Adalet Yerine Zulüm Dağıtan Yargı
İslamî davalardan ötürü aldığı cezalar sebebiyle Kandıra 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde yatan İsmail Şah Balta, Türkiyeli Müslümanlara çağrı niteliğinde bir mektup kaleme aldı.
30 Mart 2015’te kaleme alınan; ancak cezaevi yönetiminin ‘uygun’ görmemesi sonucu el konulan mektup, İsmail Şah Balta tarafından yaklaşık 1 aylık mahkeme sürecinin ardından tekrar geri alınarak, posta yoluyla ulaştırıldı.
İsmail Şah Balta, Türkiye’deki yargı sisteminin bozukluğuna değindiği ve yargı linçine maruz kalan Müslüman mahpuslara örnekler verdiği mektubunda, özgürlüklerin iadesi konusunda yürütülecek çalışma için yol haritası teklifinde bulunarak, İslamî camiaya, yazarlara ve önde gelen kanaat önderlerine çağrıda bulundu.
İslamî Analiz olarak, İsmail Şah Balta’nın bu çağrısını okuyucularımızla paylaşırken, Müslüman kitlelerin seslerini duymazdan geldiği mahpusların yaşadıklarını gündemleştirmenin insani ve İslamî bir sorumluluk olduğunu ısrarla hatırlatmak istiyoruz.
İşte o mektup:
Şalcı Bacı'dan Bugüne “Yargı”
Türkiye'de yargı kararları -elbette öncelikli olarak siyasal yargılamaları kastediyorum- her zaman için problemli/şaibeli olmuştur. Aslında bunu sıradan vatandaşa varıncaya kadar herkes bilir. Elinden bir şey gelen de/gelmeyen de üç maymunu oynamaya devam eder. Yargı mekanizması Şalcı Bacı’dan(1) bugüne zihinsel bir transformasyon asla yaşamamıştır. Dün "Şapka Neçi" diye idam sehpasında sallandırıp toplumu esas duruşa çekmek için kullanılan yargı mekanizması bugün de aynı işlevselliğini korumaktadır. Şalcı Bacı şapka’nın ne olduğunu dahi bilemeden ruhunu teslim etmişti.
Sürecin İstiklal Mahkemeleri’nden başladığını, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler, Ağır Ceza Mahkemeleri, Askeri Mahkemelerle devam ettiğini kafasını soktuğu kumdan biraz olsun çıkarabilen herkes biliyor. Tüm siyasi yargılamalar toplumun terbiye edilmesi esasına dönük olarak yapılmıştır. Verilen ağır cezalar "hizaya gel" komutundan başka bir anlam taşımaz.
Anayasa Mahkemesi eski raportörlerinden Osman Can bakın ne diyor yargı mekanizması ile ilgili olarak:
"İstiklal Mahkemeleri, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri kimlere karşı kullanıldı ise DGM'ler de onlara karşı kullanıldı.”
Bu mahkemelere duyulan ihtiyaç konusunda Osman Can şunları söylüyor:
"... Bunun için iki soruya cevap vermek gerekiyor.
1- Devletin anayasa ile belirlenmiş düzeni kimin düzeni?
2- Terörle mücadele kanunu gerçekte neyi koruyor ve neyi ikame etme üzerine kabul edildi?
Her iki sorunun bizi götüreceği yer hiç kuşkusuz ki, İstiklal Mahkemeleri kanunu; hıyanet-i vataniye kanunu; devleti ve ideolojisini kutsayan faşist İtalyan ceza kanunu ve elbette bu kanunların yarattığı paradigma üzerine 27 Mayıs darbecilerinin inşa ettiği anayasal düzenin bizatihi kendisidir. Bunun bizi götüreceği diğer bir nokta ise "Düşman ceza hukuku" kavramıdır.
... Devlet aygıtı, Meşruiyetini toplum genelinden almayınca doğal olarak toplumun büyük bir kısmı onun için "düşman", "düşman ceza hukuku" ve uygulama araçları da (....) kendi yurttaşlarının sindirilmesinin aracı oldu.”(2)
Bugün iletişimin bilmem kaç "G" hızında olduğundan dem vuruluyor; lakin bu hız, yargının linçini, daha geniş anlamıyla sistemin linçine uğramış, özgürlüklerini kaybetmiş insanların feryatlarını duyurmaya yetmiyor.
"Mazlumun ve zalimin dinine/ kimliğine bakmayacaksın; Mazlumdan yana zalime karşı safın net olacak" ilkesi tam da bu ilkeye sahip olduğunu söyleyen/iddia eden siyasi/politik figürler tarafından "oy" seçim malzemesi, iktidar aracına dönüştürülüyor. Bu ilkeye bağlı olduğu varsayılan dernek/vakıf/gazete/dergi vb. organizasyonlar çeşitli gerekçelerle yanında durmaktan çekinmedikleri iktidar odaklarıyla girmiş oldukları çeşitli ilişkiler nedeniyle, güç odağının işareti ve izniyle ancak konu üzerinde birkaç kelam edilebiliyor. O da özel günlerde, özel saatlerde. (Sayıları az da olsa diğergam kişi ve kurumları istisna ederim.)
Bu parantez arasından sonra durum malum. Hepimiz de biliriz ki yargısal infazlarla mücadele ancak sürekliliğini alan zihinsel dirilikle - bilinçle ve bitmek tükenmek bilmeyen mücadele yöntem ve usulleri ile olabilir.
Siyasiler açısından sahibi olmayan(3) (Müslüman siyasi tutsaklar başta olmak üzere yargısız infaza uğramış tüm mahpuslar) bir gündemle ilgili olarak riske girmek nasıl pek arzulanmayan bir şey ise; bir zamanlar aynı yollarda muhayyel bir ufka umutla beraber yelken açtıklarımızın sırtına bir tekme vurup, onları unutulmuşların gayyasına gömüp üstünü de dozerle ezdik; ki bir daha hortlayıp da uykularımızı süsleyen cennet bahçeli rüyalarımızı işgal edip kâbusa çevirmesinler.
Kendisiyle ontolojik olarak kavgalı olduğunu, doku ve kan uyuşmazlığı olduğunu varsaydığımız yapıyla kurulan ahlaksız ilişki biçimiyle umutlarımızın istikameti değişti. İslam sosu ile soslanıp inceden inceye pompalanan sağcı-milliyetçi-yeni Osmanlıcı-muhafazakâr enjeksiyonun üstüne kapitalizmin simgeleriyle barışarak elde edilen imkânlar da eklenince, insanın rahatını kaçıracak eylemler de aksiyonlar da bulunması haliyle zor olacaktır.
Görev süresi biten, kızağa çekilen yargıçların, hukuk adamlarının ifşaatları yargı mekanizması hakkında söylediklerimin buzdağının sadece görünür yüzü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
6 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin hâkimi Metin Çetinbaş yargıyla ilgili şunları söylüyor:
"Ben yargının bağımsız olduğunu zannediyordum. Anadolu'da kendimi bağımsız biliyordum, ta ki DGM'ye gelinceye kadar. Sonrasında anladım ki yargı bağımsız değilmiş. Daha önceleri bu soruyu bana sorsanız ‘Şüpheniz mi var?’ derdim. Ama şimdi diyemiyorum. DGM'de büyük davalar büyük menfaat çatışmaları vardı. Bağımsız olmayan bir yargıçtan ne beklenir? Uyuşturucu ve çete davalarında hep baskı vardı."(4)
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu’nda "28 Şubat'ta asker tarafından yargıya verilen brifinglere, DGM hâkimlerinin yargının bağımsız olmadığına ilişkin”(5) veriler mevcuttur.
Devlet içindeki güç mücadeleleri ve klik çatışmalarında üstün olan tarafın emir/direktifleri veya işaret etmeleri doğrultusunda yargı kendi pozisyonunu belirlemiş. Hemen her kesimden siyasi parti yetkilisi ve organları tarafından yapılan yargı konusundaki eleştiriler aslında hem zihinsel hem yapısal nasıl bir çürümüşlüğün içinde yol alınmaya çalışıldığının apaçık bir göstergesidir.
