Lut'a rahmet etsin.
Hiç kuşkusuz güçlü bir kaleye sığınmıştı." Ne güzel şahid! Ne mutlu hakkında böyle bir şahidlik edilene! Allah'a kendini isnat etmesi, O'na yapışması Allah'ın ilminde bilinen bir şey olduğu için Lut adını almıştır. Başkasına kendisini izafe etmemiştir. Bundan dolayı onun için gece yolculuğu öngörülmüştür. Çünkü gece yolculuğu gaybe doğru yapılan bir yolculuktur. "es-Sera" kelimesi gece yolculuğundan başka bir anlamda kullanılmaz. Tefsir olarak değil, ama tasavvur olarak ona aileni geceleyin yola çıkar, denilmiştir. Yani bütün zatını. Böylece bütün hakikatleri müşahede et. Ama karını bu yolculuğa çıkarma. Biz bu ifadeyi kendi tasavvurumuza vurduğumuzda, durmadan kötülüğü emreden nefsini terk etmesi yönünde bir emir olarak algılıyoruz. Çünkü manevi yüceliklere doğru çıkılan miraçta nefse yer yoktur. Lut yakine doğru geceleyin yürüdü. Orası bilinen ve bu isimle anılan bir yerdir. Orada İbrahim Halil (a.s.) onu bekliyordu. Çünkü orası onun yurduydu. Bu yüzden Hz. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Biz yakinden kuşku duymaktan İbrahim'den daha yakınız." Böylece Lut Nebî (a.s.) için bu makam hasıl oldu. Sabah vakti ona yakin geldi. Çünkü sabah vakti güneş doğar ve varlıklar, gaybın kapsamında iken, açıkça görülürler. Bu da hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yakin verir insana.
Bu, ondan, yani Lut'un yolculuğundan bize düşen paydan bir örnekti. Aynı şey
sözünü ettiğim bütün yolculuklar için geçerlidir. Bu yolculuklardan söz derken kendi
zatımdan söz etmekteyim. Amacım onların başından bizzat geçmiş kıssayı tefsir etmek
değildir. Bu yolculuklar kurulmuş köprülerdir, onların üzerinden geçerek kendi zatlarımıza ve sırf bize özgü olan hallere geçeriz. Onlarda bizim faydamız vardır; çünkü Allah onları,
biz geçelim diye kurmuştur: "ve kullen nakussu aleyke min enbai'r rusuli ma nusebbitu bihi
fuadeke ve caeke fi hazihi'l hakku ve mevizetun ve zikra / Peygamberlerin haberlerinden
senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi,
bir öğüt ve uyarı gelmiştir." (Hud,120) "bunda sana gerçeğin bilgisi gelmiştir." İfadesi ile "ve
uyarı gelmiştir." İfadesi ne kadar da etkili! Bu sende olanı, senin yanında bulunup da senin
unuttuğunu hatırlatan bir uyarıdır. Sana anlattığım bu kıssa sende olanı sana hatırlatmaktadır. Senin dikkatine sunduğum şey, senin her şey üzerinde, her şey içinde ve
her şeyden olduğunu sana öğretmektedir.
Şiir:
Ben, eğer her şeyden isem
Ben, her şeyde hak ile beraberim demektir.
Ben, onunla ortaya çıkan bir gölgeyim
Ben bir gölge isem, aslıma dönerim demektir.
O halde düşüşüm, ona çıkışımın aynısıdır
Yıldızlar kümesine, her canlının yanında
Doğruluğum her doğruluktan fazla oldu
Sapıklığım her sapıklığı geçtiği gibi
Tıpkı Onun her ölünün ve canlının yanında olması gibi
Yine O her yayılmanın ve dürülmenin de yanındadır.
Allah gerçeği söyler ve doğru yola ileten O'dur.
Tuzak ve İmtihan Yolculuğu
Yakub ve Yusuf Aleyhisselam hakkındadır .
Bil ki, Allah bir kuluna ikramda bulunduğu zaman onu kulluğunda yolculuğa çıkarır.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "subhanellezi esra bi abdihi / Kulunu gece vakti götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir." (İsra,l) Burada yüce Allah, Hz. Peygamberi (s.a.v.) katında en sevimli olan ismiyle isimlendirmiştir. Çünkü bir kul, kulluktan daha güzel, daha çekici bir güzellikle süslenmiş değildir. Çünkü rububiyet süsünü ancak kulluk makamını gerçekleştirenlere giydirir:
Ey güzelliğiyle Yusuf'a benzeyen!
Şefkatiyle Yakub'un benzeri olan!
Sizin altından kalkamadığınız şeylere o sabrederdi
Öyle ki Eyyub'un sabrı eksik kalır onun yanında
Eğer eksiklik ilişmeseydi, biz buna rıza derdik
Ama benim kastettiğim bu değildir.
Benim ondan talep ettiğimi, öyle bir şeydir ki
Onu bana bildirir. İşte arzu ettiğim budur
İş benimle Onun arasındadır ki Ondan sevgilime kavuşturmayı istiyorum
Bil ki, kulluk makamını gerçekleştirenleri bu makam, belalara maruz bırakır. Sonra bu
mevkinin bir özelliği kimse için izzet ve rahatı tekmil etmemesidir. Yüce Allah, Yusufa
güzellik izzetini bahşedince, onu kölelik zilletiyle sınadı. Hiçbir şeyin karşısında duramadığı
bu yüce güzelliğe rağmen birkaç dirhemlik bir pahaya satıldı. En az üç en çok on dir-
hemlik bir fiyata satıldı, başka değil. Bu zilletin en son sınırıdır ki güzelliğin izzetinin
yüceliğine karşı koyar.
Sonra kardeşlerin kalplerinden merhamet duygusu sökülüp alındı. Oysa güzellik her
zaman ve her açıdan merhameti, acıma duygusunu celbeder. Bu da gösteriyor ki ilâhî emir
hususunda kulların elinde hiçbir şey yoktur, sadece karşı konulmaz ilâhî güç tarafından yönlendirilmektedirler. Bu büyük zilletle onun arızi güzelliği yok edildi. Böylece yolculuğunda nefsi hoş ve ilâhî izzetle aziz kılınmış olarak kaldı. Başka değil. Yusuf kıssası meşhurdur, kıssayı kendi alemi çerçevesinde anlatmanın bir anlamı olmaz. Ancak bizim alemimiz bağlamında anlatmanın bir çok faydası vardır. İnsanın kendi iç alemini kast ediyorum. Bil ki, yüce Allah, mümin nefsin kendisine doğru yolculuk yapmasını isteyince, onu daima kötülüğü emreden ve çokça kınayan kardeşlerinden geçici dünya değeri olarak ucuz bir fiyata satın aldı. Böylece onu, babası olan akıldan ayırdı. Akıl büyük bir üzüntüye kapıldı, aralıksız göz yaşı dökmeye başladı. Çünkü ilâhî ilham ve rabbani yardım sadece bu nefse yönelik olur. Bu nefsin varlığından dolayı akıl ilâhî huzurda tenzih edilir. Nefisle akıl birbirinden ayrılınca, akıl durmadan ağladı ve sonunda gözlerini kaybetti. Çünkü göz görme yeteneğini yitirmemiş olsa da, koyu karanlıklar görülecek nesneleri perdeleyince göz sahibi kör olur. Eğer göz mevcut olursa karanlığı görür. Üzüntü bir ateş olduğu ve ateş de ışık verdiği için "ve'byeddet aynahu mine'l huzni / Gözlerine boz geldi." (Yusuf,84) denilmiş ve beyazlık ifadesi kullanılmıştır. Çünkü ışık ruhanî bir nur olduğu gibi beyazlık da cismanî bir renktir.
