TÜRKLER VE TÜRKÇE
İSMAİL HAKKI BURSEVÎ'NİN TUHFE-İ HASEKİYYE’SİNDE TÜRK SEVGİSİ
İsmail Hakkı Bursevî, Tuhfesinde Kureyş’in ve Arapça’nın üstülüğüne dâir hadisleri zikretmiştir.
Arapça dışındaki diller için ise “Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın âyetlerindendir.” (Rûm,
30/22) meâlindeki ayeti ele almıştır. Fakat hurma nasıl diğer meyvelere
üstünse, Arapça’nın da öyle olduğunu, fazîlet açısından dillerin
derecelerinin farklı olduğunu öne sürmüştür. İhlâs sûresinin Allah’ın
zât ve sıfatından bahsettiği için Tebbet sûresi üzerine daha faziletli
oluşunu örnek göstermiştir. Buradan yaptığı çıkarım ise sonuç olarak
şudur: Allah
Teâlâ, bütün diller ile konuşur. Zira dil âlimleri, O’nun sıfatlarının
çıkıp göründüğü yerdir. İlâhî kelâm sıfatının keyfiyyeti Âdem
(aleyhisselâm)’e öğretilmiştir ve ondan da evlâdına geçmiştir.
Türkçe ile ilgili olarak “garâib-i ahbardandır”
yani pek güvenilmeyen, acayip haberlerden biri olduğunu söylediği şu
olayı anlatmıştır: Âdem aleyhisselâm, cennette yediği yasak meyveden
sonra yeryüzüne inmekle emrolununca, melekler hangi dil ile
söyledilerse Âdem aleyhisselâm kulak asmamıştır. Sonunda bir melek
Türkçe “Kalk!” demiş ve Âdem bunun üzerine yeryüzüne inmek için hazırlanmıştır. Bundan dolayı Türkçe de fazîletli bir dildir. Onun için Türkler’den kâmil evliyâ gelmiştir.
Bu
olay, İsmail Hakkı Bursevî’nin, olayı anlatmaya başlarken dediği
gibi garip bir rivayet. Fakat bu olaydan çıkarılan sonuç dikkate
şayandır. Çünkü Türkler’den evliya gelmesinin sebebi, Türkçe’nin
fazîletine bağlanmıştır.
Tez: sh.24-25
TUHFE-İ HASEKİYYESİ
Zîrâ âsârda gelir ki: evlâd-ı Mead ibn-i Adnân kırk adede bâliğ oldukta, [151 a] Hazreti Mûsâ’nın kavmiyle muhârebe eyleyip onları intihâb etmeye başladıkta, Hazreti Mûsâ onlara bedduâ eyledi. Velâkin Allah Teâlâ bedduâya rızâ vermeyip:
“Yâ Mûsâ! Onlara bedduâ etme! Zîrâ Ben onların silsilesinden Nebiyy-i Kerîm-i Beşîr-i Nezîr ihrâc etsem gerektir. Pes ol sahn-ı gülistâna hâr-bâş olma ve zebân-ı dâstân, hangi edvârdan bîrûn edip evrâdını yanılma!”
Ve
Rasûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile Hazreti Îsâ arasında, ne
nebiyy-i mütâbi’ ve ne höd rasûl-i müşerri’ gelmiştir. Ve ikisinin
meyânında olan fetret dört yüz veyâ altı yüz veyâhut altı yüz senedir.
Ve İsmâîl aleyhis selâm ile Adnân arasında âbâ’-i seb’a veyâ tis’a
vardır. Ve ba’zıları on beştir demişler ve kırka varınca dahi rivâyet
vardır. Ve Kureyş’in fazâilinde gelir:
[Kim Kureyş’e ihânet ederse, Allah’a ihânet etmiş olur.] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/183, Hadis: 1586. Ve mutlakan Arab hakkında gelir:
[Arab’ı şu üç şey için seviniz: Ben Arabım ve Kur’an Arapça’dır ve cennet ehlinin kelâmı Arapça’dır.] Münâvî, I, 225.