Yapılan açıklamalara dikkatle bakıldığında korkunç bir çürümenin bütün bir bünyeyi sardığı görülecektir. Çünkü yapılan açıklamaların odak noktası "herkes için adalet" değil; benim için adalettir. "Benim için" olan adaletin adalet olmayacağı zulmün katmerlisi olacağı ise izahtan varestedir.
Mevcut yargı kararları, başta DGM'ler, -AKP iktidarının sadece isimde yaptığı değişiklikle- Özel Yetkili Mahkemeler vd.'leri tarafından verilmiştir. Sistemin omurgası ve ideolojik kimliği gereği işlevsel olan bu mahkemelerin verdiği tüm kararlar şaibelidir. Tüm sonuçları ile birlikte bu mahkemelerin kararlarının tamamı iptal ve imha edilmelidir. İsimlerin değişmesi, tabelaların inmiş olması yargılama usul ve esasının, yargıçların ideolojik kimliklerinin değiştiği anlamına gelmez. Zaten kişilerin değişmesiyle oligarşik, faşist düzenlerin değişmediği/değişmeyeceği bilinen bir durumdur. Darbeciler tarafından topluma emir-komuta zinciri ile vaz edilen anayasanın zaten bir meşruiyeti yoktur. Anayasanın değişmesi gerektiğini, toplumun gerçekliğini yansıtmadığını toplumun hemen her kesimi yüksek sesle ifade etmektedir. Gayrimeşru anayasanın yapıcılarının aynı anayasa çerçevesinde yargılanması ancak utanılacak bir durumdur. Bir darbenin generali olarak yargılanan Kenan Evren haklı olarak mahkeme heyetine "Siz beni yargılayamazsınız" demiştir. Darbeci kendi anayasası'nda kendini mahkûm edecek bir hüküm koymayacak kadar durumun nezaketinin bilincindedir. Lakin siyaset ve yargı erki toplumsal zekâ ile oynamaya devam etmektedir.
28 Şubat dönemi ile ilgili yargılamalarda yapılan haksızlıklardan ısrarla dem vurulmaktadır. Doğrudur; bu dönemde yargısal linçler çoğalmıştır. Bu yargısal linç sebebiyle ortaya konan talep, yeniden yargılamanın önünün açılmasıdır. Bu talep masum gibi gözükse de yeniden yargılama talebi, aynı zamanda yargı kurumuna ve dolayısıyla sisteme üzeri örtük kısmen meşruiyet zemini sağlamaktadır. Kimi ideolojik çevrenin merkezle yapmış olduğu evlilik, bu meşruiyet zeminini adeta talep etmektedir.
Asıl yürek yakan ve yıkım, sonuçları üreten bu talebin kabul edilebilir bulunmasıdır. Bu sömürgeyi kabullenmiş, teslim olmuş bir zihinsel dönüşümdür.
Oysa asıl talep; darbe anayasası ve onun hizmetkârı konumundaki yargının ürettiği siyasi ideolojik sindirme ve yok etmeye dönük yargı karar ve sonuçlarının topyekün ortadan kaldırılması olmalıdır.
28 Şubat döneminde brifing alan yargıçlar yargı tarihinde bir ilki mi temsil etmektedirler? Yargıçların o güne kadar olan uygulamaları-kararları ne zamandan beri meşru kabul edilmektedir? Mahkemelerin sistemin hayatiyetini devam ettirebilmesi için nasıl bir araç olduğunu bilmeyen mi var? O dönemin yargı mensupları, o dönemle ilgili yapılan eleştirilere rağmen görevlerine bugüne kadar devam etmiş ve sistemin infazcıları olarak görev yapmalarının önüne bizzat eleştiri sahibi ve yetki sahibi olanlar tarafından geçilmemiştir.
İşlerine gelen konularda yargıya güvenmemizi salık verenler, işlerine gelmeyen konularda yargıyı çok kolay eleştiri konusu yapabilmektedirler. Sorunlar ortadadır. Yargı sorunsalından önce vicdan sorunumuz vardır ve o sorun yapısal kokuşma üretmektedir.
Yakın dönemde yapılan darbe yargılamalarında birçok kişi -ki geçmişte devlet aygıtının en müstesna yerlerini işgal eden kişilerdi - mahkemeler tarafından ağır cezalara çarptırıldılar. 2 kez ağırlaştırılmış cezalara çarptırılan insanlar, bir gazetedeki köşe yazısındaki "orduya kumpas kuruldu"(6) ifadesinden sonra teker teker serbest bırakıldılar. Yargı mensupları ordu'ya kumpas kurdu ve sonunda diğer yargı mensupları kupası bozdu. Kumpasta şu ya da bu şekilde -denildiği gibi ortada kumpas varsa- payı olan siyaset mekanizması, parmaklıklar arkasına attığı ordu mensuplarının görüntülerini darbe dönemini tarihin çöplüğüne attık diye nasıl oya çevirmeyi başardı ise kumpas sonrası günah çıkararak aldatıldık metaforu üzerinden başka bir istikamete yönelmiş oldu. Bu aldatılma oyununda eli kanlı olduğu iddiası ile nam kazanmış ne kadar general var ise hepsi dışarı çıktı; darbe girişimleri harp oyunlarına döndü; post modern darbeciler ekranlarda bunun darbe olmadığını haykırdı; zamanın genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un boru olarak basın toplantısında tanıttığı kullanılmış lav silahı boru olarak milletin elinde kaldı. Yargı büyük haksızlık yapmıştı. Şu her zaman güvenmek zorunda olduğumuz yargı böyle bir şey yapabilir miydi?
Oyunun sonunda gelinen nokta şudur:
‘’Samimiyetle ifade ediyorum: eski Genelkurmay Başkanımız başta olmak üzere, birlikte mesai sarf ettiğim için yakından tanıdığım pek çok komutanın tutuklanmasına şahsen gönlüm hiçbir zaman razı olmadı. Ama o zaman önümüze konan, ancak çoğunun sahte ve çarpıtılmış olduğu daha sonra ortaya çıkan belgeler ve bilgiler karşısında HUKUKA SAYGI GEREĞİ, yapacak bir şeyimiz kalmadı.’’(7)
Aranan yeni ittifaklarla neyin amaçlandığı ayrı bir konu; lakin Balyoz, Ergenekon, Ay Işığı, Eldiven, Sarıkız; KUMPAS kime kuruldu? KUMPAS’ı kim kurdu?
İktidar odağının süratli bir şekilde eski düzenin araçlarını terk etmesi beklenirken maalesef o araçların zehrinin tesiri altında kaldığı anlaşılıyor.
Bugün gelinen noktada bir hamle yapacak olursak: Kimi mahsus kişilerin demir parmaklıklar arkasından çıkarılmasına dönük yargı çevrelerinde dönemsel değişimler yaşanmıştır; bu dönüşümün yaşanmasında mahsus kişilerin güç projeksiyonları kadar mevcut iktidarın da buna açıkça yol vermesi etkili olmuştur.
Görece yaşanan yargısal dönüşüm dava dosyalarının değerleri dirilmesinde yeni bakış açılarını hususen mahsus kişiler için gündeme taşımıştır. İktidarın işaret ettiği şahıslar için de aynı bakış açıları gündeme gelmiştir. Bu durum eşitlik ilkesi doğrultusunda hareket etme arzusu eğilimi olan yargıçlar açısından da kullanılabilir olmuştur haliyle, nadiren de olsa.