Sonra satış gerçekleşip artık başkasının malı bir köle haline gelince, külli nefisten
ibaret olan kadına "erkimi mesvahu./ Ona değer ver ve güzel bak!" (Yusuf,21) denildi. Ona
ikramda bulunmasının, değer vermesinin bir ifadesi nefsini ona bahşetmesidir. Onun (küllî
nefsin) dışındaki cüzi nefisler onu gördüklerinde şöyle dediler: "ma haza beşeren in haza
illa melekun kerimun / Bu bir beşer değil... Bu ancak üstün bir melektir." (Yusuf,31) Çünkü
onun nefsini doğal şehvetlerden arındırdığını gördüler. Bu, onun kötülüğe eğilim
göstermeyecek şekilde ismet sahibi olduğunu sana gösteren bir işarettir. Çünkü melekte
kötülük namına bir şey yoktur. Nitekim bu yüzden küllî nefis bu harici nefislerin onunla ilgili sözlerini doğruluyor ve onun masumiyetini ifade ediyor: "ve lein lem yef7al ma amuruhu leyuscenenne / Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimizi yapmazsa mutlaka zindana atılacaktır." (Yusuf,32) Ancak Allah'ın kadına (küllî nefse) yerleştirdiği hakikatleri, Allah'ın buna ilişkin bir emri olmaksızın, almak isteyince, kulunun kendi emri dışında bir tasarrufta bulunması Hakkın gayretine dokundu ve kulun kendi sırrından kulluk burhanını gösterdi.
Böylece kulluğunu hatırladı ve efendisinin izni dışında tasarrufta bulunmaktan kaçındı.
Bunun neticesinde küllî nefis onu heykelinin zindanında hapsetti. O da durmadan kendi sırrı kapsamında efendisine kulluğu adına yalvardı. Sonunda küllî nefis, isteyenin kendisi olduğunu, onun istekte bulunmadığını itiraf etti. Böylece efendi açısından onun
koruyuculuğu ve güvenilirliği sabit oldu. Eğer kötülüğe meyletseydi güvenilir olamazdı.
Eğer o fiili işleseydi koruyucu olamazdı. Bu yüzden şöyle buyurmuştur: "Li nasrife anhu's
sue ve'l fahşae / Biz kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için..." (Yusuf,34) kötülüğe
meyletmek, istemek kötülüğün bir parçasıdır. O bundan, yani kötülükten geri çevrilmiştir.
Yani kötülüğe meyletmiş, istemiş değildir. Böylece mülk ve efendiliğe yükseltilmiştir, daha
önce bulunduğu zahiri kevni kulluk konumuna karşılık olarak.
Sonra baba konumundaki aklın bulunduğu yerde kuraklık baş gösterdi. Bu arada oğlunun şehrinde bolluk olduğunu duydu. Kör olduğu için de oğlunun orada olduğunu
bilmiyordu. Sonra ona güven vermek için yakın akrabalarını gönderdi. O da ona kendi suretinde olan elbisesini gönderdi. Kokuyu alınca ve elbiseyi yüzüne sürünce görmeye
başladı. Derhal onun yanma taşındı ve oğlunun yolculuğunun aksine izzet nitelikli bir
yolculuk oldu. Onun yanına varınca secdeye kapandı. Çünkü onun öğretmenidir ve Allah'tan
aldığı şeyleri ona bahşeder ki, zatı bununla kaim olur ve varlığı da bundan nimetlenir.
Böylece burada nefsin varlığı itibariyle Yusuf konumunda olduğu anlaşılıyor.
Bunun göstergelerinden biri yukarıda anlattığımız gibi alış veriş işlemini gerçekleşmesidir. Yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir: "rabbi kad ateyteni mine'l mülki I Rabbim! Mülkten bana verdin." (Yusuf, 101) Mülk bağlamında itaat eden var, isyan eden var. Uyan var, aykırı davranan var. Nefisle ilgili olarak da şöyle buyurulmuştur: "feelhemehafucureha ve takvaha / ona iyilik ve kötülüklerini ilham etti." (Şems,8) Aşağıdaki ayetler de buna yönelik işaretler içermektedir: "Ve allemteni min te'vilili'l ahadisi / Bana rüyada görülen olayların yorumunu da gösterdin." (Yusuf, 101) "Haza te'vilu ru'yaye min kablu / İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur." (Yusuf, 100) Rüya ancak hayal aleminde olur. Hayal alemi ise akıl alemi ile his (madde) alemi arasında yer alan bir orta alemdir. Nefis de akıl alemi ile his alemi arasında yer alır. Bazen aklından alır, bazen hissinden etkilenir. Bu yüzden kadını reddetmiştir, bunun nedeni de hisle ilintili olarak hakiki dişilik sayılmasa da dişiliğin atmosfere galip olmasıdır. Eğer erkeklik hakim olsaydı, nefsi reddetmezdi. Bunun nedeni de erkeğin dişiyle, dişinin de erkekle huzur bulduğu sevgi ve merhametin bulunmasıdır. Oysa dişi ile dişi ve erkekle erkek arasında böyle bir sevgi ve merhamet oluşmaz. Onlar arasında sevgi sabit olmaz. Eğer oğlanlarda dişiyi çağrıştıran özellikler zuhur etmese, hiç kimse cinsellik anlamında onlara meyletmezdi, arzulamazdı. Çünkü oğlanlara yönelik olarak ortaya çıkan cinsel arzu gerçekte onlarda beliren kadınlık özelliğine yöneliktir. Ya gerçekten böyle bir özellik vardır, ya da kadına benzetilmektedir. Nitekim oğlanın yüzünde kıllar bitince, bıyıkları çıkınca, onunla beraberlikte iken huzur almayı gerektiren sevgi ve merhamet de ortadan kalkar. Bu yüzden şöyle denmiştir:
Dediler ki: Zülüf hevanın kanadıdır.
Şekil verilince uçar yuvasından
Bu beyti edip katiplerden biri olan Ebu Amr b. Mehib İşbiliye'de bana okudu. Onu
Hamo b. İbrahim b. Ebubekir el-Hedenci için yazmıştı. Bu genç zamanının en güzel
simalarından birine sahipti. Bizi ziyaret ettiği sırada onu yanımızda gördü. Delikanlının yüzünde favorileri bitmişti. Dedim ki: Ey Ebu Amr! Şu yüzün güzelliğini görüyor musun? o da hemen onunla ilgili şu beyitleri söyledi:
Dediler ki: Zülüf hevanın kanadıdır.
Şekil verilince uçar yuvasından
Öyle değil. Onlardan en iyisi
Benim ya da onun ayıbını kapatandır.
Bir yanağın güzelliği mükemmel olunca
Hayret ki, kılları bitince bu, güzelliğinin sonu olur.
Anlatıldığına göre oğlanların yüzünde iri gözlü hurilere özgü parıltılar vardır. O halde
ey dayanıklı nefis! Yolculuğun esnasında efendine karşı yerine getirmekle yükümlü
olduğun koyduğu sınırların yanında durmak ve haremini korumak gibi hususlardan gafil olmaktan sakın. Çünkü bunu yapacak olursan bu haremine seni nail kılacak nimetini nimetiyle sana bahşedecektir.