Ve ba’zı rivâyâtta gelir ki: Sual olunursa ki:
“Lisân-ı Acem, lisân-ı ehl-i cehennemdir. [1] Pes nice lugat ehl-i cennet olur?” Cevâb budur ki: Acem, Arab’ın muka [151 b]
bilidir ki, lisân-ı Arab’dan gayrıya lisân-ı Acem derler. Velâkin
lugat-ı Fârisiyye, lisân-ı Acem’den mahsûs lugattır ki, lugat-ı ehl-i
cennete mülhıktır. Zîrâ ba’zı kabâil-i Arab, [Bâ’ ve Cîm ve Zây ve
Kaf]’ı Fârisiyye ile tekellüm etmişlerdir. Bu yüzden hurûf-i teheccî
otuz iki olmuştur ki aded-i isnândır. Ve lisân-ı Fârisî bi-husûsa
lisân-ı ehl-i cennet olmaya Acem erenlerinin takrîr ve tahrîri dahi
delâlet eder. Zîrâ ehlullâh, lisân-ı medhûl ile tekellüm eylemezler. Ve
bundan mefhûm olur ki, [Dillerinizin farklı olması] (Rûm, 30/22)
mûcibince, elsine-i nâsın ihtilâfı âyât-ı ilâhiyyedendir. Velâkin
birbirine nisbetle fazlde tefâvütleri vardır ki, Lisân-ı Arabî, cemî’-i
elsineden a’lâdır. Nitekim hurma cümle fevâkihten efdaldir. Ve bir
nesnenin mercûhiyyeti Hak Teâlâ’nın onunla adem-i tekellümünü muktezî
değildir.
Nitekim
sûre-i Tebbet ve Ihlâs, ikisi dahi kelâm-ı ilâhîdir. Fe-emmâ İhlâs’ın
Tebbet üzere fazl-i râcihi vardır. Zîrâ zât ve sıfat Hakk’a dâirdir. Ve
bundan zâhir olur ki, Allah Teâlâ cemî’-i lugât ile tekellüm eder. Zîrâ
ehl-i lugât O’nun mezâhir-i sıfatıdır ve kelâm-ı sıfat-ı ilâhiyyedir kim
keyfiyyetini Âdem aleyhis selâm ta’lîm olunmuştur ve ondan evlâdına
intikâl [152 a] etmiştir.
Ve
garâib-i ahbardandır ki, Âdem, ekl-i dâneden sonra arza hubût ile
me’mûr olıcak, melâike lisânından her ne türlü lisân ki tekellüm vâki’
olduysa, Âdem, asgâ etmedi. Tâ ki bir melek gelin lisân-ı Türkî üzere
ona “Kalk”! dedi. Âdem dahi kalkıp arza hebûte müteheyyi’ oldu. Pes
lisân-ı Türkî’nin dahi fazîleti zâhir oldu. Onun için Türk’ten dahi
kümmel-i evliyâ gelmiştir. Ve denilmiştir ki:
Ya’ni
diyâr-ı Rûm’a, enbiyâ ayak basmamıştır, belki diyâr-ı Arab’a ve Fürs’e
vaz’-ı kadem etmiştir. Velâkin bundan Rûm’a tenezzül gelmez. Zîrâ ibtidâ
bütün dünyâya Âdem ayak basmıştır. Ve her mevzi’ki şehristân olmuştur;
Âdem’in vaz-ı kademi eseridir ve her ne yer ki menhûstur, oraya şeytân
basmıştır. Onun için bıka’ın dahi birbiri üzerine rüchânı vardır. Meselâ
Mekke ile sâir bilâd berâber değildir. Zîrâ Mekke cevâhir ve sâirler
hacer ve meder gibidir. Lâkin fazl-ı Medîne ve Kuds, fazl-ı Mekke’ye
tâbi’dir. Ve kezâlik, mesâcid ve cevâmi’, sâir büyût-i sükkândan
efdaldir. Fe-emmâ mescid ile kenîse ve tekye ile meyhânenin meyânında
müfâdala yoktur. Zîrâ mescid ve tekye arâzi-i tayyibeden; kenîse ve
meyhâne, arâzi-i habîsedendir. Nitekim [152 b] “Gınâ ve fakrın hangisi efdaldir?”
denilmez. Zîrâ gınâ, sıfat-ı zâtiyye-i ilâhiyye; ve fakr sıfat-ı
zâtiyye-i abdiyyedir. Mevâli’ ile abd arasında münâsebet olmadığı gibi
sıfatları arasında münâsebet yoktur.
Kaynak: Mehmet TABAKOĞLU, İsmail
Hakkı Bursevî’nin Tuhfe-i Hasekiyye’sinin İkinci Bölümü (Metin Ve
Tahlil), T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat
Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, (Yüksek Lisans Tezi), , 2008, İstanbul
Hiç yorum yok