Şalcı Bacı'dan Bugüne “Yargı”
Siyasilerin yaşanan sorunları görmesini sağlamak için hususen Müslüman mahpusların özgürlük sorunlarının görünür kılınmasını sağlamak gerekir. Bunun için mahpus ailelerin düzenli olarak toplu halde –ayrım gözetmeksizin- bir grubun sesi gibi algılanmayacak şekilde haftalık/15 günlük periyotlarla basın açıklaması yapabilecekleri bir organizasyon yapılmalıdır. Bu konuda gerekli her türlü desteğe ulaşılmalıdır.Türkiye'de yargı kararları -elbette öncelikli olarak siyasal yargılamaları kastediyorum- her zaman için problemli/şaibeli olmuştur. Aslında bunu sıradan vatandaşa varıncaya kadar herkes bilir. Elinden bir şey gelen de/gelmeyen de üç maymunu oynamaya devam eder. Yargı mekanizması Şalcı Bacı’dan(1) bugüne zihinsel bir transformasyon asla yaşamamıştır. Dün "Şapka Neçi" diye idam sehpasında sallandırıp toplumu esas duruşa çekmek için kullanılan yargı mekanizması bugün de aynı işlevselliğini korumaktadır. Şalcı Bacı şapka’nın ne olduğunu dahi bilemeden ruhunu teslim etmişti.
Sürecin İstiklal Mahkemeleri’nden başladığını, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler, Ağır Ceza Mahkemeleri, Askeri Mahkemelerle devam ettiğini kafasını soktuğu kumdan biraz olsun çıkarabilen herkes biliyor. Tüm siyasi yargılamalar toplumun terbiye edilmesi esasına dönük olarak yapılmıştır. Verilen ağır cezalar "hizaya gel" komutundan başka bir anlam taşımaz.
Anayasa Mahkemesi eski raportörlerinden Osman Can bakın ne diyor yargı mekanizması ile ilgili olarak:
"İstiklal Mahkemeleri, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri kimlere karşı kullanıldı ise DGM'ler de onlara karşı kullanıldı.”
Bu mahkemelere duyulan ihtiyaç konusunda Osman Can şunları söylüyor:
"... Bunun için iki soruya cevap vermek gerekiyor.
1- Devletin anayasa ile belirlenmiş düzeni kimin düzeni?
2- Terörle mücadele kanunu gerçekte neyi koruyor ve neyi ikame etme üzerine kabul edildi?
Her iki sorunun bizi götüreceği yer hiç kuşkusuz ki, İstiklal Mahkemeleri kanunu; hıyanet-i vataniye kanunu; devleti ve ideolojisini kutsayan faşist İtalyan ceza kanunu ve elbette bu kanunların yarattığı paradigma üzerine 27 Mayıs darbecilerinin inşa ettiği anayasal düzenin bizatihi kendisidir. Bunun bizi götüreceği diğer bir nokta ise "Düşman ceza hukuku" kavramıdır.
... Devlet aygıtı, Meşruiyetini toplum genelinden almayınca doğal olarak toplumun büyük bir kısmı onun için "düşman", "düşman ceza hukuku" ve uygulama araçları da (....) kendi yurttaşlarının sindirilmesinin aracı oldu.”(2)
Bugün iletişimin bilmem kaç "G" hızında olduğundan dem vuruluyor; lakin bu hız, yargının linçini, daha geniş anlamıyla sistemin linçine uğramış, özgürlüklerini kaybetmiş insanların feryatlarını duyurmaya yetmiyor.
"Mazlumun ve zalimin dinine/ kimliğine bakmayacaksın; Mazlumdan yana zalime karşı safın net olacak" ilkesi tam da bu ilkeye sahip olduğunu söyleyen/iddia eden siyasi/politik figürler tarafından "oy" seçim malzemesi, iktidar aracına dönüştürülüyor. Bu ilkeye bağlı olduğu varsayılan dernek/vakıf/gazete/dergi vb. organizasyonlar çeşitli gerekçelerle yanında durmaktan çekinmedikleri iktidar odaklarıyla girmiş oldukları çeşitli ilişkiler nedeniyle, güç odağının işareti ve izniyle ancak konu üzerinde birkaç kelam edilebiliyor. O da özel günlerde, özel saatlerde. (Sayıları az da olsa diğergam kişi ve kurumları istisna ederim.)
Bu parantez arasından sonra durum malum. Hepimiz de biliriz ki yargısal infazlarla mücadele ancak sürekliliğini alan zihinsel dirilikle - bilinçle ve bitmek tükenmek bilmeyen mücadele yöntem ve usulleri ile olabilir.
Siyasiler açısından sahibi olmayan(3) (Müslüman siyasi tutsaklar başta olmak üzere yargısız infaza uğramış tüm mahpuslar) bir gündemle ilgili olarak riske girmek nasıl pek arzulanmayan bir şey ise; bir zamanlar aynı yollarda muhayyel bir ufka umutla beraber yelken açtıklarımızın sırtına bir tekme vurup, onları unutulmuşların gayyasına gömüp üstünü de dozerle ezdik; ki bir daha hortlayıp da uykularımızı süsleyen cennet bahçeli rüyalarımızı işgal edip kâbusa çevirmesinler.
Kendisiyle ontolojik olarak kavgalı olduğunu, doku ve kan uyuşmazlığı olduğunu varsaydığımız yapıyla kurulan ahlaksız ilişki biçimiyle umutlarımızın istikameti değişti. İslam sosu ile soslanıp inceden inceye pompalanan sağcı-milliyetçi-yeni Osmanlıcı-muhafazakâr enjeksiyonun üstüne kapitalizmin simgeleriyle barışarak elde edilen imkânlar da eklenince, insanın rahatını kaçıracak eylemler de aksiyonlar da bulunması haliyle zor olacaktır.
Görev süresi biten, kızağa çekilen yargıçların, hukuk adamlarının ifşaatları yargı mekanizması hakkında söylediklerimin buzdağının sadece görünür yüzü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
6 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin hâkimi Metin Çetinbaş yargıyla ilgili şunları söylüyor:
"Ben yargının bağımsız olduğunu zannediyordum. Anadolu'da kendimi bağımsız biliyordum, ta ki DGM'ye gelinceye kadar. Sonrasında anladım ki yargı bağımsız değilmiş. Daha önceleri bu soruyu bana sorsanız ‘Şüpheniz mi var?’ derdim. Ama şimdi diyemiyorum. DGM'de büyük davalar büyük menfaat çatışmaları vardı. Bağımsız olmayan bir yargıçtan ne beklenir? Uyuşturucu ve çete davalarında hep baskı vardı."(4)
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu’nda "28 Şubat'ta asker tarafından yargıya verilen brifinglere, DGM hâkimlerinin yargının bağımsız olmadığına ilişkin”(5) veriler mevcuttur.
Devlet içindeki güç mücadeleleri ve klik çatışmalarında üstün olan tarafın emir/direktifleri veya işaret etmeleri doğrultusunda yargı kendi pozisyonunu belirlemiş. Hemen her kesimden siyasi parti yetkilisi ve organları tarafından yapılan yargı konusundaki eleştiriler aslında hem zihinsel hem yapısal nasıl bir çürümüşlüğün içinde yol alınmaya çalışıldığının apaçık bir göstergesidir.
Yapılan açıklamalara dikkatle bakıldığında korkunç bir çürümenin bütün bir bünyeyi sardığı görülecektir. Çünkü yapılan açıklamaların odak noktası "herkes için adalet" değil; benim için adalettir. "Benim için" olan adaletin adalet olmayacağı zulmün katmerlisi olacağı ise izahtan varestedir.
Mevcut yargı kararları, başta DGM'ler, -AKP iktidarının sadece isimde yaptığı değişiklikle- Özel Yetkili Mahkemeler vd.'leri tarafından verilmiştir. Sistemin omurgası ve ideolojik kimliği gereği işlevsel olan bu mahkemelerin verdiği tüm kararlar şaibelidir. Tüm sonuçları ile birlikte bu mahkemelerin kararlarının tamamı iptal ve imha edilmelidir. İsimlerin değişmesi, tabelaların inmiş olması yargılama usul ve esasının, yargıçların ideolojik kimliklerinin değiştiği anlamına gelmez. Zaten kişilerin değişmesiyle oligarşik, faşist düzenlerin değişmediği/değişmeyeceği bilinen bir durumdur. Darbeciler tarafından topluma emir-komuta zinciri ile vaz edilen anayasanın zaten bir meşruiyeti yoktur. Anayasanın değişmesi gerektiğini, toplumun gerçekliğini yansıtmadığını toplumun hemen her kesimi yüksek sesle ifade etmektedir. Gayrimeşru anayasanın yapıcılarının aynı anayasa çerçevesinde yargılanması ancak utanılacak bir durumdur. Bir darbenin generali olarak yargılanan Kenan Evren haklı olarak mahkeme heyetine "Siz beni yargılayamazsınız" demiştir. Darbeci kendi anayasası'nda kendini mahkûm edecek bir hüküm koymayacak kadar durumun nezaketinin bilincindedir. Lakin siyaset ve yargı erki toplumsal zekâ ile oynamaya devam etmektedir.