Musa Aleyhisselam'ın Allah ile Buluşma Yolculuğu
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Velemma cae Musa limikatina / Musa tayin ettiğimiz
vakitte gelince." (Araf, 143)
Arzu olan bir gün açığa çıkar
Diyar diyara yaklaşınca
Bil ki, kul gerçekten kul olduğunda, ilâhî efendilik makamına karşı gerekli edep ve
hizmeti eksiksiz yerine getirdiğinde, efendinin sırları ve gizli duyguları bildiğini bildiği için de daima sakınarak adım atıp, nefeslerini mürakebe ettiğinde, kesinlikle bu hususlarda
sapmaya eğilim göstermediğinde, donmuş gibi kulluk yerinde kalır. Efendisinin
bağışlarından bahşetmesi arzu edilmez. Böyle iken efendisiyle oturması veya konuşması
ya da yarenlik etmesi olabilir mi?! Şu kadarı var ki, insan olması hasebiyle arzu kulun fıtratında gizlidir. Ateşin taşta gizli olması gibi.
Ateş taşlarında gizlidir
Çakmak taşı onu tutuşturmadıkça
Ancak dışarıdan zatına eklemlenen bir şeyle açığa çıkar. Aynı şekilde efendinin
kuluna sohbet etmeyi veya oturmayı vaat etmesi kulun kaburgaları arasında gizli bulunan
arzuyu harekete geçirir. Efendisinin vadinin gerçekleşeceği anı özlemeye başlar. Vadin ne
zaman gerçekleşeceğini bilmez. Çünkü bu vad bir sınıra veya süreye bağlı değildir. Eğer
bu vad bir vakte bağlanmışsa kulun arzusu uyanır, sürenin sona ermesinden dolayı
heyecanlanır. Kul acele etmeye başlar. Nitekim şöyle buyurulmuştur: "Ve ma A'cele-ke an
kavmike ya Musa / seni acele ile kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Musa!"
(Taha,83) Musa'nın mazereti vardı. " ve aciltu ileyke rabbi li terda I Ben, memnun olasın
diye sana acele ile geldim." (Taha,84)
Sonra belirlenmiş vakitler, süredirler. Dolayısıyla onlar da sürülerin hükmüne
tabidirler. Sürelerin hükmünü ise şu ayetten duymuşsundur: "Summe ka-da ecelen ve
ecelun musemma indehu / Sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun ka-
tında muayyen bir ecel vardır." (Enam,2) Bir diğer ayette de şöyle buyurulmuştur: "Ve
vaedna Musa selasine leyleten / Musa'ya otuz gece vade verdik." (Araf, 142) Musa için
belirlenen vade budur. Ardından şöyle buyuruluyor: "Ve etmemnaha bi asrin fe teme
mikatu rabbihi erbaine leyleten / Ve ona on gece daha ilave ettik; böylece rabbinin tayin
ettiği vakit kırk geceyi buldu." (Araf, 142) Bu belirlenen vakit, gayb vaktidir. Çünkü gecenin
kapsamındadır. Çünkü vade tayin edilen iş de gaybiydi. Medluller her zaman araçlarına uygun olmak durumundadırlar. Süre otuz gece olarak belirlenmiş ve başlangıçta kırktan söz edilmemişti. Ki bu süre kendisine uzun gelmesin veya kendi içinde kırk sayısı geçmesin. Çünkü on gecelik dört zaman dilimine tekabül eder.
Bu, dörtgen heykelinin çöküşüne yönelik bir işarettir. Bu yüzden üzüntüsü gittikçe
büyür ve azalmaz. Kırk nerede dört nerede! Bil ki, heykel ancak mürekkep dörtten yani kırktan kaim olur. Dörtte ise terkip yoktur, çünkü basittir. Ama kırkın da aslıdır. Aynı şekilde bu heykel de sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık dediğimiz dört basit unsurdan kaim olmamıştır. Aksine mürekkep, dörtlü dediğimiz sevda, safra, balgam ve kandan kaim olmuştur. Bunların her biri de, safra gibi sıcaklık ve kuruluktan,kan gibi sıcaklık ve yaşlıktan, sevda gibi soğukluk ve kuruluktan, balgam gibi soğukluk ve yaşlıktan mürekkeptir. Vade onun nezdinde kırk olarak belirlenmişti; ama işaret ettiğimiz nedenden ötürü otuz olarak zikredildi. Kırktan maksat da bundan veya buna uyan benzerinden başka bir şey değildir. Çünkü vadin gerçekleşmesinden sonra kulun yanında kulun bir izi kalmaz.
Eğer vaat edilen sohbetse, bu durumda kul onun küllüdür. Şayet müşahede ise kul,
küllünün aynıdır. Zatının gerektirdiği hükümden zail olur. kaldı ki onu da zatı gerektirir. Ama kendisi için değil. Çünkü bundan önce bu makamı tatmadığı gibi bu hali de müşahede etmemişti. Dolayısıyla zorunlu olarak onun yanından uzaklaşır. Bu yüzden şöyle denmiştir:
Bana tecelli ettiği zaman her tarafım göz olur
Bana seslendiğinde her tarafım kulak kesilir
Otuz geceyi, yani ilk vadeyi tamamlayınca, vadenin tamamlandığını göstermek için
onu temizlenme şeklinde harekete geçirdi. Böylece misvakla ağzını temizledi. Ve misvak
nedeniyle vadeyi tamamladı. Eğer vadeyi, tamamının bir cezaya işaret edecek şekilde
olmasını sağlamaksızın tamamlamış olsaydı, Musa (a.s.) üzülürdü ve on geceden sonra
kendisine başka bir vaatte bulunacağını sanırdı. Ama bunun için bir sebep, yani ağzın
temizlenmesini öngörünce, o da korunmaya sığındı. İlâhî emir olmaksızın hiçbir hususta harekete geçmemeye başladı. Öte yandan takdis vaki olunca da kulluğundan çıkmış oldu.
İlâhî huzur ise kuldan başkasını kabul etmez. Kulun Kudüslüğü olmaz çünkü. Bu yüzden
takdis sıfatı itibariyle kendisiyle çekişen birinin huzuruna girmesi gayretine dokundu.
Özellikle ilâhî bir emir olmaksızın. Çünkü aziz olanı izzet sahibi göremez. Onu ancak zelil
olan görür. Çünkü aziz izzet sahibinin kendisine bahşedecek bir şey bulamaz. Aziz olan
kimse izzet sahibinin yanına girdiğinde ona izzetten başka bir şey bahsedemez, zaten
girerken izzet sahibi olarak girmiştir, yani kendisine bahşedilecek şeye sahip olarak
girmiştir. O halde ancak kulluk hakikatlerinin gerektirdiği hususlarla ilgili olarak aziz olanın
huzuruna girebilir. Bu yüzden vade on gece daha eklenerek tamamlanmıştır ki istediği
kuddüslük kendisinden zail olsun, bunların tümü ilâhî sebeplerdir. Hak bunları aleme
yerleştirmiştir ki kainattaki hikmeti açığa çıksın. Vade tamamlanınca ve kul tamamıyla
vakitlerin köleliğinden kurtulunca, geride sadece Allah'a ait olan kul kalır. O zaman ona verdiği sözü yerine getirir, onunla baş başa kalır ve konuşur. Vad ile ilgili payını eksiksiz
verdikten, dinlemesini ve lafzını kutsadıktan, ona bütünüyle kulak olmayı bahşettiği gibi bütünüyle kelam olmayı bahşettikten sonra, o dinlediği sırada bütünüyle kulak kesildiği gibi, kendisine dönüp müracaat ettiğinde de bütünüyle lisan kesilir. Böylece zevki ve müşahedeyi tanır. Aynen bütünün bütünü kabul etmesi yani. Ve o, her huzurda ayrı olarak birdir. Bu gaybi, manevi ve zamana bağlı bir yolculuktur. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dilinde şu şekilde ifadesini bulmuştur: "Kim kırk gece Allah'a ihlasla kulluk ederse kalbindeki hikmet pınarları dilinden fışkırır." Önce kalbi hikmeti dinler, sonra dili kalbinin dinlediklerini ifade eder. Ama bu yolculuğa çıkan kişinin kavmi arasında yerine bakacak birini bırakması kaçınılmazdır.
