Sultan Vahidüddin Han'ın Dersaadetten Ayrılışı-17 Kasım 1922
(VI. Mehmed İstanbul'dan ayrılmadan önce, devletin bekâsı için Şeyhülislam Nuri Efendi'nin öncülüğünde son sadrazam Ahmed Tevfik Paşa ile dua ederken, 17 Kasım 1922.)
Üstad Necip Fazıl'ın; "Büyük Vtan Dostu" olarak vasfettiği, Sultan Vahidüddin Han'ın ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalışının 93. sene-i devriyesi...
Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti 1 Kasım 1922’de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilan etmesinin ardından Vahidüddin'in adı hutbelerden kaldırıldı. Bunun sonucunda Sultan Vahidüddin 17 Kasım 1922 Cuma günü Dolmabahçe Sarayı'ndan Malaya harp gemisi tarafından alınıp Malta Adası’na götürüldü. Oradan Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke'ye oradan da İtalya'daki San Remo şehrine giderek bu şehirde ikamet etti. 16 Mayıs 1926’da San Remo'da vefat etti. Cenazesi Şam'a getirilerek Sultan Selim Camiî kabristanına defnedildi.Bazı çevreler nasıl ve neden ayrıldığını bilmeden kendisini hain ilan etti. Tarih kitaplarında ise yine aynı kesimler tarafından bilinçli olarak kötü birisiydi imajı oluşturulmak istendi. Bazı tarihçilere göre ise yaptığı büyük bir fedakarlıktı.
Üstad Necip Fazıl'ın; "Vatan Haini değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" eserinden o hazin sahneleri takip ediyoruz:
"Vahidüddin, saadetten muvazenesini kaybettirecek kadar kendisine tesir eden zaferden sonra birdenbire bu muameleye uğrayıp atılan 101 pare topun Osmanlı tahtını hedef tuttuğunu görünce ne yapacağını şaşırıyor.
Önünde, Hilâfet tarafını tuttuğu için İzmit'e götürülüp parça parça edilmiş bir Ali Kemâl misâli vardır ve onu bu hâle getiren Nureddin Paşa, aynı şeyin Vahidüddin'e de yapılacağını ilân etmiştir.
İşte, uyuz bir at üzerinde, hamam oğlanları gibi baldırları sıkıla sıkıla Yedikule'ye götürülüp hayaları sıkılarak bayıltılan ve öldürülen Genç Osman misâli!... İşte Üçüncü Selim!.. 16'ncı (Lûi) misali ve ondan 100 yıl kadar sonra bütün ailesiyle salhaneye benzer bir mahzende delik deşik edilen Rus Çarı İkinci Nikola'ya kadar nice örnek... Bu vaziyette ne yapmalı?.
Yol, iki...
Ya memlekette kalıp başına gelecekleri tevekkül ve teslimiyetle beklemek; yahut sultanlık vasfını kaybetmiş ve âdi bir fert menzelesine inmiş insan sıfatiyle vatan dışına göçmek...
Fakat onun bir de Halifelik sıfatı var ki, yüz milyonlarca müslümana şâmil bulunmakta ve bu bakımdan mahallî kararların üstünde bir mahiyet arzetmekte... O zamanlar İslâm kitlelerinin büyük kısmı İngiliz idaresinde olduğuna göre Halife sıfatıyle alâka isteyebileceği tek devlet İngiltere'dir. Asla İngiliz emellerine âlet olmamak şartiyle bu mevzuda onları vazifeye davet etmek hakkıdır.
Uzun nefs muhasebe ve murakebelerinden sonra, kararını veriyor: Vatanını terkedecektir.
İçinden bir ses:
— Kal ve gerekirse öl!
Diyemiyor.
Keşke diyebilseydi.
Hemen kıymet ölçümüzü belirtmek için kaydedelim ki, Vahidüddin'in asıl kalbinde bu kadar büyük bir şecaat ve ulviyete yer yoktur ve kimsenin bu kadarını istemeye de hakkı olamaz Vahidüddin, vatanında kalmakla ulvî olabilirdi-fakat çıkıp gitmekle süfli olmamış, sadece mazeretini kullanmıştır.
