İbni Arabi Risaleleri: RİSALETU’L KASEM İL- İLAHİYE



RİSALETU’L KASEM İL- İLAHİYE
İLAHİ YEMİNLER RİSALESİ “KİTABI”




Şeyhu'l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
İLAHİ YEMİNLER RİSALESİ “KİTABI”

Bismillahirrahmanirrahim
Değiştirme ve Kuvvet Ondandır.
Şeyh, İmam, alim, kemal sahibi arif, muhakkik, derin ilim sahibi, dini ihya eden (Muhyiddin), İslamın şerefi, hakikatlerin dili, âlemlerin allamesi, uluların önderi, zamanın garip gelişmelerin çözen, zamanının biricik bilgini Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Arabi et-Tai el-Hatemi, el-Endü-lüsi-Allah sonunu güzel eylesin- dedi ki:
Elhamdulillâhî rabbil alemin velakıbetul muttakîn ve sallallahu ala seyyidina muhammedin ve ala âlihi ve sellem kesira / Alemlerin rabbi olan Allah'a hamdol-sun, güzel akıbet muttakilerindir. Efendimiz Hz. Muhammed'in ve ehlibeytinin üzerine kesintisiz salât ve selam olsun.

İmdi...Şüphesiz yüce Allah, aziz kitabında değişik yerlerde, farklı olgularla ilgili olarak, harfler, rüzgarlar, melekler, dağlar, ağaç, yıldızlar, saatler, gece, gündüz, gün, güneş, ay, gök, yer, nefis, çift, tek, şehir, Kur'an, kalem, beka, gemiler, hayvanlar, kitap, tavan, deniz, beyt, yıldızların mevkileri, gözle görülen ve gözle görülmeyen varlıklar gibi türlü mahlukat üzerine yemin etmiştir. Bu ayette yüce Allah, kadimi ve hadisiyle (eski ve yeni) yarattığı bütün mevcudata yemin etmiştir. Ama rab olarak kendisine sadece beş yerde yemin etmiştir. Nisa suresi 65. ayetde: "Fela ve rabbike la yu'minune hatta yuhakki-mukefi ma şecere beynehum summe la yecidufi enfu-sihim harecen mimma kadayte ve yusellimu teslima / Hayır, rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyla
kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." Hicr suresi 92-93. âyetinde: "Fe ve rabbike lenes'elennehum ecma'ine amma kanu ya'melun /Rab-bin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz." Meryem suresi 68. âyetinde: "Fe ve rabbike lenahşurennehum ve'ş şeya-tine I Rabbine andolsun ki, muhakkak surette onları şeytanlarla birlikte mahşerde toplayacağız." Zari-yat suresi 23. âyetinde: "Fe ve rabbi's Semai ve'l Ar-di ennehu lehakkun mislema ennekum tentikun / Sema'mn ve arz ın Rabbine andolsun ki bu vaad, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir." Yani ayette zikredilen rızık ve cennet hak'tır. Mearic suresi 40. âyetinde: "Fe la uksimu bi rabbi'l meşariki ve'l meğaribi inna le kadirun / Şu halde öyle değil! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim
ki...bizim gücümüz yeter." Kuşkusuz kendileriyle ilgili olarak "Rab" ismi üzerine yemin edilen bu olgularda bir takım sırlar, incelikler ve hakikatler vardır.

Amacım, bu acele ile sunduğumuz kısa değerlendirmeler içinde vaktin gerektirdiği hususları aktarmaktır. Çünkü bu konunun varid olduğu hususlar hem çoktur hem de doyurucu açıklamalar yapılmıştır. Bu kısa ve hızlı değerlendirmeye "el-Kasemu'l ilahi bi'1-ismi'r-rabbani" (Rab ismi üzerine ilahi yemin) adını verdim ve beş baba ayırarak her babda ona has bir yemini ele alacağım, inşallah.