Biz yolcuyu anlattık. Sen, ey kardeş! Naibe bak. Ta ki bu meselede bir şekilde senin
de dahlin olsun, tecelli esnasında dağların yolculuğu, tecelli edenin celali karşısında
yıkılmak, dağılmak şeklinde olur. Çünkü dağların gaybı müşahede etmeye kesinlikle
güçleri yetmez. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Lev enzelna haze'l Kur'ane ale'l
cebeli lere-eytehu haşian mutesaddien min haşyetillahi / Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa
indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş
görürdün." (Haşr,21) Dağın bu durumu nüzul açısından söz konusudur. Bir de dağın,
arada vasıtaların kaldırılmasından sonra kelamı dinlemek durumunda kaldığını veya
rüyetin gerçekleştiğini düşünün! Bu bölümü tahkik et, çok ilme tanıklık edersin.
Rıza Yolculuğu
Allah, Musa Aleyhisselam'a: "Ve ma a'celeke an kavmike ya muşa/ Seni acele ile
kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Musa!" (Taha,83) diye buyurunca o da şu
karşılığı vermiştir: "Ve acilte ileyke rabbi li terda / Ben, memnun olasın diye sana acele ile
geldim rabbim." (Taha,84)
Rabbime acele ile geldim Ki, çabuk gelişimden memnun olsun
Ulaştığımızda, kul neden acele etti, dedi.
Ona dedim ki: Cömert vaad bizi getirdi
Sana, fakat vadini doğruladığını görmüyorum
Rahman bana dedi ki: Şartlarını tamamla
Size emredildiği gibi.
Böylece yakınlık da uzaklık da yok oldu.
Aşağıdaki beyitler de bu anlama yöneliktir:
Rıza benim aslımdır
Onun üzerine yaratılmışım
Tek başıma ve benden başkasını göremiyorum
Ondan Ona dönen.
Allah'ın bağışlarının sonu yoktur. Varıldığında tükeneceği bir son sınırı da yoktur. Kul,
Allah'ın kendisine yüklediği sorumlulukları kapasitesi oranında eksiksiz yerine getirdiğinde
ve hakkıyla ona itaat ettiğinde sahih bir kulluk etmiş ve sabit olmuş olur. İşledikleri
amellerden dolayı Allah bunlardan razı olur, onlar da Allah'tan razı olurlar. Allah'ın katında
bulunan sınırsız nimetlerden kendilerine bahşettiği şeylerden memnun olurlar. Allah
onlardan, onlar da Allah'tan razı olurlar. Şu halde rıza Hakkın sıfatlarından biri olduğu gibi
kulların da sıfatlarından biridir. Ama Hakkın rızası Hakka, kulun rızası da kula uygun olarak
belirginleşir. Gerçi kul ilâhî başlamadan müstağni olamaz, bizzat muhtaçtır ve her zaman
varlığının devamı ve sürekliliği için Ona gereksinim duyar. Benim Ondan hoşnutluğum
Onun benden hoşnutluğunu içinde taşır. Ben vaktimin hekimiyim, varlık benim etrafımda
döner ve bana hizmet eder.
Hikmet sahibi odur ki varlıklar ona hizmet eder
Çünkü o varlıkları ait oldukları yere koyar.
Gözü olan her şey kendi suretinde görünür
Hak onunla karşılaştı da demez.
Gözüme hakikati görünecek olsa
Varlığım şüphesiz onun menzilleri olur.
Bil ki, insan halini bilmediği zaman vaktini de bilmez. Vaktini bilmeyense nefsini
bilemez. Nefsini bilmeyen rabbini bilemez. Çünkü Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Nefsini bilen Rabbini bilir." Bu da genel bilmek şeklinde aksini bilmekle olur ya da özeli bilmek şeklinde sureti bilmekle olur. Tasavvuf topluluğunda esas alınan budur. Ama biz bunu benimsemekle birlikte geneli bilmek bizce daha tercihe şayandır. Çünkü bu başlangıçla sonu kapsar ve genel ve özel olarak dönülecek nokta da budur. Bunu bil, bu husustaki durumunla ilgili olarak bir bilgiye ve rabbinin yasasına dayan. Bakarsın senden olan bir şahit seni izler. İnşallah mutluluğun ondan olur. Bu durumda yüce Allah'ın önceden hakkında güzellik yazdığı kimselerden olursun. Yüce Allah Musa'ya (a.s.) "Ve ma A'celeke an kavmike ya Musa / Seni acele ile kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Musa!" (Taha,83) dediğinde Musa (a.s.) cevabı detaylı olarak verdi. Vereceği cevap "şu şu benim acele etmeme neden oldu" demekti. Ama o açıklamaya gidiyor ve "Hum ulai ala eseri/ İşte onlar da benim pe-şimdeler." (Taha, 84) diyor. Böylece tabilerinin hükmüne, durumuna işaret ediyor. Sonra neden acele ettiğini açıklıyor ve diyor ki: "Ve aciltu ileyke rabbi li terda / Ben, memnun olasın diye sana acele ile geldim, Rabbim!" (Taha,84) Sen beni çağırdığında çağrına icabet etme hususunda acele ettim. Kavmim de peşimden geliyor.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnna kad fetenna kavmeke min bea'dike / Senden sonra biz,
kavmini imtihan ettik." (Taha,85) Onları denedik. Samiri "haza ilahukum ve ilahu Musa / Bu sizin de, Musa'nın da ilahıdır." (Taha,85) dediği buzağı ile onları saptırdı. Çünkü Samiri,
Musa (a.s.) ile birlikte yürüyünce yüce Allah onun gözünü açtı. Bunun neticesinde arşı
taşıyan ve öküz suretinde olan meleği gördü. Bunun Musa ile konuşan ilahı olduğunu
düşündü. Bunun üzerine onlar için bir Buzağı yaptı. Musa'ya geldiğinde Cebraili de tanımış
ve nereden geçerse orayı canlandırdığını görmüştü. Böylece Cebrail'in atının ayağının
bastığı yerden bir avuç toprak alarak yaptığı Buzağı heykelinin içine attı, Buzağı canlandı
ve böğürmeye başladı, çünkü yaptığı heykel bir buzağıydı ve böğürmek de sığırların çıkardığı sesti. İsrail oğullarına: Bu, sizin ve Musa'nın ilahıdır, dedi. Samiri, bu buzağıya tapanlardan birinin ondan bir şey istediğinde cevap vermediği, onlara bir zarar veya yarar dokunduramadığı gerçeğini unutmuştu. Harun onlara dedi ki: "İnne rabbekumu'r Rahmanu fettebiuni ve etiu emri / Sizin rabbiniz şüphesiz çok merhametli olna Allah'tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz." (Taha,88) Yüce Allah'ın kitabında, kavmine hitaben söylediğini bize bildirdiği diğer sözleri de onlara söyledi.