Vahidüddin, bildirdiğimiz ölçüyle İngilizlere baş vuruyor ve dünyanın en kuru, örtülü ve hissiz kelimeleriyle onlardan Türkiye dışına çıkarılmasını istiyor:
«Mâbeyn-i Hümayûn-u Mülûkâne» baslığını taşıyan mektup ayniyle şudur:
«Dersaadet İşgal Orduları Başkumandanı General Harrington Cenaplarına:
İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiliz devlet-i fahimânesine iltica ediyorum. Bir ân evvel İstanbul'dan mahall-i âhare naklimi talep ederim.
16 Teşrin-i sâni 1922
Halife-i Müslümin
Mehmed Vahidüddin»
General Harrington'un verdiği cevap:
— Yarın saray-ı hümâyûna bizzat gelip Zât-ı Şahaneyi alacak ve bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan ayrılmalarını temin edeceğim!
Vahidüddin bütün bir gece uykusuz... Mezar sessizliği içinde hazin akıbetine dalan sarayda, Malta köşkünün küçük bir odasında, basit bir şezlong üzerinde, açık gözleri tavana mıhlı, mumya gibi hareketsiz, tarihin en bedbaht ve mustarip Padişahı...
Bavullarını hazırlatmış, yanına kimleri alacağını kararlaştırmış, Hazine-i Hassadan bir şey çekmek şöyle dursun, baba hediyesi elmaslı sorgucu ve som altın bir çekmeceyi makbuz karşılığında Hazine-i Hassaya bırakmıştır. Bir sürü maiyetle meçhul bir âleme gittiğine ve Hazine-i Hassa padişah hazinesi demek olduğuna göre, onu son meteliğine kadar boşaltmak imkân ve salâhiyeti dairesindeyken bunu yapmayıp şahsına ait hediyeleri bile oraya iade eden hükümdarın ruhundaki feragat ve fedakârlık duygusunu hayal edebilmek lâzım...
Bütün mevcudu, sultanlık tahsisatından elinde kalmış olan 50 bin lira kâğıt paradan ibaretti; ve koskoca bir maiyetle gittiği gurbet illerine bu hiçin hiçi meblâğla göçmekteydi.
Gün doğduktan biraz sonra Vahidüddin'e haber geldi:
— Efendimiz; ingilizlerin gönderdiği otomobiller köşkün kapısı önünde...
Başkumandanları da arabalardan birinde... Teşrif-i hümâyûnlarını bekliyorlar! Bütün hazırlıklarını tamamlamış ve tertibatını almış bulunan Padişah şezlongtan kalktı ve yanına getirdikleri oğlu Mehmed Ertuğrulun elinden tutarak hareme geçti.
Veda... Ustüste yırtıcı kadın çığlıkları... Topkapı sarayından başlayarak bu çığlıklara alışmış olan Osmanlı sarayı artık ev sahiplerinin son yırtınışlarına sahnedir. Bundan böyle onlardan tek ses gelmeyecektir. Oraya başka sesler ve mânâlar dolacak...
Vahidüddin, sırtında kara bir yağmurluk, üzerinde sade ve sivil elbise, başında fesi ve burnunun tepesinde gözlüğü, birinci otomobile atladı ve son sür'at, Dolmabahçe yolunu tuttu
Bir türbe kadar gamlı Dolmabahçe sarayında 5-10 dakika bekleyişten sonra, İngiliz generali Padişahın Önünde eğildi:
— Rıhtımda İngiliz donanmasına ait bir istimbot, Zât-ı Şahanelerini (Malaya) zırhlısına götürmek üzere bekliyor!
Vahidüddin koltuğundan fırladı, gayet metin adımlarla yürüdü, teknesi beyaz, bacası sarı renkli istimbota atladı; ve açıkta, top namluları canavar ağızları gibi ufuklara ferman okuyan küf renkli (Malaya) zırhlısına çıktı. Arkasında General Harington, iskeleden güverteye ayak basar basmaz, karşısında, îngiliz Akdeniz Filosu Kumandanı Amiral (Drok) ve İngiltere Fevkalâde Komiseri (Sör Nevil Henderson)...
Ve, talihsiz Padişahı, muzaffer Türk süngüleri yerine ingiliz tüfekleriyle selâmlayan bahriye silâhendazlarından bir ihtiram kıt'ası... Biraz sonra, (Malaya), 5 asırlık Osmanlı sarayı, içine kapanık ve yaşlı Topkapının önünden süzülerek Marmara'ya açıldı.