28 Şubat dönemi ile ilgili yargılamalarda yapılan haksızlıklardan ısrarla dem vurulmaktadır. Doğrudur; bu dönemde yargısal linçler çoğalmıştır. Bu yargısal linç sebebiyle ortaya konan talep, yeniden yargılamanın önünün açılmasıdır. Bu talep masum gibi gözükse de yeniden yargılama talebi, aynı zamanda yargı kurumuna ve dolayısıyla sisteme üzeri örtük kısmen meşruiyet zemini sağlamaktadır. Kimi ideolojik çevrenin merkezle yapmış olduğu evlilik, bu meşruiyet zeminini adeta talep etmektedir.
Asıl yürek yakan ve yıkım, sonuçları üreten bu talebin kabul edilebilir bulunmasıdır. Bu sömürgeyi kabullenmiş, teslim olmuş bir zihinsel dönüşümdür.
Oysa asıl talep; darbe anayasası ve onun hizmetkârı konumundaki yargının ürettiği siyasi ideolojik sindirme ve yok etmeye dönük yargı karar ve sonuçlarının topyekün ortadan kaldırılması olmalıdır.
28 Şubat döneminde brifing alan yargıçlar yargı tarihinde bir ilki mi temsil etmektedirler? Yargıçların o güne kadar olan uygulamaları-kararları ne zamandan beri meşru kabul edilmektedir? Mahkemelerin sistemin hayatiyetini devam ettirebilmesi için nasıl bir araç olduğunu bilmeyen mi var? O dönemin yargı mensupları, o dönemle ilgili yapılan eleştirilere rağmen görevlerine bugüne kadar devam etmiş ve sistemin infazcıları olarak görev yapmalarının önüne bizzat eleştiri sahibi ve yetki sahibi olanlar tarafından geçilmemiştir.
İşlerine gelen konularda yargıya güvenmemizi salık verenler, işlerine gelmeyen konularda yargıyı çok kolay eleştiri konusu yapabilmektedirler. Sorunlar ortadadır. Yargı sorunsalından önce vicdan sorunumuz vardır ve o sorun yapısal kokuşma üretmektedir.
Yakın dönemde yapılan darbe yargılamalarında birçok kişi -ki geçmişte devlet aygıtının en müstesna yerlerini işgal eden kişilerdi - mahkemeler tarafından ağır cezalara çarptırıldılar. 2 kez ağırlaştırılmış cezalara çarptırılan insanlar, bir gazetedeki köşe yazısındaki "orduya kumpas kuruldu"(6) ifadesinden sonra teker teker serbest bırakıldılar. Yargı mensupları ordu'ya kumpas kurdu ve sonunda diğer yargı mensupları kupası bozdu. Kumpasta şu ya da bu şekilde -denildiği gibi ortada kumpas varsa- payı olan siyaset mekanizması, parmaklıklar arkasına attığı ordu mensuplarının görüntülerini darbe dönemini tarihin çöplüğüne attık diye nasıl oya çevirmeyi başardı ise kumpas sonrası günah çıkararak aldatıldık metaforu üzerinden başka bir istikamete yönelmiş oldu. Bu aldatılma oyununda eli kanlı olduğu iddiası ile nam kazanmış ne kadar general var ise hepsi dışarı çıktı; darbe girişimleri harp oyunlarına döndü; post modern darbeciler ekranlarda bunun darbe olmadığını haykırdı; zamanın genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un boru olarak basın toplantısında tanıttığı kullanılmış lav silahı boru olarak milletin elinde kaldı. Yargı büyük haksızlık yapmıştı. Şu her zaman güvenmek zorunda olduğumuz yargı böyle bir şey yapabilir miydi?
Oyunun sonunda gelinen nokta şudur:
‘’Samimiyetle ifade ediyorum: eski Genelkurmay Başkanımız başta olmak üzere, birlikte mesai sarf ettiğim için yakından tanıdığım pek çok komutanın tutuklanmasına şahsen gönlüm hiçbir zaman razı olmadı. Ama o zaman önümüze konan, ancak çoğunun sahte ve çarpıtılmış olduğu daha sonra ortaya çıkan belgeler ve bilgiler karşısında HUKUKA SAYGI GEREĞİ, yapacak bir şeyimiz kalmadı.’’(7)
Aranan yeni ittifaklarla neyin amaçlandığı ayrı bir konu; lakin Balyoz, Ergenekon, Ay Işığı, Eldiven, Sarıkız; KUMPAS kime kuruldu? KUMPAS’ı kim kurdu?
İktidar odağının süratli bir şekilde eski düzenin araçlarını terk etmesi beklenirken maalesef o araçların zehrinin tesiri altında kaldığı anlaşılıyor.
Bugün gelinen noktada bir hamle yapacak olursak: Kimi mahsus kişilerin demir parmaklıklar arkasından çıkarılmasına dönük yargı çevrelerinde dönemsel değişimler yaşanmıştır; bu dönüşümün yaşanmasında mahsus kişilerin güç projeksiyonları kadar mevcut iktidarın da buna açıkça yol vermesi etkili olmuştur.
Görece yaşanan yargısal dönüşüm dava dosyalarının değerleri dirilmesinde yeni bakış açılarını hususen mahsus kişiler için gündeme taşımıştır. İktidarın işaret ettiği şahıslar için de aynı bakış açıları gündeme gelmiştir. Bu durum eşitlik ilkesi doğrultusunda hareket etme arzusu eğilimi olan yargıçlar açısından da kullanılabilir olmuştur haliyle, nadiren de olsa.
KONJOKTÜREL OLARAK ELDEKİ VERİLER ŞUNLARDIR
-28 Şubat sürecinin yargısal olarak devam ediyor olması ve bunun gayri meşruluğu konusunda ortak kabulün olması
-Dijital ortamlarda elde edilmiş olan bilgi ve belgelerin delil niteliği taşımayacağı; çünkü bunların ciddi şaibeler taşıdığı ve kimler tarafından dijital ortama aktarıldığının tespitinde zorluklar olduğu vs.
-Kollukta ifade verme esnasında zanlının avukatı yanında değilse verilen ifadelerin geçersiz kabul edileceği.