Fasıl:
Allah bizi ve seni muvaffak kılsın, bil ki, Allah'ın güzel esmaları(isimleri), şahısları birbirinden ayırt etmek için konulan Zeyd, Amr, Cafer ve Halid gibi sırf müsemmayı tanıma işine yarayan anlamdan soyutlanmış lafızlar değildir. Aksine Allah'ın güzel esmaları(isimleri) uluhiyette bir takım anlamları gösteren delillerdir ve uluhiyet bu isimlerin bu anlamlar için kullanılmasını gerektirmiştir. Lafızlar ilminde, bir lafız aracılığıyla dinleyici ve öğrenme pozisyonunda olan kimse, şayet yazılıysa bu lafız ve harf aracılığıyla, onun irtibatlı olduğu anlama ulaşır. Biz, özellikle resulünün dilinden ve kitaplarından öğrendiklerimizden başka Allah'ın ismini bilmiyoruz. Allah'ın bazı isimleri vardır ki biz bunları bilmiyoruz. Resulullah'ın (s.a.v.) bir duasında sarf ettiği şu sözleri görmediniz mi: "Allahumme innî eseluke bikulli ismin semmeyte bihi nefseke ev allemtehu ehaden min halkıke evist'serte bihi fi gaybike / Allah'ım! Kendini isimlendirdiğin veya kullarından birine öğrettiğin ya da sırf kendine saklayıp gaybın kapsamına aldığın bütün isimlerin hakkı için senden...diliyorum. "
İsimlerin anlamlarıyla ilgili bildiğimiz, aklın, şeriatın ve keşfin delalet ettiği anlamlardır, başka değil. Allah'ın bir çok ismini bilmemize rağmen, yüce Allah, bunlar içinde sadece "Rab" ismine yemin etmiştir, diğer isimlerine değil. Rab ismine de mutlak olarak yemin etmemiştir. Mutlaka Hz. Muhammed'e, göğe, yere, doğulara ve batılara izafe ederek yemin etmiştir.

Fasıl:
Bil ki, Allah'ın güzel isimleri, bilineni ve bilinmeyeni çok olmakla beraber, üç kısma ayrılırlar. Bunların bir kısmı zata delalet eder, Evvel (ilk) ve Ahir (son) gibi. Bir kısmı sıfata delalet eder, Alim, Habir (her şeyden haberdar olan), Şekur (kullarının şükrünü kabul eden) ve Kadir (her şeye gücü yeten) gibi. Bir kısmı da fiile delalet eder, Halik (yaratan), Razık (rızık veren) gibi. Bir de bazı isimleri-daha doğrusu isimlerin çoğu-iki ve üç kısmı birden kapsar, bu da ortak anlamları itibariyledir, Rab ismi gibi. Rab ismi, zat olarak sabit olan, fiil olarak ıslah eden, sıfat olarak da sahib anlamını ifade eder.

"el-Cedavil ve'd-Devair" adlı eserde isimlerin mertebelerinin tanıtımına ayrı bir Bab ayırdık. Bu isimlerle ahlaklanmanın, bunların anlamlarına ulaşmanın nasıl olacağını açıkladık. Adı geçen eserimize baş vurulabilir. Esma-i hüsna'nm çokluğuna rağmen, yüce Allah, Kur'an'da bunlardan herhangi birine yemin etmemiştir. Yukarıda işaret ettiğimiz beş ayette üzerine yemin edilen Rab ismi hariç. Hiç kuşkusuz bunun altında bir çok sır yatmaktadır. Bu ismin makamı bu sırları içermektedir. Biz bu kısa değerlendirme kapsamında bir veya iki sırrına dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü bu değerlendirme bir anda yazılmıştır. Ayrıca bu Rab ismine Nebî (s.a.v.) de yemin etmesini Subhânehu teala emretmiştir. Çünkü kavmi Rasulullah (s.a.v.) efendimizden bu getirdiği dinin Hak olup olmadığını kendilerine haber vermesini istemişlerdi de, yüce Allah Hz. Nebiye (s.a.v.) şöyle
emretmişti: De ki: Ey Muhammed! Evet, rabbime andolsun ki, O hakkdır." (Yunus, 53) Bu kısa değerlendirmede maksadımız kulların yeminleri üzerinde durmak değildir. Amacımız Allah'ın yeminlerini açıklamaktır. Allah'ın da bütün yeminlerini değil, sadece kendisi üzerine yaptığı yeminleri. Ki biz yukarıda buna işaret ettik. Ayrıca yüce Allah'ın aziz kitabında üzerine yemin ettiği şeylere dair, bizim de yukarıda işaret ettiğimiz gibi, latif ve incelikli bir kitap yazmak istiyoruz, ama kimi ayetlerde hazfettiği yeminleri değil. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Le kad radiyallahu
/Andolsun ki Allah, razı olmuştur." (Fetih, 18) "Ve le-kad sadakallahu rasulehu'r Ru'ya / Andolsun ki Allah, rasulunun rüyasını doğru çıkardı." (Fetih, 27) Allah akıl bahşettiği gibi ilim de bahşeder.