Şimdi ufukta, her şeyin nevale mahkûm olduğunu ihtar eden, kül renkli çelik teknenin, yine kül renkli incecik dumanından başka bir şey yoktur. Vahidüddin gidiyor!
Kaçıyor mu? Bir hain gibi mi vatanını bırakıyor?
Daha evvel kıymet hükmünü koyduğumuz bu gidişin mânasını eski yaver Ali Nuri Beyden de isteyebiliriz:
Diyor ki, Ali Nuri Bey:
«— Vahidüddin kaçmadı; Padişah sıfatiyle kaçmadı! Belki bir fert olarak çıkıp gitti. Ankara-da 101 pare top atılarak Padişahlık kaldırılmış, Vahidüddin de tahttan indirilmişti. O da, üzerinden sıyırdıkları bütün sıfatların içinden kendisine kalan fert hakk'yle çıkıp gitti!»
Ali Nuri Beyefendinin belki unutmuş, belki söylemeye lüzum görmemiş olduğu noktayı biz gösterelim:
— Kimsenin, üzerinden almaya muktedir olmadığı «Halife-i Müslimin» sıfatiyle başının çâresini aramaya gitti; ve îslâm âleminin büyük kısmını nüfuz ve idaresi altında tutan İngiltereden, ona hiçbir taviz vermeksizin, halife sıfatiyle hakkının korunmasını istedi.
Vahidüddin İngiliz zırhlısiyle Ege denizinden Ak-denize kıvrılarak Malta adasına doğru yol aladursun... Biz, «Millî Şahlanma Hareketi» faslını ve «Yıkılan Taht» bahsini kapatmadan önce İstanbul'un son vaziyetine son bir göz atalım...
Devrin son sadrâzamı Tevfik Paşa olduğuna göre yine onun oğlu Ali Nuri Beyefendiyi dinlemeliyiz:
«— Anadolu zaferi ve saltanatın ilgasından sonra babamın bir sözü oldu. Dedi ki babam: Bu bir ihtilâldir, inkılâptır ve yeni bir (leegalite - kanunî hüviyet)in başlangıcıdır. Vazifemize nihayet vermeliyiz!
Biliyorsunuz ki, son Padişahın son sadrâzamı babamdı. Kabinesini şu gördüğünüz Park Oteli binasının bar kısmı olan dairede topladı ve alınan müşterek kararla hükümeti faaliyetten uzaklaştırdı. Padişahın (Mühr-ü Hümayun) veya (Mühr-ü Şerif) de-nüen mührü de babamda kaldı. Bu tarihî mühür şu ânda biraderim Hakkı Beydedir. O sıralarda Başmâbeyinci beni çağırttı ve şu iradeyi tebliğ etti:
Pederinize söyleyiniz; memleketten çıksın; ve Rivyera gibi bir yerde istirahate çekilsin!.. Bu iradeyi babama bildirdim. Dedi ki: Beni düşündükleri için teşekkür ederim; fakat sıhhatim iyidir ve Avrupa'da istirahate ihtiyacım yoktur! Vatanımda kalmayı tercih ederim!
Vaziyeti saraya bildirdim ve bu defa Başmâbeyinci tarafından şu irâdeye muhatap oldum: Size verdiğimiz şu risaleyi babanıza götürünüz ve bu sebepten memleketten çıkmasını istediğimizi söyleyiniz!
Ve elime matbu bir risale verdiler. Bu, Hiyanet-i Vataniye Kanunuydu. Risaleyi babama götürdüm. Okumamı istedi. Kanunun birinci maddesi, İstiklâl Harbinin Padişah ve Halifeyi kurtarmak gayesini güttüğünden bahsediyordu. Bunun üzerine pederim şu karşılığı verdi: Eğer memleketten çıkmamı gerektiren sebep buysa aksine, hiçbir yere kıpırdamadan burada kalmam icap eder. Padişah ve Halifeyi kurtarmak isteyenler, aynı gayeyi takip eden bir Sadrâzama teşekkürden başka ne yapabilirler?..
Ve babam, böylece İstanbul'da kaldı- İstanbul'un istirdadında buradaydı. Hiçbir kaba muameleye uğramadı. Aksine, hürmet gördü ve vefatında cenazesine bir süvari birliği gönderildi.»