Öfke ve Dönüş Yolculuğu
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "ve lemma recae Musa ila kavmihi gadbane esifa / Musa, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce." (Taha,90)
Nefsim için nefsime öfkelendim ve bulamadım
Ondan başkasını. Dedim ki: Suç öndekinindir.
Hep sevindim ve hep vurdum
Çünkü benden onun içinde pişmanlık sırrı vardı
Eğer ben hak isem, bu hususta yalnız eğilim.
Şayet mahluk isem, o zaman öncelikten söz edemem
Kavmine öfkelenmiş, onların davranışlarından dolayı üzülmüştü. Çünkü buzağıyı ilah
edinmişlerdi. Bu tanrı buzağı suretindeydi çünkü Samiri Musa ile beraber yürüyen yetmiş
kişi arasındaydı. Allah bu yürüyüş esnasında gözlerinin önündeki perdeyi kaldırmıştı. O da
neye baksa öküz suretindeki meleği görüyordu. Bu melek arşı taşıyan dört melekten biriydi. Biri aslan suretinde, biri kartal suretinde, biri öküz suretinde ve biri de insan
suretindeydi. Samiri öküzü görünce onun Musa ile konuşan ilahi olduğunu düşündü.
Bunun üzerine o kavmi için buzağı heykelini yaptı ve bu sizin ve Musa'nın tanrısıdır, dedi.
Heykeli kavminin ziynet eşyalarından yaptı. Ki kalpleri mallarına (ziynet eşyalarına)
bağlansın. Çünkü mal sevgisinin kalpte köklü bir yerinin olduğunu biliyordu. Ayrıca mal
sevgisinin, buzağının kendilerine zarar verip vermediğini veya bir şey istediklerinde
kendilerine cevap verip vermediğini düşünmelerine de engel olacağını biliyordu.
Harun onlara dedi ki: Ey kavmim! Sorgulandığınız zaman, Allah'ın sizin hakkınızdaki
delili ortaya konmuş olsun diye sınandınız, denendiniz. Sizin rabbiniz rahman olan Allah'tır.
O'nun size yönelik rahmetinin göstergesi, O'nun dışında bir tanrı edinip taptığınız halde size mühlet vermesi ve sizi rızıklan-dırmasıdır. Sonra onlara şöyle dedi: Bana tabu olun..
Çünkü kendisine tabi olmaları yine onlar için hayırlı olacağını biliyordu. Benim emirlerime
uyun. Çünkü Musa (a.s.) onu kendi yerine vekil olarak bırakmıştı. Onlarsa: Buna devam
edeceğiz. Yani buzağıya tapmaya devam edeceğiz. Bu ibadetten ayrılmayacağız. Musa
dönünceye kadar. Bize peygamber olarak gönderilen ve kendisine iman etmemizi
emreden odur. Bu bakış açıları, Harun'un (a.s.) kendilerine emrettiği şeye bakmalarını
engelledi. Musa döndüğü zaman kavminin yaptığını gördü. Bunun üzerine levhaları yere
attı ve kardeşinin saçını başını tutup yolmaya başladı, kavmini uyarmadığı, gerekli
önlemleri almadığı için ona verdiği bir cezaydı bu. Bunun üzerine Harun (a.s.) ona
annesinin adıyla seslendi. Çünkü anne şefkat ve merhametin yeridir. Dedi ki: "Ya'bne
ümme la ta'huz bilihyeti vela bire'si / Ey annemin oğlu! Saçımı sakalımı yolma." (Taha,94)
Kavmin böyle bir tavır içine girince, müdahale etmem durumunda beni kınamandan ve "ferrakte beyne beni İsraile ve lem terkub / Israiloğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın." (Taha,94) demenden korktum. Yani sana tavsiye ettiğim sözlere uygun davranmadın demenden korktum.
Sonra Musa (a.s.) Samiri'ye döndü ve senin zorun neydi? dedi. yani sen ne
söyleyeceksin? Ey Sa-miri! Samiri ise, arşın taşıyıcılarından biri olan meleği öküz
suretinde gördüğünü, bunun Musa ile konuşan ilahı olduğunu sandığını anlattı. Devamla
şunları söyledi: Bunun üzerine onlar için Buzağı heykelini yaptım. Ayrıca Cebrail'in geçtiği
yerleri canlandırdığını biliyordum. Çünkü Cebrail bir ruhtur. Onun ayak-izinden bir avuç toprak aldım. -Cebrail'in ayağının bastığı yeri biliyordu- Bu toprağı buzağının içine attım. Buzağı böğürmeye başladı. Samiri kendince tevil ederek böyle bir tavır içine girmişti. Böylece hem sapmış, hem de başkalarını saptırmıştı. Çünkü her tevil isabetli olmaz. Ayrıca o, ışık içinde tecelli olgusunu bütün şeriatların mutlak tenzihle birlikte getirdiklerini de biliyordu.
Musa (a.s.) kardeşinin olay karşısında çekingen davranmasının gerekçesini kabul
etti. "kale rab-bi'ğfir li veli ahi ue'dhulna fi rahmetike ve ente erha-mu'r rahimin / EY Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisinîdedi." (Araf, 151) Buzağıya tapanlara gelince, bunlar kıssanın içeriğinden anlaşılması muhtemel olabileceği gibi, akli tefekkürün hakkını vermemişlerdir. Hak onları mazur saymadı. Çünkü buzağıya tapanlar akıllarını kullanıp meseleyi irdelememişlerdir.
Bu ayetten de anlaşılacağı gibi ilahiyat konularında akli gözlemi esas almak gerekir, ta ki
şeriatın konuyla ilgili hükmü varit oluncaya kadar. İsrail oğullarının uğradığı zillete gelince,
bu gün dahi gözlemlenmektedir. Allah, onlar için bir ilim ikame etmediği gibi, her zaman ve
her millet içinde zelildirler. Bu, Allah'a iftira atanların cezasıdır. Çünkü şeriatta varit
olmayan ve akli tefekkür açısından da ibadet edilen ilaha uygun olmayan bir niteliği
O'na yakıştırmışlardı.
Allah gerçeği söyler ve doğru yola O iletir.
Aile İçin Çalışma Yolculuğu
Alim için güzel çalışmaktan dolayı ulaştım
Rabbime. Meşguliyetimde bana tecelli etti inayet
Eğer ailem olmasaydı, Allah'a yakın bir kul olmayacaktım
Efendilik ve erdem ehli de olmayacaktım.