Fasıl:
Bil ki, bu Rab isminin, dil bilimi kapsamında, bize ulaştığı kadarıyla beş anlamı vardır. Birincisi, sabit anlamında kullanılır. Araplar "rabbe bi'l meka-ni": Bir yerde sabit oldu, ikamet etti, derler. İkincisi, ıslah eden anlamında kullanılır. Araplar "Rabeytu's-savbe: elbisenin yırtığını söküğünü dikerek ıslah ettim. Üçüncüsü, terbiye edici, yetiştirici anlamında kullanılır: Araplar: Rabeytu's-sağire/erbeytuhu: Küçük çocuğu terbiye ettim, derler. Dördüncüsü, seyyid, efendi anlamında kullanılır. İmrulkays şöyle der:
Efendileri ve emirleri adına savaşmadılar
Bir komşuyu da çağırmadılar ki selametle göçüp gitsin.

Bu beytin orijinalinde geçen Rab kelimesi efendi, rabib kelimesi de emir anlamında kullanılmıştır. Beşincisi, sahib anlamında kullanılır. Araplar . Rab-bu'd-dari: Evin sahibi. Rabbu'd-dabbeti: Hayvanın sahibi, derler. Rasulullah efendimiz (s.a.v.) kıyamet alametlerinden söz ederken, bunlardan birinin, cariyenin rabbini, yani sahibini doğurması olduğunu zikretmiştir. Çünkü kıyamet öncesinde öyle bir her-cümerc yaşanacaktır ki, kadın ile oğlu birbirinden ayrılacak, ortalığı fitne kaplayacak, sonra bu küçük çocuk büyüyüp o kargaşa ortamında annesi ona denk gelecek, satın alarak onun sahibi olacaktır. Satın alma hükmüyle annesinin efendisi olacaktır. Böyle bir fitneden Allah'a sığınırız.
Bu anlamların tümü de yüce Allah'ın sıfatı olarak kullanılır. Çünkü Allah vücudu, mülkü, saltanatı (hakimiyeti), izzeti, kibriyası( büyüklüğü) ve azametiyle sabittir. Ve "O", ulvî(yüceler) âlemin, süfli âlemin, kevnî(kainatm), mahlukatın ve mebdeatm (yoktan var edilen) her şeyin ıslah edicisi-dir. "O", ayrıca bütün bunların terbiye edicisi, besleyici ve terbiye edici hakikatler bahşetmek suretiyle onların besleyicisidir. Bilindiği gibi cevher arazıyla, cisim edevatıyla beslenir, onları, güçlerini korumak O'na düşer. Ruhları da ilimlerle, letaifle ve sırlarla besler, terbiye eder. Aynı durum başından sonuna kadar tüm âlem için geçerlidir.

Ve "O" Subhanehu, bütün âlem ve top yekun bütün mevcudatın seyyidi(efendi)sidir. Çünkü O, Ganiy(zengin) onlar muftakir(fakirdir)ler. O'na muhtaçtır. İzzet Onun, zillet ise bizim niteliğimizdir. Ganî(zengin)lik O'nun vasfı, "fakr"lık bizim vasfımızdır. Mülk Onundur, biz ise memlukuz. Çünkü O bizim halikımız ve mevcud(var) edicimizdir. Bu yüzden bizim hakkımızda dilediği şeyi yapar. İster bizim amaçlarımıza uysun, ister uymasın. Bizimle ilgili olarak verdiği bir hüküm, amaçlarımıza uymuyor, alışkanlıklarımızla örtüşmüyor diye zulüm, haksızlık ve saldırganlık olarak nitelendirilemez. Bu nitelikler ancak başkasının mülkünde tasarrufta bulunan biri için kullanılabilir.