(Malaya) zırhlısı, bütün çelik hamulesini eritecek derecede ciğeri ateşli Padişahı gurbet yerine götürür ve vatanından öksüz bırakırken, onun vaktiyle Başkâtibine söylediği bir sözü hatırlamak yerinde olur:
«— Baba hicranını her zaman kuvvetle hissediyorum. Ne zaman bir yetim görsem, baba şefkatini derhâtır ederim. Onun yoksunluğu çok elimdir.»
Artık hâtıralar üstüste:
«— Bizim hanedanımızdan her türlüsü gelmiş tir- Sarhoşu gelmiştir, zâlimi gelmiştir, delisi gelmiştir, aptalı gelmiştir; fakat dinsizi gelmemiştir! İçimizde en mübalâtsızı (kayıtsız) olan Abdülaziz bile, son nefesinde Kur'ân sarılarak öyle teslim-i ruh etmiştir. Kanı ile mülemma (kaplı) olan Mushaf-ı Şerifi Yıldız Kütüphanesinde siz de gözlerinizle gördünüz!»
Başkâtip Ali Fuat Türkgeldi'den aldığımız bu sözler, vatanından, yâni milyonlardan öksüz kalan Padişahın taşıdığı imân ve İslâm selâbetini gösterir ki, onu vatan dışına iten saik de hakikatte bu selâmetten başka bir şey değildir.
Ve diri diri mezara gömülmekten daha korkunç bir ruh işkencesine mahkûm edilen Tâcidar, hiç kimseye kin beslememekte, bu duyguya yabancı bulunmaktadır. Bakın, bir gün, Başkâtibine ne demiştir:
«— Benim kimseye kin ve garazım yoktur. Bir | adamaa ne kadar hiddetim olsa gelip bana iltica edince hiddetim geçer. Yalınız iki kişi hakkında hiddetim geçmez: Biri Sultan Azizin validesi, büyük valide öbürü de Sait Paşa...»
Aslında kin tutmayan Padişahın nefret ettikleri arasında üç kişi daha var:
«— Dünyada üç mel'un vardır; bunlar bir sacayaktır. Biri bizim hemşire, biri zevci olan Ferit Paşa, biri de oğlu Sami...»
Üstad Necip Fazıl'ın; "Büyük Vtan Dostu" olarak vasfettiği, Sultan Vahidüddin Han'ın ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalışının 93. sene-i devriyesi...
Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti 1 Kasım 1922’de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilan etmesinin ardından Vahidüddin'in adı hutbelerden kaldırıldı. Bunun sonucunda Sultan Vahidüddin 17 Kasım 1922 Cuma günü Dolmabahçe Sarayı'ndan Malaya harp gemisi tarafından alınıp Malta Adası’na götürüldü. Oradan Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke'ye oradan da İtalya'daki San Remo şehrine giderek bu şehirde ikamet etti. 16 Mayıs 1926’da San Remo'da vefat etti. Cenazesi Şam'a getirilerek Sultan Selim Camiî kabristanına defnedildi.Bazı çevreler nasıl ve neden ayrıldığını bilmeden kendisini hain ilan etti. Tarih kitaplarında ise yine aynı kesimler tarafından bilinçli olarak kötü birisiydi imajı oluşturulmak istendi. Bazı tarihçilere göre ise yaptığı büyük bir fedakarlıktı.
Üstad Necip Fazıl'ın; "Vatan Haini değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" eserinden o hazin sahneleri takip ediyoruz:
"Vahidüddin, saadetten muvazenesini kaybettirecek kadar kendisine tesir eden zaferden sonra birdenbire bu muameleye uğrayıp atılan 101 pare topun Osmanlı tahtını hedef tuttuğunu görünce ne yapacağını şaşırıyor.
Önünde, Hilâfet tarafını tuttuğu için İzmit'e götürülüp parça parça edilmiş bir Ali Kemâl misâli vardır ve onu bu hâle getiren Nureddin Paşa, aynı şeyin Vahidüddin'e de yapılacağını ilân etmiştir.