Eğer zorlamasaydım nefsimi varlıklarla uğraşmaktan kaçınmaya, izlemeyecekti
Yolların en doğrusunu. Onun arşının gölgesi altında seçilmişlerden oldum
Yardımcılar resullerle beraber geldiğinde
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "inni anestu na-ren lealli atikum minha bikabesin ev
ecidu ala'nnari huden / Eminim ki bir ateş gördüm, belki ondan size bir meşale getiririm
veya ateşin yanında bir rehber bulurum." (Taha.lO) Bak; nübüvvet gücü ne müthiş! Çünkü
o hidayeti bulmuştur. Bundan anlamalısın ki, o gördüğü şeyin kesin ve kaçınılmaz olarak
ateş olduğunu söylememiştir. Her ateş alevlendiği zaman nurdur. Nurlar, yanmaya ve
tutuşmaya elverişli cisimlerde yakıcı olurlar kuşkusuz. Sahih bir rivayette şöyle deniyor: "Kulunun gözü ondan bir şey idrak ettiğinde yüzün secde yerleri yanar." Secde yerleri nurdur. Bu rivayette, secde yerinin ışığının gözün gördüğü son noktaya kadar ulaşabildiği haber veriliyor.
Bil ki, bir şeyin farklı yönleri olabilir.. Şöyle olması durumunda şöyle olur ve böyle
olması durumunda da böyle olur. Yani bir durumdaki hükmü başka bir durumdaki
hükmünden farklı olur. Yani görmesi durumu bilmesi durumudur, bilmesi durumu işitmesi
durumu gibidir. Aslında ondan idrak edilen şey özü itibariyle birdir. Sadece taalluk ettiği şeyler farklıdır. Dolayısıyla biz bir şey olması itibariyle o gördüğü, konuştuğu şeyle işitendir. Bazı tartışmacılar her hüküm için özel bir idrak öngörürler ve bunun başka bir idrakten farklı olduğunu söylerler, böylece sayısal olarak birden çok idrak söz konusu olur. Biz bu kanaatte değiliz. Fakat bu yaklaşımı burada zikrettik ki, bizi dinleyen biri, katılmazsak dahi bu görüşü savunan birilerinin olduğunu bildiğimizi bilsin. Taallukların farklılaşması, taalluk edilen şeylerin farklılığından kaynaklanır, taalluk edenin ayrı ayrı şeyler olmasından değil.
Öz birdir; ama hüküm farklı
Bunu söyleyen bir topluluk var ve bu yönde bir yaklaşımı savunurlar
Allah, maksatlarının idrak edilmesinden yücedir.
Kulları ile ilgili. Aksine Allah'ın ayetleri ve ibretli işaretleri vardır
İlah yücedir. Hiçbir akıl Onu idrak edemez.
Şanı yücedir. Hiçbir kul Onu kavrayamaz.
Ancak bizde gerçekleşen suretleri vardır
Hitap bunlarla ilgilidir ve zımnında da suretler var
Kendisine suret isnat edilen bir surete uyar
Her suretin de etrafında bir sur olduğunu görürsün.
Bil ki, bütün iyilik başkaları için çalışmadadır; aile de bu başkaları ifadesinin
kapsamındadır. Ailenin şerefi; mensup oldukları kişinin şerefinden gelir. Kur'an ehli ile ilgili
bir hadiste, Kur'an ehlinin Allah ehli ve has yakınları oldukları belirtilir. Allah hakkında ehil
olma gereği olarak çalışanın ecri ne büyük olur! Bunu iyice anla. Yüce Allah'in Hz.
Muhammed'in (s.a.v.) ehlibeytine gösterdiği inayeti şu ayet-i kerime çok güzel ifade
etmektedir: "İnnema yuridullahu li yüzhibe ankumu'rricse ehlel'l beyti ve yutahhirekum tathiren / Ey ehlibeyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzab,33)
El-Ferra'ya bu ayette geçen "rics" kelimesinin anlamı sorulduğunda, "kader"
anlamında olduğunu söylemiştir. Yüce Allah, Nebi (s.a.v.)in ehlibeytinden günahı gidermek
ve onları tertemiz kılmak istediğine göre, kendi ehli ve has yakınları olan Kur'an ehline nasıl bir inayet gösterir! Bizi onlardan eyleyen Allah'a hamdolsun. Kur'an ehli olmanın en düşük derecesi ondan birkaç kelimeyi ezberlemektir. Bu kişi ezberlediği kelimelerle ahlaklanır, onları gerçekleştirir, sıfatı haline getirirse, ne ala!
Ebu Medyen'in Fas şehrindeki arkadaşlarından biri olan Ebu Abbas el-Haşşab'la ilgili
şöyle bir olay duydum: Adamın biri elinde tarikat kitaplarından biri olduğu halde Ebu
Abbas'ın huzuruna girer ve kitaptan bir bölüm okur ona. Ebu Abbas sessizce dinler. Adam
şöyle der: Efendim! Niçin bunun hakkında benimle konuşmuyorsun? Ebu Abbas ona: Bana
oku, diye cevap verir. Bu söz adama ağır gelir ve şeyhimiz Ebu Medyen'in yanma gider ve
der ki: Efendim! Ebu Abbas el-Haşşab'ın yanındaydım. İnceliklerle ilgili bir kitaptan bazı bölümler ona okudum ki, konu hakkında benimle konuşsun. Ama o, bana: Kitabı bana oku, diye cevap verdi. Şeyh der ki: Ebu Abbas doğru söylemiştir. Kitap neden bahsediyor? Adam: Zühd, takva, tevekkül, işleri Allah'a bırakma ve Allah yolunun gerektirdiği hususları içeriyor, diye cevap verir. Şeyh ona şöyle der: Kitapta Ebu Abbas el-Haşşab'ın hali olacak bir şey var mı kitapta? Adam, hayır, der. Şeyh ona şu karşılığı verir: el-Haşşab'ın halleri bu kitabın içeriğinin tümünden ibaretse ve sen de onun hallerinden öğüt almamışsan, bunları kendine huy edinmemişsen, kitabı ona okumanın ve kitap hakkında seninle konuşmasını istemenin ne faydası var? O ki sana halleriyle sana öğüt vermiş, haliyle sana açıklamada bulunmuş, nasihat etmiştir. Bu cevap karşısında adam utanır ve gider. Bu hikayeyi bana Hacı Abdullah el-Mervezi İşbiliye'de bir cemaat içinde anlattı. Bak, dostum, onların tarikleri ne güzel. Allah bizi onlardan eylesin, onlara katsın. Bu O'nun elindedir ve O'nun gücü buna yeter.
Korku Yolculuğu
Kendimden Ona kaçtım
Ya da Onun adına Ondan korktum
nedeni nefsimin bilmemesiydi
Nereye döneceğini.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "feferertu minkum lemma hiftukum ve vehebe li rabbi
humken ve cealeni mine'l murselin / Sizden korkunca hemen aranızdan kaçtım. Sonra
Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni resullerden kıldı." (Şuara,21) Bir diğer ayette de
şöyle buyurmuştur: "Feharece minha haifen yeter-akkabu /Korka korka, etrafı gözetleyerek
oradan çıktı." (Kasas,21)
Üzerimizden bir gün geçmez ki ona ağlamayayım
Yürüdüğünde ve son yerine vardığında
Çok şeyler gördüm, hepsi de onun önünde
Vaktimin hükmüne uyarak gelişmekte ve hüküm onun katında
Korku imam makamlarından biridir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fela tehafuhum
ve hafuni in kuntum müminin / Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın,
benden korkun." (Al-i imran,175) Yine melekler hakkında şöyle buyurmuştur: "Yehafune rabbehum min favkihim ve yefalune ma yu'merun / Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar." (Nur,37) Meleklerin fiilleri korkan kimselerin fiilleridir. Bir diğer ayette yüce Allah, övdüğü bazı kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Yehafune yevmen tetekallebu fihi'l kulubu ve'l ebsar / Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar." (Nur,37)) Her makamın, gerçekten ulaşılması durumunda, kendine özgü bir korkusu vardır. Bir korku da, Allah'tan kaynaklanmadığı sürece taalluk edemez, dolayısıyla sonradan olmadır. Sonradan olma varlıklarda var olan korkuyu mutlaka yüce Allah vücuda getirmiştir. Bu yüzden bizim korkumuz var edene taalluk eder. "Eğer iman etmiş kimseler iseniz benden korkun." sözünün anlamı da budur. Böylece korku, imanın bir sonucu olarak gösterilmiştir. Çünkü doğru sözlü Resulünün Allah katından getirdiği ilâhî ilme bağlıdır korku. İmansız bilgi korku vermez. Özellikle alemin Allah tarafından yaratıldığına dair delil ortaya konduktan, Allah'ın her şeyi bildiği ispat edildikten sonra. Şu halde alem Onun tarafından en güzel şekilde yaratılmak suretiyle bir alemden çıkarılmıştır.