Ama kendi mülkünde tasarrufta bulunan biri, dilediğini, dilediği şekilde yapar; fark etmez; biz ister bu fiilin sebebini kavrayalım, ister kavramayalım. Bu yüzden bir ayette şöyle buyurmuştur: "La yus'elu amma yefalu ve hum yus'elun / O, yaptığından sorumlu tutulmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir." (Enbiya,23) Çünkü Allah, kendisine ait olmayan bir mülkte tasarrufta bulunmuş değildir. Zorbalık, haksızlık ve zulüm gibi kavramlar delile dayalı olarak şeriatın belirlediği olgulardır. Şeriat çerçevesinde bunlardan söz edilir, kendi zatları itibarıyla belirginleşen nitelikler değildirler.

Fasıl:
Sonra bilesin ki, isimlerin ve mevcudatın hakikatlerini bütünüyle kapsayan, onların başında gelen, onlara hakim ve egemen olan isim, "ALLAH" ismidir. Allah ismi, hem zatın, hem sıfatların hem de isimlerin delilidir. Mertebe olarak O'ndan sonra Rab ismi gelir.

Rububiyet mertebesi uluhiyet mertebesinin üstünde olduğu için, bu mertebeye ait olan Rab ismine yemin etmiş ve ondan başka isimlere yemin etmemiştir. Bu isim üzerine yapılan yemin, bizzat uluhiyet ismi üzerine de yapılmış yemin hükmündedir ve bunun aksi tasavvur edilemez. Yüce Allah, hakikatlerle, onların mertebelerinin ve hakikatlerinin gerektirdiği gibi muamele eder. Dolayısıyla rububiye-ti gerektiren bu makama gelindiğinde, yemin eden kimse dilediğine yemin edebilir. Çünkü "ALLAH" ismi, dairede bir nokta veya dairenin çevresi konumundadır. İsimler ise veçheleri itibariyle ondan sonradırlar ve noktadan çevreye doğru çizilen çizgiler gibidirler. Böylece her isim: ben, şu anlamda Allah isminden sonraki ikinci mertebeyim, der. Nitekim yüce Allah, varlık âleminde de bizi bu yönde konuşturmaktadır. Acıkan biri, ey Rezzak (rızık veren) der. Fakat bazen bu ismi bırakıp, ey
Allahîdediğini görüyoruz. Bu sırada Rezzak ismi, ben ikinci mertebeyim, demektedir. Ama bu bağlamda, ey Rabbim! dese, bunun anlamı, ey Rezzak! değildir, anlamı, ey terbiye eden, ey besleyen veya ey ıslah edendir. Bu isimlerin mertebeleriyle ilgili olarak anlattıklarımızı iyice düşünün. Ben, konuyu etraflıca anlatmak istemiyorum. Çünkü özet ve kısa bir açıklama sunmaktır benim amacım. Kısa ve özet açıklama hem daha yararlı, hem anlaşılmaya daha yakın, hem de üzerinde durulmaya daha elverişlidir. Çünkü sözü uzatmak bıktırır, usandırır. Özellikle insanların ilgisinin azaldığı, faydalı şeyleri taleb etme isteğinin yok olduğu durumlarda, kimsenin sırları irdelemek, gizli hakikatleri susuz insanın suya hasreti gibi kurcalamak istemediği zamanlarda.

Sonra Subhanehû tealâ, bu isme de mutlak olarak yemin etmemiş, bu mahluka izafe ederek yemin etmiştir. Çünkü bir şeye yemin edilirken güdülen amaç, üzerine yemin edilen şeye dikkat çekmek ve kendisine bu yemin izafe edilen kimsenin şerefiyle onurlandırılmasını sağlamaktır. Eğer bu isim, zat, sıfat ve fiilden ibaret isimlerin tüm mertebelerini kapsıyorsa, bu beş mevzudaki ilahi yeminde kullanılan isim, ya sıfat mertebesine veya fiil mertebesine döner. Ama zat mertebesine dönmez. Bunun nedeni zatı yüceltme, celaletini vurgulamadır. Bir de yemin alanında bu ismin tecellisini taşımaya güç yetirilemez. Çünkü yemin alanı husumetlerin ve hareketlerin alanıdır. Burada kimi zaman yeminler bozulur, karşılıklı hazır bulunma esnasında tartışmalar yaşanır. Bu nedenle zat üzerine yapılan yemindeki bu ismin değiştirilmesi mümkün olmaz. İşte hakikatler bu şekilde sunulur. Bu yüzden yüce Allah, rububiyet cömertliğinin nefhalarını taleb eden kalblere merhamet etmiştir. Nitekim Aleyhisselâm efendimiz bizlere emrederek şöyle buyurmuştur: "Lena tearredu nefe-hati rabbikum / Rabbinizin nefhalarını arayın." Şayet yüce Allah, bu isme mutlak olarak yemin etseydi, onu herhangi bir mahluka izafe etmeseydi ve arifler de buna nazar etselerdi, mutlaka tuz buz olurlardı ve yeminin sağladığı faydayı, verdiği sonucu da anlayamazlardı. Fakat onlara Hakkı şahid göstererek
bu yeminin içerdiği sırları bilmelerini sağlamıştır. Sanki yüce Allah: "Fe ve rabbike / Rabbine andolsun." (Hicr, 92) derken şunu: muslahake ve murabbike ve seyyidike ve malike /seni ıslah edene, seni yetiştirip terbiye edene, efendine ve sahibine andolsun" demek istemiştir.