İşte, uyuz bir at üzerinde, hamam oğlanları gibi baldırları sıkıla sıkıla Yedikule'ye götürülüp hayaları sıkılarak bayıltılan ve öldürülen Genç Osman misâli!... İşte Üçüncü Selim!.. 16'ncı (Lûi) misali ve ondan 100 yıl kadar sonra bütün ailesiyle salhaneye benzer bir mahzende delik deşik edilen Rus Çarı İkinci Nikola'ya kadar nice örnek... Bu vaziyette ne yapmalı?.
Yol, iki...
Ya memlekette kalıp başına gelecekleri tevekkül ve teslimiyetle beklemek; yahut sultanlık vasfını kaybetmiş ve âdi bir fert menzelesine inmiş insan sıfatiyle vatan dışına göçmek...
Fakat onun bir de Halifelik sıfatı var ki, yüz milyonlarca müslümana şâmil bulunmakta ve bu bakımdan mahallî kararların üstünde bir mahiyet arzetmekte... O zamanlar İslâm kitlelerinin büyük kısmı İngiliz idaresinde olduğuna göre Halife sıfatıyle alâka isteyebileceği tek devlet İngiltere'dir. Asla İngiliz emellerine âlet olmamak şartiyle bu mevzuda onları vazifeye davet etmek hakkıdır.
Uzun nefs muhasebe ve murakebelerinden sonra, kararını veriyor: Vatanını terkedecektir.
İçinden bir ses:
— Kal ve gerekirse öl!
Diyemiyor.
Keşke diyebilseydi.
Hemen kıymet ölçümüzü belirtmek için kaydedelim ki, Vahidüddin'in asıl kalbinde bu kadar büyük bir şecaat ve ulviyete yer yoktur ve kimsenin bu kadarını istemeye de hakkı olamaz Vahidüddin, vatanında kalmakla ulvî olabilirdi-fakat çıkıp gitmekle süfli olmamış, sadece mazeretini kullanmıştır.
Vahidüddin, bildirdiğimiz ölçüyle İngilizlere baş vuruyor ve dünyanın en kuru, örtülü ve hissiz kelimeleriyle onlardan Türkiye dışına çıkarılmasını istiyor:
«Mâbeyn-i Hümayûn-u Mülûkâne» baslığını taşıyan mektup ayniyle şudur:
«Dersaadet İşgal Orduları Başkumandanı General Harrington Cenaplarına:
İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiliz devlet-i fahimânesine iltica ediyorum. Bir ân evvel İstanbul'dan mahall-i âhare naklimi talep ederim.
16 Teşrin-i sâni 1922
Halife-i Müslümin
Mehmed Vahidüddin»
General Harrington'un verdiği cevap:
— Yarın saray-ı hümâyûna bizzat gelip Zât-ı Şahaneyi alacak ve bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan ayrılmalarını temin edeceğim!
Vahidüddin bütün bir gece uykusuz... Mezar sessizliği içinde hazin akıbetine dalan sarayda, Malta köşkünün küçük bir odasında, basit bir şezlong üzerinde, açık gözleri tavana mıhlı, mumya gibi hareketsiz, tarihin en bedbaht ve mustarip Padişahı...
Bavullarını hazırlatmış, yanına kimleri alacağını kararlaştırmış, Hazine-i Hassadan bir şey çekmek şöyle dursun, baba hediyesi elmaslı sorgucu ve som altın bir çekmeceyi makbuz karşılığında Hazine-i Hassaya bırakmıştır. Bir sürü maiyetle meçhul bir âleme gittiğine ve Hazine-i Hassa padişah hazinesi demek olduğuna göre, onu son meteliğine kadar boşaltmak imkân ve salâhiyeti dairesindeyken bunu yapmayıp şahsına ait hediyeleri bile oraya iade eden hükümdarın ruhundaki feragat ve fedakârlık duygusunu hayal edebilmek lâzım...
Bütün mevcudu, sultanlık tahsisatından elinde kalmış olan 50 bin lira kâğıt paradan ibaretti; ve koskoca bir maiyetle gittiği gurbet illerine bu hiçin hiçi meblâğla göçmekteydi.
Gün doğduktan biraz sonra Vahidüddin'e haber geldi:
— Efendimiz; ingilizlerin gönderdiği otomobiller köşkün kapısı önünde...