-Yargılama esnasında tanıkların dinlenmesi talebinin geri çevrilmesi durumunda yargılamanın adil yapılmadığı hükmüne varılarak yargılamanın iadesinin yapılacağı, uzun yargılama…
-Mahkemelerin çeşitli güç odakları tarafından baskı altında olduğunun ortaya çıkması
-Mahkemelerin bağımsız olmadığının bizzat birinci ağızlardan beyan edilmiş olması
-Ortadan kaldırılmış olan mahkemelerin hükümlerinin de şaibeli olacağının kabulü
-Mahkemelerce yapılan hak ihlalleri konusunda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılabilmesinin önünün belli bir tarih konularak belirlenen tarih öncesindeki hukuksuzlukların sineye çekilmesi istenmesinin adalet ilkesi ile uyuşmayacağı
-Bir dosyada ölüm olayı yok ise müebbet hapis cezası verilemeyeceğine dönük olarak Yargıtay’ın içtihat kararının olması(8)
-Üzerinde ciddi soru işaretlerini hep barındırmış olan Yargıtay 9. Dairesi’nin lağvedilmiş olması
-TMK(Terörle Mücadele Kanunu)’nın hala varlığını devam ettiriyor oluşu. Terörle Mücadele Kanunu’nun varlığının ne anlama geldiğini Emekli Askeri Hâkim Ümit Kardaş’tan okumak lazım. O şöyle diyor:
“…Sonuç olarak Terörle Mücadele Kanunu, muğlak terör tanımı, ihtiyaçtan doğan özel suç tipleri öngörmemesi, cezalarda eşitlikten ayrılması, özel yargılama usulleri ve infaz kuralları getirmesi, özel yetkili mahkemeleri yetkili kılması nedeniyle anayasa ve evrensel hukukun temel ilkelerine aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle adaletin ve adil yargılanma hakkının sağlanabilmesi bakımından TMK’nın tamamen, Ceza Mahkemesi Kanunu’nun ise Özel Yetkili Mahkemeleri ve muhakeme kurallarını düzenleyen 250, 251 ve 252. maddelerinin kaldırılması gerekmektedir. Adil yargılanma istemek bir haktır; ancak adil yargılanma hakkının gerçekleştirilmesini sağlamak demokratik hukuk devletinin birincil görevidir.’’(9)
Yaşadığımız ülkede konjonktür hazretleri yargının pozisyon almasında bazen çok belirleyici olabiliyor. Avukat Cüneyt Toraman bu durumla ile ilgili şunları söylüyor:
“1990 yılına kadar (Anayasal Düzeni ortadan kaldırabilmek için) elverişli vasıtalara sahip olmayan silahlı terör örgütlerinin ülke genelinde yaygınlaşmayan terör eylemlerini Anayasal Düzeni ortadan kaldırmaya yönelik TCK 146. madde kapsamında görmeyen Yargıtay 1990’dan itibaren laiklik karşıtı eylemleri Anayasal Düzeni ortadan kaldırma suçunun oluşması için yeterli görerek ‘yeni bir içtihat’ geliştirmiştir.’’(10)
Bu gün yaşanan konjonktürle ötekilerin yaşadığı somut kumpaslara aynı uygulamalardan faydalanma veya eşitlik taleplerine geçmeden önce söylememiz gerekenler var:
Hiç kimse hiç birinin yapıp ettiğinden sorumlu değildir; kimsenin böyle bir beklentisi de yoktur. Odaklanılması gereken durum çifte standardın ortaya dökülmesi, biri için olanın diğeri için neden olmadığının sorgulanması “post modern infaz” uygulamalarının ortaya çıkarılıp haksızlıklara karşı bir ses verilmesidir.
Örnekler:
1-Sivas’ta yaşanan olay sebebiyle tutuklanan insanların mahkemelerde karşılaştıkları problemleri sağır sultan dahi duydu. Yaşanan hukuksuzluklar konusunda Başbakan olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan dahi konuşma ihtiyacı hissetti. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi (DGM) 33 kişiye anayasal düzeni silah zoruyla değiştirme ve ölüme sebebiyet verme suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet cezası vermeyi uygun gördü.
Aynı dava kapsamında yargılanıp ceza alan Bülent Düğenci adında bir mahpus vardı. Bülent Düğenci olay olduğu gün, Sivas’ta olmadığını (aklımda yanlış kalmadı ise) Adana otogarından çıkış yaptığını trafik polisi kayıtları ile ispatlıyor. Kendisi şehirlerarası otobüs şoförü ve kullandığı otobüsteki yolcular da şahitleri. Ama Bülent kaptan o gün mahkeme heyetini Sivas’ta olmadığına dair ikna etmeyi başaramadı. Sunduğu hiçbir belge geçerli görülmedi. Bülent Kaptan kimseye sesini duyuramadı. O, yıllarca içerde yattı ve yatmaya devam ediyor. Hiç kimse (yetki sahiplerini kastediyorum) ona kurulan kumpasla ilgilenmedi.
2-Recep Kumru, İbda-C davasından müebbet hapis cezası yatıyor. Atılı suçlama tarihinde Recep Kumru 18 yaşın altında. 18 yaşın altında olmak demek, alacağı/verilecek cezaların bir takım indirimlere zorunlu olarak tabi olması demek. Ancak mahkemeye sunulan mukni hiçbir belgeyi mahkeme heyeti kabul etmiyor. 1999 sonu itibariyle, o gün bugün ceza evinde.
3-Selim Aydın ve Emin Koçhan aynı dava kapsamında yargılanıp ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alıyorlar. Üzerlerine atılı suçlamada olay günü ve saatinde okuldalar. Okula ait resmi evraklar mahkemeye sunuluyor; lakin mahkeme bu iki kişinin olay yerinde fail olarak bulunduğuna, bu iki kişi ise olay günü ve saatinde okulda olduklarına dair ısrar ediyorlar. Elbette mahkemenin dediği oluyor. İbda-C davasından mahpuslukları devam ediyor.
4-Kemal Kahraman İbda-C davasından müebbet hapis cezası yatıyor. 1999’dan beri hapiste. Onun durumu daha da enteresan; mahkeme müebbet hapis cezası verip 59/1 hükmünü devreye sokup hapis cezasını 30 yıl olarak onaylıyor. 2003 itibariyle hüküm kesinleşiyor. Ancak 2005 yılında mahkeme davayı kendisinden habersiz olarak ele alıyor; kendisi bu yeniden yargılama aşamasından hiçbir şekilde haberdar edilmiyor, yargılanma aşamalarında avukatı olmuyor ancak mahkeme 30 yıllık müebbet cezayı 36 yıla çıkarıyor ve böylece yeniden onaylıyor. Kemal Kahraman’ın cezası evrim geçiriyor. Yazışmaları, itirazlarından bir sonuç alamadı/alamıyor; mahpusluğu “zamlı tarife”den devam ediyor. 30 yıllık yatar, 36 yıl yatar olarak mahkemece tescilleniyor.
5-Aydın Küçük, İslami Hareket Süreci dosyasından örgüt üyesi olarak yapılan suçlama nedeniyle mahpus. O, 1997 yılında başlıyor polis-mahkeme-mahpushane üçgeninde mekik dokumaya. 13 günlük işkence faslından sonra yazılan bir metin kendisine zorla imzalatılıyor. Hakkında hüküm kesinleştiğinde yıllar sonra yakalanıp “içeri” konuluyor. 28 Şubat döneminin mağdurlarından.
6-Osman Eken El Kaide dosyasından yatıyor. 2003’ten beridir mahpus. Savcılar kendisi için üyelik; olaylardan dolayı da beraatini talep ediyorlar. Konjonktür hazretleri 146/1’i uygun görüyor. Kendisi hala uğraşıyor.
7-Hasan Dağ 10 yılı aşkın tutukluluk yaşıyor. 10 yıldır tutuklu olanların salınacağı anlaşılınca mahkeme heyeti cezayı yapıştırıyor. Uzun tutukluluk meselesinden anayasa mahkemesinde uğraşmaya devam ediyor.
Bir dipnot: HDP milletvekili olan Sebahat Tuncel’e İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce silahlı örgüte üye olmak suçlamasıyla ceza veriliyor. Yargıtay 9. Ceza Dairesi cezayı onaylıyor. Sebahat Tuncel Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapıyor. Anayasa Mahkemesi Sebahat Tuncel hakkındaki kararda;
“Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hakkaniyete uygun yargılanma ve “makul sürede yargılanma” işlemlerinin uzaması nedeniyle Tuncel’e 5 bin lira manevi tazminat ödenmesine hükmetti.”(11)
Makul sürede yargılanmadığı iddiası ile alelacele içerden bırakılanlar; ya da kendilerine tazminat ödenenler bir yanda, diğerleri bir yanda. 10 yıllık tutukluluk üzerine alelacele müebbet ceza onaylamaları diğer yanda.
8-Jak Kamhi suikastı davasından müebbet ceza alanlar: Osman Erdemir, Can Özbilen, Ali Rıza Bayramçavuş, Kamil Aşkın.