Aynı anlam "göklerin ve yerin rabbine andolsun" ve " doğuların ve batıların rabbine andolsun" ifadeleri için de geçerlidir. Fakat sabit oları anlamında "Rab" kelimesi sadece zata özgüdür ve bu anlamda muzaf olması kesinlikle doğru değildir. Bu ismin büyüklüğü ve mertebesi ile ilgili olarak işaret ettiğimiz hususları iyice anla. Anlamayı ve aklı lütfuyla "O" Allah bahşeder.

BİRİNCİ BAB
Bu bab, Celle senauhu'nun, imanı elde etmenin şekli ile ilgili olarak rububiyete yemin etmesi ile ilgilidir. Bu bağlamda Subhan Allah, Kur'an-ı Kerim'in Nisa suresinde peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.v.) izafe ederek Rab ismine yemin ediyor. Yemine konu olan husus da, iman mertebelerinin en yükseğidir. Buyuruyor ki: "Fela ve rahbike la yu'minune hatta yuhakkimuke fi ma şecere beynehum summe la yecidufi enfusihim harecen mimma kadayte ve yusel-limu teslîma / Hayır, rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65) Yemin içeren bu ayetlerin nüzul sebepleri çerçevesinde bu kısımlarla ilgili açıklamalar yeterli düzeyde olmadığı için, bu ayetlerin iniş sebeplerinden ve kimin hakkında nazil olduğundan söz etmeyeceğiz. Aksine, açıklamayı, özellikle üzerine yemin edilen sıfatın mertebesine dayandıracağız. Çünkü sebebler, kaziyeler ve kıssalar tefsir kitaplarında ve diğer eserlerde bolca zikredilmiştir. Şu anda üzerinde durduğumuz bu ilim dalı, özellikle bu zamanda çok değerlidir.

Şimdi diyorum ki: Bil ki, iman, kalblerin amelidir, çünkü anlamı, tasdik etmektir. Bu yüzden, nefsin amacına uygun bir hüküm verildiği sırada, nefisten sıkıntının, rahatsızlığın giderilmiş olması şart koşulmuştur. Kendisine emredilen, hakkında hüküm verilen kimse, aleyhindeki hükmün anlamının ve kendisine yöneltilen emrin illetini istememelidir. Çünkü o vakıfiye grubunun mensupları gibi, emrin illetini bilmedikçe o emre uymadığı zaman, durduğu şeyle beraber olur, kendisine emreden ve hakkında hüküm veren kimse ile değil. Emirle beraber durduğu zaman, nefsiyle beraber durmuş olur. Böyle olursa, onunla imanın bu mertebesi ve tasdikin kemal derecesi arasında ne çok bir mesafe olur! Ya da Allah'ın emrini yüceltmek, hükmüne hemen sarılmak ve de nefiste en ufak bir sıkınti duymamak, açık yüreklilikle benimsemek, hükmü kabul etmek, haz almak ve ilahi heybeti iliklerine kadar hissetmek nerede o nerede! Duymadınız mı, Hz. Rasulullah Aleyhisselamu, İsrail oğulları zamanında konuşturulan bir inekle ilgili söz açıldığında, orada bulunanlar, inek nasıl konuşturulur? diye sorduklarında,Nebiyyu Aleyhisselam: "Âmentu bihaza ena ve ebubekri ve ömeru / ben, Ebubekir ve Ömer buna inanıyoruz", diyerek onların imanlarına hükmetmiştir? Burada Hz. Nebî (s.a.v.), kesin bir ifadeyle onların iman ettiklerini söylemiştir. Çünkü Ebubekir ve Ömer, O'nun (s.a.v.) makamını tahkik etmiş, onun yüceliğinin zirvesine erişmişlerdi.