Alemin bozulduğuna dair bir delil yoktur; ama bir durumdan bir duruma, bir menzilden
bir menzile intikal eder. Bu imkansız bir şey değildir. Bu intikalden dolayıdır ki, insanlarda
Allah'a karşı bir korku meydana gelir. Çünkü bu intikalde Allah'ın muradının ne olduğunu
ve kendilerini nereye intikal ettireceğini, hangi sıfatla ve hangi grup içinde kendilerini
temayüz ettireceğini bilmez'ler. Mesele kendilerine kapalı olunca korkuları da büyük olur.
meleklerin korkusu ise bir mertebeden aşağı bir mertebeye inince zail olan bir korkudur.
Nitekim rivayette belirtildiği üzere İblis bütün mahlukat içinde Allah'a en çok kulluk eden biriydi. Hakkında azap sözü tahakkuk ettiği için Allah'a ibadet ederken umduğu mutluluktan uzaklaşma ve kovulma olayı onun hakkında gerçekleşince, yaratıldığı aslına, yani ateşe geri döndü. O ancak ateşle azap görür. Adalete uygun hüküm veren Allah münezzehtir.
Allah erleri kendilerinin başkalarıyla değiştirilmesinden korkarlar. Bu yüzden her nefeste Allah ile beraber oldukları hallerini araştırırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve tetevellev yestebdil kavmen gayrekum summe la yekunu emsalekum / Eğer ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar." (Muhammed,38) Burada ayete muhatap olanların Allah'ın emrine aykırı hareket edişleri kast ediliyor. Demek isteniyor ki, onlar sizin gibi emre muhalefet etmezler, aksine Allah'a itaat hususunda daha sağlam bir zemine dayanırlar ve daha güçlü olurlar
Eğer Allah olmasaydı makam bilinmezdi
Arka ve ön de olmazdı
Çünkü biz Allah ile var olduk, Ona çağırıldık ve Ona döndürüldük: "Ela ilellahi tesiru'l umur / Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." (Şuara,53) Allah beni korku makamına yerleştirince gölgeme bakmaktan korkar oldum, onun beni Allah'tan alıkoyan bir
perde olmasından endişe ediyordum. Gölge için geçerli olan bu durum her şey için de
geçerlidir. Çünkü insan mutlulukla müjdelense bile dünya güven yurdu değildir. Dünya
çizgilerin eksik oluş yurdudur. Bunun sebebi de seri yükümlülüktür. Şeriatı koyanın emir ve
nehiy mahiyetli hitabından ibaret olan yükümlülük kalkınca, kul üzerindeki arızi korku da kalkar. Geride kul için bir heybet kalır. Onun korkusu ilâhî şuhudun heybetine dönüşür.
Şair kavmin huzurunun celâlini tasvir ederken şöyle der:
Sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi donup kalmışlar
Bu bir zulümden korktukları için değil, celâlden duydukları korku nedeniyledir.
Allah bizi heybet ve tazim ehlinden eylesin. Çünkü bu, ilâhî kutsal şuhutlar aracılığıyla
itina gösterilen kulun kalbinin üzerine azametin hakimiyet kurmasından doğan bir
durumdur. Bil ki "hafa" kelimesi lügatte açıklık demektir. İmrülkays şöyle der: Onları
gizlendikleri deliklerinden açığa çıkardı Yani Yerbuaları (arap tavşanı) deliklerinden dışarı çıkardı. Çünkü Yerbualar yuvaları için iki kapı açarlar. Avcı birinden yaklaşınca öbüründen kaçarlar. Bu yuvaya en-Nafika denir. Münafık ismi de buradan gelir. Çünkü münafık'ın iki yüz vardır; bir yüzüyle müminlere bakar, onlarla beraber olduğunu gösterir, diğer yüzüyle kafirlere bakar ve onlarla beraber olduğunu gösterir. Böylece Araplar bu özelliğe sahip kimselere münafık adını vermişlerdir. Yüce Allah "nfaken fi'l ardi / yerin içine...bir tünel" (Enam,35) diyen kimse hakkında diyor ki: Eğer düşmanlar çıktığın taraftan senin peşine düşerlerse, başka bir tarafa yönel ki onlardan yana selamette olasın. Eğer Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzere toplayıp birleştirirdi, böylece aynı kapıdan çıkardınız. Resulullah (s.a.v.) zamanında münafıklar, müminlere öyle bir yüzle gelirlerdi ki, bununla onlarla beraber olduklarını göstermiş olurlardı. Müşriklere de onlarla beraber olduklarını gösteren bir yüzle gelirlerdi ve şöyle derlerdi: "innema nahnu. mustahziun /biz onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara, 14) Buna ilişkin olarak yüce Allah "yeste'ziu bihim I Onlarla istihza eder." (Bakara, 15) buyurarak, asıl kendisinin onlarla alay ettiğini haber veriyor. Allah'ın onlarla alay etmesi, onların müminler karşı sergiledikleri fiilin kendisidir, ama onlar bunun farkında değildirler. Bu, Allah'ın onlara yönelik bir tuzağıdır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ve mekeru mekren ve mekerna mekren vehum la şeş'urun / onlar bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst ettik,onlara karşı bir tuzak kurduk." (Nemi,50) Eğer farkında olsalardı bu tuzak olmazdı.
Sakınma Yolculuğu
Aziz vahiy geldi bana ki, geceleyin yola çıkar
Nefsimi ve ailemi; halk ve emir alemine doğru
Ki gerçek ilah olan rabbim hükmetti
Din düşmanının denizin kabaran dalgaları içinde ölmesine.
Yüce Allah bir şahsın sözünü aktararak şöyle buyuruyor: "ve inna lecemiun hazirun /
biz elbette uyanık (sakınan) bir cemaatiz." (Şuara,56) Sakınma korkunun bir sonucudur. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Huzu hizrekum /Tedbirinizi alın." (Nisa, 71) Çünkü bir şeyden sakınıp tedbirini alan kimsenin aleyhine olarak o şeyden bir zarar gelmez. Kişinin başına gelen felaketlerin çoğu emin olduğu taraftan gelir. Genellikle kendisi açısından emin olduğu taraftan felakete uğrar. O halde akıl sahibi bir kimse, emin kılındığı taraftan başka bir taraftan emin olmamalıdır. Çünkü Allah'ın, önünden ve arkasından batıl bulaşmayan sözü doğrudur ve Allah doğruyu söyler. Dolayısıyla bu bir sakındırmadır. Kader de yaver gitse alınan tedbir yararlı olur. Çünkü "çok sakınma kaderden kurtaramaz." denilmiştir. Ama bu sakınmanın kaderin bir parçası olması başka, bu takdirde tedbir ve sakınma insanı felaketten kurtarır. Kuşkusuz biz bu gerçeği gayet açık bir şekilde vurguladık:
Ey sakınmamdan sakınışım!