Başkumandanları da arabalardan birinde... Teşrif-i hümâyûnlarını bekliyorlar! Bütün hazırlıklarını tamamlamış ve tertibatını almış bulunan Padişah şezlongtan kalktı ve yanına getirdikleri oğlu Mehmed Ertuğrulun elinden tutarak hareme geçti.
Veda... Ustüste yırtıcı kadın çığlıkları... Topkapı sarayından başlayarak bu çığlıklara alışmış olan Osmanlı sarayı artık ev sahiplerinin son yırtınışlarına sahnedir. Bundan böyle onlardan tek ses gelmeyecektir. Oraya başka sesler ve mânâlar dolacak...
Vahidüddin, sırtında kara bir yağmurluk, üzerinde sade ve sivil elbise, başında fesi ve burnunun tepesinde gözlüğü, birinci otomobile atladı ve son sür'at, Dolmabahçe yolunu tuttu
Bir türbe kadar gamlı Dolmabahçe sarayında 5-10 dakika bekleyişten sonra, İngiliz generali Padişahın Önünde eğildi:
— Rıhtımda İngiliz donanmasına ait bir istimbot, Zât-ı Şahanelerini (Malaya) zırhlısına götürmek üzere bekliyor!
Vahidüddin koltuğundan fırladı, gayet metin adımlarla yürüdü, teknesi beyaz, bacası sarı renkli istimbota atladı; ve açıkta, top namluları canavar ağızları gibi ufuklara ferman okuyan küf renkli (Malaya) zırhlısına çıktı. Arkasında General Harington, iskeleden güverteye ayak basar basmaz, karşısında, îngiliz Akdeniz Filosu Kumandanı Amiral (Drok) ve İngiltere Fevkalâde Komiseri (Sör Nevil Henderson)...
Ve, talihsiz Padişahı, muzaffer Türk süngüleri yerine ingiliz tüfekleriyle selâmlayan bahriye silâhendazlarından bir ihtiram kıt'ası... Biraz sonra, (Malaya), 5 asırlık Osmanlı sarayı, içine kapanık ve yaşlı Topkapının önünden süzülerek Marmara'ya açıldı.
Şimdi ufukta, her şeyin nevale mahkûm olduğunu ihtar eden, kül renkli çelik teknenin, yine kül renkli incecik dumanından başka bir şey yoktur. Vahidüddin gidiyor!
Kaçıyor mu? Bir hain gibi mi vatanını bırakıyor?
Daha evvel kıymet hükmünü koyduğumuz bu gidişin mânasını eski yaver Ali Nuri Beyden de isteyebiliriz:
Diyor ki, Ali Nuri Bey:
«— Vahidüddin kaçmadı; Padişah sıfatiyle kaçmadı! Belki bir fert olarak çıkıp gitti. Ankara-da 101 pare top atılarak Padişahlık kaldırılmış, Vahidüddin de tahttan indirilmişti. O da, üzerinden sıyırdıkları bütün sıfatların içinden kendisine kalan fert hakk'yle çıkıp gitti!»
Ali Nuri Beyefendinin belki unutmuş, belki söylemeye lüzum görmemiş olduğu noktayı biz gösterelim:
— Kimsenin, üzerinden almaya muktedir olmadığı «Halife-i Müslimin» sıfatiyle başının çâresini aramaya gitti; ve îslâm âleminin büyük kısmını nüfuz ve idaresi altında tutan İngiltereden, ona hiçbir taviz vermeksizin, halife sıfatiyle hakkının korunmasını istedi.
Vahidüddin İngiliz zırhlısiyle Ege denizinden Ak-denize kıvrılarak Malta adasına doğru yol aladursun... Biz, «Millî Şahlanma Hareketi» faslını ve «Yıkılan Taht» bahsini kapatmadan önce İstanbul'un son vaziyetine son bir göz atalım...
Devrin son sadrâzamı Tevfik Paşa olduğuna göre yine onun oğlu Ali Nuri Beyefendiyi dinlemeliyiz:
«— Anadolu zaferi ve saltanatın ilgasından sonra babamın bir sözü oldu. Dedi ki babam: Bu bir ihtilâldir, inkılâptır ve yeni bir (leegalite - kanunî hüviyet)in başlangıcıdır. Vazifemize nihayet vermeliyiz!