Burada ilk üç kişinin hukuki durumu ile Kamil Aşkın’ın hukuki durumları farklı okunabilir. Ancak temel olan soru şudur: Suikasta maruz kalan kişi ile Anayasal Düzenin yıkılması arasında nasıl bir doğrusal ilişki vardır? Bu henüz cevaplanabilmiş bir soru değildir. Nitekim ilk yargılama sonunda mahkeme 15 yıllık bir cezayı uygun görüyor. Ancak Yargıtay 9. Dairesi esastan davayı bozuyor. Anayasal Düzeni silah zoruyla yıkıp İslami bir düzen kurma suçlaması üzerinden müebbet ceza verilmesini talep eder. Sonunda öyle de oldu. İlk üç kişi olayın asli faili olarak hüküm aldılar. O gün bugündür içerdeler; tam olarak 22 sene 2 ay 2 gün(Bu metnin kaleme alındığı tarih itibari ile).
Kamil Aşkın’a gelince: o olayın içinde yer aldığını hiç kabullenmedi. Olayın içinde olduğu varsayıldığında dahi olayda telsiz kullandığı ve gözcülük yaptığı iddiası ile yargılandı. Ama yine de müebbet hapis cezası aldı. Bu tip olaylarda aynı durumda yargılamalara konu olmuş birçok davada, gözcü, telsizci asla müebbet hapis almaz iken bu teamül kuralı onun için işlemedi ve olayda tetik çektiği iddia edilen kişilerle aynı kategori de değerlendirilerek müebbet hapis cezası aldı.
9-Rıdvan Çağrıcı: Türkiye zindan tarihinin en uzun soluklu mahpusu. Cezası bittiği halde infaz kanununda cezaevi yönetimlerine tanınmış olan bir hüküm gereği bir yıl daha fazla içerde tutulacak. 27-28 senelik bir mahpus hayatı yeterli görülmüyor. Daha fazlası isteniyor. Aslında istenen içerden canlı olarak dışarı çıkmaması. Onun için yapılacak şey acil olarak bir yasal değişikliğe gitmek ya da siyasalın cezaevi yönetimine kararını gözden geçirmesini sağlamak. Şimdi Allah’tan başkası olmayanlar için istenen şeyler biraz fazla oluyor, anlaşıldı.
10-Hizbullah-İlim çevresinden hemen her gün hukuki skandal dosyaları kendi gazetelerinde anlatılıyor. Sadece Doğruhaber Gazetesi’ni haftalık düzenli olarak takip etmekle, her hafta birkaç kişinin yaşadığı hukuksuzluklarla yüzleşme imkânı ortaya çıkar.
11-Son olarak şahsıma gelince:
Cürüm ortaklarım olan kişiler, “Düzce Hizbullah Örgütü” diye adı konmuş olan bir örgütten hüküm giydiler. Aynı mahkeme beni, uydurulmuş olan bu örgüt çatısı altında yargılamayı kabul etmeyerek Hizbullah-İlim grubu çatısı altında yargılayıp hüküm kurmayı tercih etti. Bu örgütün silahlı kanadının Derince-Düzce- Körfez hattından sorumlu olduğumu karara bağladı. Sorumlu olduğum bölgede, altımda faaliyeti tespit edilen hiç kimse bugüne kadar tespit edilemedi; emir komuta zincirinde hiçbir olay ortaya çıkmadı. Hizbullah’ın tüm yönetim kadrosu içeride yattı, hiçbirinin yargılandığı dosyada adım geçmedi. Bugüne kadar binlerce Hizbullah davası mahkemelere intikal etti, hiçbirinde olumlu-olumsuz Hizbullah’la ilgili hiçbir dava dosyasında adım geçmedi, ama yine de mahkemeye göre Hizbullah’ın askeri kanat sorumlusuyum. Örgütle ilgili hiçbir kabulüm yoktur.
Hizbullah ile örgütsel bağ iddiası asılsız bir iddiadır. Örgütlü olarak cürüm işleme iddiası asılsız bir iddiadır. Burada feri fail durumu geçerli olmalıdır. Bu talep gerçek bir taleptir.
Örgüte üye olduğuma dair dosyada ifadesi olan kişilerin ifadeleri, ağır işkenceler altında alınmış -işkence raporları dosyalarda mevcuttur-; ayrıca bu kişiler herhangi bir yasal süreç de yaşamamışlardır. Bu konuda üzerime ifade veren kişi, Düzce Hizbullah Örgütü olarak başka bir örgüt üzerinden ceza almıştır. İşin garip tarafı Hizbullah ile ilgimin olmadığını en iyi bilen kişidir bu. İşkencede eşiyle tehdit edilmiş ve bu ifadeyi vermeye zorlanmıştır.
İfadeleri veren kişilerle ilgili mahkemede yüzleşme talep edilmiş, mahkeme bunu talep etmemiştir.
Hizbullah arşivinde adım “mış”lı bir ifade ile, bir cümlede haber niteliğinde geçmiştir. Hoş geçip geçmediği de belli değildir. O ifadeyi o kayda ne zaman girmiştir? Kaydı kim, nasıl, ne gerekçe ile yapmıştır; hepsi meçhuldür.
Üzerime atılı suçlamada var olan siyasal amaçlı gasp olayına gelince; gaspa maruz kalan kişi kendisini üç kişinin silah zoruyla gasp ettiğini ve gasptan kısa zaman sonra yakalanmış olan üç kişiyi, gaspı gerçekleştiren üç kişi olarak Jandarma ya da Polis’te verdiği ifadede açıkça beyan etmiştir, teşhis etmiştir.
Kollukta verdiğim ifademde zorla değişiklik yapılmıştır, konuyla ilgili olarak. Lakin ne nöbetçi mahkemede ne de yargılanmam boyunca üzerime atılı “gasp” suçlamasını kabul etmedim.
Dijital veriler delil niteliği taşımaz(darbe davalarında böyle kabul edildi) ise, tanıklar dinlenmedi ise, ifade sahipleri işkence altında bulunduklarını doktor raporu ile ispatladı ise, polis ifadesinde avukat olmadığında polis ifadelerinin kabul edilmediği; Yargıtay kararı ile bir dosya kapsamında ölüm yoksa müebbet hapis cezası verilemeyeceği esas alındığında; her şeye başka bir açıdan bakmak mümkün. Daha fazla detaya girmeyi gerekli görmüyorum.
Mahsus kişiler için ağıt yakan, pireyi deve yapan; hem döven-söven hem de dövüyordun diye feryat eden tüm yapılar için, tüm vicdanı körler için bakın köşe yazarı ne kadar da güzel söylemiş:
“Vicdan diyor ki; annenin duyduğu acı general annesi olmadıkça kıymetli değilse, o acıyı bildiren bilgiye ancak lanet ederim. Her tarafta vicdan kanatan veri iken duygularımı sadece birkaç acıya açmayı özüme ihanet sayarım.
Birkaç meşhuru binlerce isimsizden büyük gösteren muhakemeyi çöpe atarım.
Ve vicdan böyle kalkışıp, hep alışılagelmiş hikâyeyi okuyan ve bunu gerçek diye dayatanlara kötü bir haber verdi; illüzyon bitti…”(12)
Ersin Tokgöz illüzyonun bittiği konusunda yanıldı. O 2011’de yazmıştı yazıyı; 3,5 sene sonra -moda tabirle- dünyanın 5’ten küçük olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu. Mahsus kişiler için yargı mahsus olarak işlevselleştirildi. Kim tarafından? Mevcut siyasi iktidar tarafından.
Furkan Dergisi’nden olduğu gibi bir alıntı yapmak istiyorum. Lütfen dikkatlice, sorgulayarak okuyunuz:
“28 Şubat darbe sürecinde İslâmî kimliği sebebiyle tutuklanıp hüküm giyenlerle, o dönemde yargılanıp hâlâ davası devam eden Müslümanlara hukukî yardımda bulunmak amacıyla geçtiğimiz Ağustos ayında Kökler Derneği bünyesinde Hukuk Birimi kuruldu. Altı aylık gibi kısa bir zamanda mühim başarılar elde eden Kökler Derneği Hukuk Birimi, mezkûr süre içinde yaptığı başvurularda aldığı neticeleri bir rapor hâlinde yayınladı. Raporda, İBDA-C davasından tutuklanan Muhammed Topçu hakkında İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar dikkat çekici. Topçu hakkında verilen tahliye ve yeniden yargılama kararı, hâlen İBDA-C davasından zindanda olan Müslümanlar’ın da hukukî durumlarını müsbet yönde etkileyebilecek.
İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2010/260 Esas 2011/72 Karar sayılı dosyasından yasadışı İBDA-C örgütüne üye olduğu ve örgüte bağlı olarak bombalama eylemlerine gözcülük yaptığı iddiası ile 7 yıl 6 ay cezalandırılan Muhammed Topçu gönüldaşımız, Yargıtay’ın kararı onamasıyla 2014 Ocak ayında tutuklanıp Kandıra F Tipi Cezaevi’ne konmuştu. Kökler Derneği Hukuk Birimi Topçu hakkında, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu hakkında verilen “Yeniden Yargılama” kararı dikkate alınarak ilgili mahkemeden “Yargılanmanın Yenilenmesini” talep etti.
Bu taleb, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 08.01.2015 günlü 2014/571 D. iş kararı ile kabul edilerek gönüldaşımız Muhammed Topçu kaldığı Kandıra F Tipi Cezaevi’nden tahliye edildi.
Kararda, geçtiğimiz günlerde yeniden yargılanma kararı verilen ve İBDA-C ana davası olarak bilinen İstanbul 6 No’lu DGM’nin 1999/19 E. 2001/105 karar sayılı dosyadan verilen yeniden yargılama kararı gerekçe gösterilerek, bu dava sonucunda elde edilecek delillerin ve ulaşılabilecek sonucun Muhammed Topçu’nun durumunu etkileyeceği belirtildi.
Kararlı ilgili Kökler Derneği Hukuk Birimi’nden Avukat Abdullah Özbek şunları söyledi: “Muhammed Topçu gönüldaşımız hakkında verilen bu karar örgüt suçlamasından dolayı ceza alan diğer gönüldaşlarımızın da hukukî durumunu etkileyecek mâhiyettedir ve 28 Şubat döneminin hukuksuz kararlarını bertaraf edecek bir adımdır.”
İşte, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesini vermiş olduğu o tarihî karar:
“GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
Hükümlü Muhammed Topçu vekili 18/11/2014 tarihli itiraz dilekçesinde kapatılan İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2010/260 Esas sayılı davasında müvekkilinin yasadışı İBDA-C örgütü üyesi olma suçundan dolayı yargılanarak toplam 7 yıl 6 ay hapis cezasıyla cezalandırıldığını, bu kararın kesinleştiğini, İBDA-C örgütünün kurucusu olan Salih İzzet Erdiş hakkında kapatılan İstanbul 6 Nolu DGM’nin 1999/19 Esas 2001/105 sayılı kararla mahkûmiyet hükmü kurduğunu, anılan kararında kesinleştiğini, bu dava dosyasının İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine devredildiğini, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Salih İzzet Erdiş’in yargılamanın yenilenmesi talebini yerinde görerek, istemi kabul ettiğini, Salih İzzet Erdiş hakkındaki infazı durdurduğunu, yargılanmanın yenilenmesi noktasında delilleri toplanmaya başladığını, dolayısıyla örgütün ana davasına ilişkin yargılanmanın yenilenmesi işlemlerinin sonucunun beklenmesi gerektiğini belirterek, yargılamanın yenilenmesi taleplerinin reddine dair İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinin kararın kaldırılmasını ve infazın durdurulmasını itirazen talep etmiştir,
İncelenen kapatılan İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesine 2010/260 Esas 2011/72 Karar sayılı dava dosyasında, hükümlü Muhammed Topçu hakkında yasadışı İBDA-C örgütüne üye olduğu, 31/12/2000 tarihinde İstanbul ili Beyoğlu ilçesinde bulunan Fotosaray adlı işyerine yerleştirilen bombanın patlaması ve 9 kişinin yaralanması eyleminde gözcülük yaptığı, yine 2001 yılı yaz aylarında Sarıyer ilçesi, Rumeli Hisarında bulunan bir aracın altına bomba konulması eyleminde gözcülük yaptığı belirtilerek dava açıldığı, yapılan yargılama sonucu 765 sayılı TCK 146/1, 59 ve CMUK 326/Son maddesi uyarınca 7 yıl 6 ay hapsine karar verildiği, bu kararın kesinleştiği anlaşılmıştır.
İbraz edilen İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin 27/02/2014 tarih 1999/19 Esas 2001/105 Karar sayılı ilamının tetkikinde,
Hükümlü Salih İzzet Erdiş’in yasadışı İBDA-C örgütünün lideri olarak yargılandığı kapatılan İstanbul 6 Nolu DGM’de yargılamayı yapan mahkeme başkanı olan hâkimin karar kesinleştikten sonra ulusal yayın yapan bir kısım basın organlarına verdiği “…ben yargının bağımsız olduğunu zannediyordum. Anadolu’da kendimi bağımsız biliyordum, ta ki DGM’ye gelinceye kadar, sonrasında anladım ki yargı bağımsız değilmiş. Daha önceleri bu soruyu bana sorsanız, ‘Şüpheniz mi var?’ derdim. Ama şimdi diyemiyorum. DGM de büyük davalar, büyük menfaat çatışmaları vardı. Bağımsız olmayan bir yargıçtan ne beklenir?… Uyuşturucu ve çete davalarında hep baskı vardı…” şeklindeki demeci,
Yine aynı mahkeme başkanı hakimin, İBDA-C örgütü kurucusu Salih İzzet Erdiş’in yargılandığı dava dosyasını kastederek, basına “…ben hata yapılmadığını düşünüyorum ama o dosyada %100 hata yapılmadığı demek değildir. Hakimlerde hata yapabilir. Biz o günkü şartlara göre karar verdik” şeklindeki beyanı,
Keza dönemin Jandarma İstihbarat elemanı olan Okan İşgör’ün Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Anayasa Mahkemesi başkanlığına yazmış olduğu mektuplarda sözkonusu dava ile ilgili bir kısım emniyet istihbarat elemanlarının yasadışı birtakım işlemler gerçekleştirdiği yönünde ihbarı,
Yine TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu raporunda, yargılamanın yapıldığı dönemde Genel Kurmay Başkanlığı tarafından yargı mensuplarına verilen brifinglerin sözkonusu yargılamada etkisi bulunduğuna ilişkin tespiti gibi birtakım gerekçeler ile hükümlü Salih İzzet Erdiş’in yargılamanın yenilenmesi yönündeki talebinin kabule değer görüldüğü, infazı durdurulması yönünde karar verildiği anlaşılmıştır.