Keşke sakınmam fayda verseydi.
Çünkü sakınmanın en son noktası sakınmaktan sakınma içindedir, onun dayanak
edinilmesidir. Allah'ın bize yönelik rahmetinin bir göstergesi bizi kendisinden
sakındırmasıdır. Sakınmanın bundan daha açığı ve vurgulusu da olmaz. Ulu Allah şöyle
buyuruyor: "ve yuhazzirukumullahu nefsehu vellahu raufun bi'l ibad: Allah, kendisine karşı
sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir." (Al-i imran,30) Bizi kendisinden
sakındırmış olması şefkatinin bir ifadesidir. Çünkü benzeri gibisi olmayan biri ancak
bilinmesi hususunda aciz olunmakla bilinir. O da, O şöyle değildir, böyle değildir demekle
beraber, Onun kendisi için ispat ettiği sıfatları kabul etmemizdir. Bunu iman olarak dile getirmek durumundayız, aklımız veya gözlemimiz açısından değil. Çünkü aklımızın
yapabileceği tek şey, Ona dönük şeyleri kabul etmektir. O kendisinden başka ilah olmayan
daima diridir, münezzeh meliktir, esenlik verendir, güven verendir, her şeye egemendir, üstün iradelidir, cabbardır, büyüktür, görünmeyeni ve görüneni bilendir, rahmandır, rahimdir, yaratandır, yoktan varedendir, şekil verendir, hüküm ve hikmet sahibidir. O, bu ve benzeri ifadelerle bize kendisini tanıtmıştır. Biz de bütün bunlara, Onun bilgisi esasında iman ediyoruz, bizim bunlara ilişkin yorumlarımıza dayalı olarak değil. Çünkü O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir, bir akıl veya görüş tarafından kayıtlandırılamaz. İspat yoluyla Ona dair bir bilgi edinmemizin tek yolu, Onun kitapları ve kendisinin mütercimleri konumundaki resulleri aracılığıyla bize ulaştırdığı şeylerdir, bundan başka bir yol yoktur. Bu isimlerle Onun arasındaki münasebet ise bizce bilinmemektedir.
Çünkü herhangi bir şeye ilişkin nispeti bilmek, nispet edileni bilmeye bağlıdır. Bu bağlamda
nispet edilene dair bir bilgi elimizde bulunmamaktadır. Dolayısıyla isimleriyle Onun arasın-
da var olan bu nispete dair bir bilgimiz yoktur. Fikir, tefekkür ve mütefekkir bu konuda soğuk demiri dövmekten başka bir iş yapmamaktadır (havanda su dövmektedir.) Allah bizi ve sizi akleden ve Ondan bize ulaşan ve nakledilen bilgiler sınırında duran, ötesine geçmeyen kimselerden eylesin. Bil ki, sakınma yolculuğu kişiyi maddi olandan makul olana, nimetten azaba, gizlilikten açıklığa, ölümden oluşla kaim ve aleme ilişkin bilgimizin neticesi olan hayata çıkarır. Bu da insani varoluşu bilmeyi doğurur, cisimliği itibariyle insanın nereden sudur ettiğini öğretir. Geriye dönük veya ufka doğru olmayan doğrusal hareketi bildirir. Eğer bu ikisini de bilirse kuşkusuz tabiiyet itibariyle olur. Ayrıca başkasına karşı artışını ve inceliğini gerektiren her makamı da bilir. Gördüğü ve kendisine gelen her şeyde bir basirete sahip olur. Bunda onun için bir eğlenme ve nimet de vardır. Bu makamda bu nitelikte ve tevarüs ilmine dayalı olarak durur. Hangi durumlarla karşılaşacağını, neyin miras bırakılacağını, kimden miras alınacağını ve kimin varis olacağını bilir. Bu yolculuk sayesinde nurların doğuş yerleri, sır hilallerinin doğduğu yerleri bilir. Bunun neticesinde kendilerini zatlarından ve zatlarıyla nimetlenmekten uzaklaştıran sıfatları idrak etmekten sakınırlar. Ancak onlar için kurtuluşun bütün bunların ardından olması durumu başka, o zaman ondan sakınırlar. Düşman çok kuvetli olsa da Allah'ın yardımıyla onlar galip gelirler. Çünkü Allah'a hiç kimse karşı koyamaz ve hiç kimse Allah'ı mağlup edemez. O üstün iradelidir, merhamet sahibidir. Bu sıfat kulda gerçekleştiğinde, her işte Allah onun elinden tutar, onu kendisi için kurtuluş olan şeye iletir. Su üzerinde yürümek, ruh ve beşer cinsinden düşmanlardan kurtulmak, düşmanları helak etmek gibi harikuladelikler de sergiler. Bu yolculuğun sonunda ebedi mutluluğu getiren ilâhî yakınlığa nail olmak vardır. Bu makamda kişi, onda gerçekleştirdiği yolculuğu esnasında kendisiyle ebedi mutluluğu arasına girdikleri için sakındığı bütün engellerden emin olur. Şayet yeryüzündeki her şey kendisine hücum etse, o da onlara saldırır ve onları yenilgiye uğratır.
Bu yolculuk kendisiyle nitelenen sahibine, sırların gizliliklerini keşfetme kabiliyetini
bahşeder. Çünkü nuru her türlü şüpheyi, cehaleti yırtar, her türlü çarpıtmayı ve yalanı
geçersiz kılar, nefis üzerinde cesaret, gözü peklik ve kuvvet etkisi bırakır. Bu himmetle
öyle işler yapar ki cüssenin büyüklüğü ve sayısal çoklukla bunları yapamazdı. Şu kadarı
var ki bu yolculuğa çıkan kişi yola girdiği ilk anda doğal bir telaş, göğüs sıkışması ve korku
yaşar. Çünkü yolun başında kendinde bir zayıflık buna karşılık bu makamda da bir güç görür. İşte bu zayıflık ve onunla da kaim olan zillet onda izzet ve kuvvet olarak netice verir.
Zahir ve batın ilmini onun için ortaya çıkarır; artık hiçbir şey ona gizli kalmaz. Bizzat Allah
onun işlerini üstlenir; onu doğruluğa çıkarır, hidayete iletir. İlgi gösterilen biri olur. iyice güvene kavuşuncaya kadar Allah'tan ona müjde gelir. Derken tebliğe dair gerekçeleri artıkça artar. Çünkü korku engelleyici ve korkaklık alıkoyucudur. Ne var ki, Hak bu yolculuğu gerçekleştiren kişiyi destekler. Bu öyle bir destektir ki, Onunla bilinir, Onun aracılığıyla Ona yaklaşılır ve Ona meyledilir. Bunun olması kaçınılmazdır. Hasımlarına karşı bir kanıt, bir güç ve bir açıklık bahşedilir.
Allah gerçeği söyler ve doğru yola o iletir.
Salat ve selam efendimiz Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun.
Alemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun. Amin.
Hiç yorum yok