Biliyorsunuz ki, son Padişahın son sadrâzamı babamdı. Kabinesini şu gördüğünüz Park Oteli binasının bar kısmı olan dairede topladı ve alınan müşterek kararla hükümeti faaliyetten uzaklaştırdı. Padişahın (Mühr-ü Hümayun) veya (Mühr-ü Şerif) de-nüen mührü de babamda kaldı. Bu tarihî mühür şu ânda biraderim Hakkı Beydedir. O sıralarda Başmâbeyinci beni çağırttı ve şu iradeyi tebliğ etti:
Pederinize söyleyiniz; memleketten çıksın; ve Rivyera gibi bir yerde istirahate çekilsin!.. Bu iradeyi babama bildirdim. Dedi ki: Beni düşündükleri için teşekkür ederim; fakat sıhhatim iyidir ve Avrupa'da istirahate ihtiyacım yoktur! Vatanımda kalmayı tercih ederim!
Vaziyeti saraya bildirdim ve bu defa Başmâbeyinci tarafından şu irâdeye muhatap oldum: Size verdiğimiz şu risaleyi babanıza götürünüz ve bu sebepten memleketten çıkmasını istediğimizi söyleyiniz!
Ve elime matbu bir risale verdiler. Bu, Hiyanet-i Vataniye Kanunuydu. Risaleyi babama götürdüm. Okumamı istedi. Kanunun birinci maddesi, İstiklâl Harbinin Padişah ve Halifeyi kurtarmak gayesini güttüğünden bahsediyordu. Bunun üzerine pederim şu karşılığı verdi: Eğer memleketten çıkmamı gerektiren sebep buysa aksine, hiçbir yere kıpırdamadan burada kalmam icap eder. Padişah ve Halifeyi kurtarmak isteyenler, aynı gayeyi takip eden bir Sadrâzama teşekkürden başka ne yapabilirler?..
Ve babam, böylece İstanbul'da kaldı- İstanbul'un istirdadında buradaydı. Hiçbir kaba muameleye uğramadı. Aksine, hürmet gördü ve vefatında cenazesine bir süvari birliği gönderildi.»
(Malaya) zırhlısı, bütün çelik hamulesini eritecek derecede ciğeri ateşli Padişahı gurbet yerine götürür ve vatanından öksüz bırakırken, onun vaktiyle Başkâtibine söylediği bir sözü hatırlamak yerinde olur:
«— Baba hicranını her zaman kuvvetle hissediyorum. Ne zaman bir yetim görsem, baba şefkatini derhâtır ederim. Onun yoksunluğu çok elimdir.»
Artık hâtıralar üstüste:
«— Bizim hanedanımızdan her türlüsü gelmiş tir- Sarhoşu gelmiştir, zâlimi gelmiştir, delisi gelmiştir, aptalı gelmiştir; fakat dinsizi gelmemiştir! İçimizde en mübalâtsızı (kayıtsız) olan Abdülaziz bile, son nefesinde Kur'ân sarılarak öyle teslim-i ruh etmiştir. Kanı ile mülemma (kaplı) olan Mushaf-ı Şerifi Yıldız Kütüphanesinde siz de gözlerinizle gördünüz!»
Başkâtip Ali Fuat Türkgeldi'den aldığımız bu sözler, vatanından, yâni milyonlardan öksüz kalan Padişahın taşıdığı imân ve İslâm selâbetini gösterir ki, onu vatan dışına iten saik de hakikatte bu selâmetten başka bir şey değildir.
Ve diri diri mezara gömülmekten daha korkunç bir ruh işkencesine mahkûm edilen Tâcidar, hiç kimseye kin beslememekte, bu duyguya yabancı bulunmaktadır. Bakın, bir gün, Başkâtibine ne demiştir:
«— Benim kimseye kin ve garazım yoktur. Bir | adamaa ne kadar hiddetim olsa gelip bana iltica edince hiddetim geçer. Yalınız iki kişi hakkında hiddetim geçmez: Biri Sultan Azizin validesi, büyük valide öbürü de Sait Paşa...»
Aslında kin tutmayan Padişahın nefret ettikleri arasında üç kişi daha var:
«— Dünyada üç mel'un vardır; bunlar bir sacayaktır. Biri bizim hemşire, biri zevci olan Ferit Paşa, biri de oğlu Sami...»
Hiç yorum yok