Hükümlü Muhammed Topçu’nun İBDA-C isimli terör örgütü üyesi olduğu bu örgüt adına gerçekleştirilen iki ayrı bombalama eyleminde gözcülük yaptığı belirtilerek hakkında mahkûmiyet hükmü tesis edilmiş ise de; mahkûmiyet hükmünün, hükümlünün müdafiisiz bir ortamda emniyet müdürlüğünde anılan ikrarına dayandırıldığı, hükümlünün emniyet müdürlüğümde alınan beyanı sonrasında çıkarılmış olduğu Cumhuriyet Savcılığında ve sorgu hâkimliğinde hem örgüt üyeliğini, hem de bombalama eylemlerini kabullenmediği, keza kovuşturma aşamasında da sözkonusu eylemleri reddettiği görülmektedir. Yine hükümlünün mensup olduğu belirtilen İBDA-C örgütünün kurucusu olan Salih İzzet Erdiş hakkında kapatılan İstanbul 6 Nolu DGM’nin 1999/19 Esas 2001/105 Karar sayılı davasıyla ilgili Salih İzzet Erdiş’in mahkum olduğu dava ile ilgili yargılamanın yenilenmesi davasının sonucunda elde edilecek delillerin ve ulaşılacak sonucun hükümlü Muhammed Topçu’nun durumunu etkileyeceği, dolayısıyla İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine 27/02/2014 tarih 1999/19-2001/105 sayılı ek kararının CMUK 311. maddedeki yeni olay ve yeni delil niteliğinde bulunduğu, bu durumda örgüt kurucusu Salih İzzet Erdiş’in yargılanmasının yenilenmesine dair İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin tahkikatının sonucunun beklenmesi gerektiği, dolayısıyla itirazın haklı nedenlere dayandığı anlaşılmakla, itirazın kabulüne karar vermek gerekmiş, aşağıdaki hüküm tesis edilmiştir,
HÜKÜM:
1- Hükümlü Muhammed Topçu müdafii Av. Abdullah Özbek’in itirazının kabulü ile kapatılan İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 31/10/2014 tarih 2014/446 D. iş sayılı kararının KALDIRILMASINA,
2- 5271 sayılı CMK 320 maddesi uyarınca yargılanması yenilenmesi yönünde gerekli işlemleri gerçekleştirmek üzere dosyanın İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,
3- Hükümlümüm ortaya çıkan yeni olay ve delilin niteliği, keza kişi hürriyetinin arz ettiği önem, ilerde telafisi güç zararların doğmaması için 5271 sayılı CMK 312/1 maddesi uyarınca hükümlü hakkındaki infazın DURDURULMASINA,
Dair; dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu kesin olarak karar verildi. 08/01/2015” (13)
Evet; İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı emsal teşkil edecek şekilde okumaya tabi tutulabilir. Ancak bu okuma işini düne dair bir zihinsel yapıyla yapamayız. Şartlara teslim olan değil şartları teslim almak için uğraşan bir zihnin okumasına ihtiyaç var. Bu yargılanma sonucu çok şey söylüyor. Ancak baktığımız yere göre hiçbir şey söylemez hale de gelir/getirilir.
Ülkede temel haklarla ilgili kimi sorun alanları, Çözüm Süreci denen süreç çerçevesinde ne yazık ki PKK-HDP-İmralı üçgenine ipotek edilmiş durumda. Yapısal sorunların ürettiği travmalarda aynı üçgen ipotek edilmiş gözüküyor. Yargı linçine maruz kalmış mahpuslara özgürlüklerinin iadesi konusu ipotek alanlarından süratle arındırılmalıdır. Bu bağlamda yürütülecek çalışma için yol haritasının aşağıdaki gibi teklif etmeyi uygun görüyorum.
Öncelikle şunun iyi anlaşılması gerekir sorun yeniden yargılanma, yargılanmanın önünün açılması değildir; böyle anlaşılmamalıdır. Siyasi–ideolojik linçe maruz kalmış en az 10 yıldır içerde olan (kimileri 23-24 senedir içerde) bu insanların öncelikle özgürlüklerinin iadesinin sağlanmasıdır. Bunun araçlarının oluşturulması için çaba gösterilmesini talep etmektir.
Siyasilerin yaşanan sorunları görmesini sağlamak için hususen Müslüman mahpusların özgürlük sorunlarının görünür kılınmasını sağlamak gerekir. Siyasilerinin görmezden gelemeyecekleri, yok sayamayacakları, kafalarını başka tarafa çeviremeyecekleri, gözlerini kaçıramayacakları şekilde görünür kılınmalıdır. Bunun için mahpus ailelerin düzenli olarak toplu halde –ayrım gözetmeksizin- bir grubun sesi gibi algılanmayacak şekilde haftalık/15 günlük periyotlarla basın açıklaması yapabilecekleri bir organizasyon yapılmalıdır. Bu konuda gerekli her türlü desteğe ulaşılmalıdır: İHH-Mazlumder-Özgürder çatısı altında toplanılabileceği gibi sırf bu iş için kurulacak bir dernek çatısı altında da toplanabilirler. Kamuoyunda tanınmış yazar-çizer-gazeteci-entelektüel-âlim vb. kişilerin taşıyıcı olmaları konusunda -gündemi belirleyici olmaları konusunda- gayrete getirilmeleri gerekmektedir. Bağımsız bir dernek çatısı daha kuşatıcı olabilir kanaatimce.
Öte yandan; Yaşanan sorunların özel günlerde değil sürekli görünür kılınabilmesi için, Yeni Şafak (İsmail Kılıçarslan-Salih Tuna vb.), Vakit (Kenan Alpay-Abdurrahman Dilipak), Star, Milat, Vahdet, uydudan yayın yapan Hilal TV, Rehber TV, TV 5 vb. tüm kanallar, haftalık/15 günlük/aylık çıkartılan tüm dergi, broşür vb. yayınlarda belirlenmiş, iyi organize edilmiş zaman aralıklarında, aynı gün ve saatlerde tüm bu yayınların etkin bir şekilde kullanılmasını sağlamak gerekir.
Basının, yargının işleyişinde rutin hale gelmiş bulunan çifte standardın sürekli işlenmesini sağlamak…
İşlerin yürümesini kolaylaştırmak için camiada tanınan, bilinen kişiliklerin ilişkilerini/imkânlarını kullanmasını sağlamak… Siyasi kişilerin/kurumların sorun yargı/cezaevi olduğunda birin hep sol tarafına sıfır atmalarının önüne geçmek için markaj çalışması yapmak…
Mazlumder-İHH-Özgürder vb. kurumlardan davasına sadakati olan avukatlardan bir grup oluşturarak dosyalar üzerinde çalışma yaptırmak, yargısal süreçleri zorlayarak, sorunlu olanları tespit ederek üzerine gidilmesini sağlamak; avukatlar bazında emeği geçen kişiler için bir ödenek-bütçe oluşturmak…
Görünür olma meselesiyle ilgili olarak şunu hususen belirtmeliyim ki, amaç; acındırma, af dileme, özür beyan etme, yalakalık yapma, yaranma olamaz. Bunları çağrıştıracak hiçbir adım meşru olamaz. Görünür olma meselesi zulmü görünür kılmadır. Böyle anlamak/buna göre düşünce çerçevesi çizmek gerekir.
Kısa vadede ulusal gazetelerin konuya eğilmelerini sağlamak gerekir.
NOTLAR:
1-Şalcı Bacı için: Tanzimat’tan 12 Mart’a Kılık-Kıyafet ve İktidar / Cihan Aktaş / Kapı Yay. Şubat 2006 Syf. 121-182
2-Osman Can / Star Gazetesi / 13 Haziran 2012
3-Haksöz Dergisi-Mart 2015 / Gündem- Müslüman Tutsaklara Özgürlük
4-Yeni Şafak Gazetesi / 28.02.2015
5-Yeni Şafak Gazetesi / 28.02.2015
6-Cürm olmayan birilerine cürm isnat edilsin derdinde değiliz. Lakin darbe ve darbecilerin bu süreçte aklanamaya çalışılması ve bu süreçlerin hiç yaşanmamış gibi bir algı operasyonuna kurban edilmesi ve birilerinin aklanma çabaları asla gözden kaçmamalıdır.
7-Yeni Şafak Gazetesi / 20.03.2015
8-Doğru Haber Gazetesi / Sayı 362-06.03.15 / (18 Aralık 2014 tarihli Sabah Gazetesi: Yargıtay’ın bir PKK’lı hakkında verdiği bir kararda “bir olayda ölüm olmadığı müddetçe müebbet hapis cezası verilemeyeceği yönündedir.)
9-Taraf Gazetesi / 21 Ekim 2010-Emekli Askeri Hâkim Ümit Kardaş
10-Haksöz Dergisi / Mart 2015 /Adalet
11-Yeni Şafak Gazetesi / 16.03.2015
12-Taraf Gazetesi / 21.02.2011-Ersin Tokgöz
13-Furkan Dergisi / Şubat-Mart 2015
Kaynak: http://www.islamianaliz.com
Hiç yorum yok