İmanın gücünün ve elde edilmesinin şartı, iman ettiğimiz kimsenin hükmüne bakmamamızdır. Aksine, imanımızı sabitliğini vurgulamak için önce bu hükmü uygulamalı, biziın hakkımızda verdiği karara razı olmalıyız. Taşınması bizim için kolay olsa da olmasa da bizim hakkımızda verdiği hükme bakmamalıyız. Hükmettiği şeyi aynen karara bağladığı zaman ve bunun ağırlığı büyük, taşınması da güçse, yine de bundan sıkıntı duymamalıyız, kalblerimiz bundan büyük bir haz almalıdır. Kişinin, hasmıyla arasında geçen mesele ile ilgili olarak içinde en küçük bir sıkıntı ve huzursuzluk oluşmamalıdır.

Kısacası Allah'ın bizimle ilgili hükmünü, kolaylıkla ve boyun eğerek yerine getirmeliyiz. Bunu yüreğimizde hissetmediğimiz zaman, Allah'ın bizimle ilgili bütün hükümleri ile ilgili olarak iman hakikatinin kokusunu almamışız demektir. Nitekim muhakkiklerden birinin başından böyle bir olay geçmiştir. Bu muhakkik şeriata büyük saygı gösterir, her emrine içinde büyük bir lezzet duyarak uyardı, içten içe mutluluk hissederdi ve bu durumu altmış sene sürdü. Bir gün annesi: bana su ver, dedi, hemen annesine su getirmek için koştu, ama bu arada annesine su getirdiği için içinde bir ağırlık hissetti. Dedi ki: Vah bana! Eyvahlar olsun! Ömrüm boşa gitti. Allah'ın hükmünün bana hafif geldiğini, ondan lezzet aldığımı sanıyordum. Oysa anneye iyi davranmak Allah'ın emridir. Öyleyse niçin bu iş bana ağır geldi? Bu da gösteriyor ki, şeriatın hükümlerinden haz almam, nefsimin bunda
bir gayesinin olmasından kaynaklanıyor. Eğer ben hükümle değil, hakimle beraber olsaydım, anneme su vermek bana ağır gelmeyecekti...

Sonra öte yandan bir mümin, şeriatın kendisiyle ilgili bir hükmünü uyguladığı sırada haz alırken, şehvetin nefsi üzerinde egemenlik kurmasına izin vermemelidir. Aksi takdirde hükmün infazı, uygulanışı ertelenir ve bu haz, bir süreliğine de olsa gecikmeye yol açtığı için hakikat ehli nazarında bulanık bir haz olarak belirginleşir, bu gecikme tek bir hareketle sınırlı olsa da olumsuz karşılanır. Bu nedenle hükmün zahirini, eksiksiz bir şekilde ve küllî bir biçimde ve derhal uygulamak, şeriatın verdiği hükme boyun eğildiğini göstermek gerekir. Bu yüzden yukarıda sunduğumuz ayette "tam bir teslimiyetle.." denilmiştir.

Ayetin orijinalinde teslimiyet fiili ayrıca masdar ile de pekiştirilmiştir ki, muhatap, şeriatın hükmüne boyun eğişte her türlü olumsuzluktan arınmış olsun. Şeriatın hükmü karşısında duraksandığı ya da kişi içinde bir sıkıntı hissettiği yahut haz, sevgi ve aşkla çelişen bir durum hissedildiği, bu hükme karşı işaret ettiğimiz durumlardan herhangi biri belirginleştiği oranda senden tasdik olgusu eksilmiş olur. Eğer basiret sahibi ve hakikati sürekli zihninde tutan biriysen, şeriat bilgisini ve şari'derı (kanun koyucudan) varit olan haberleri taklit düzeyinde tutmazsın. Bununla beraber bu bağlamda ilmin zayıflığı taklit çerçevesinde oluşunu da göstermektedir. Çünkü ne de olsa işitsel (sem'i) bir bilgidir. Ne var ki, akıllı bir kimse bu bilgiyi kendi içinde delil ve burhanla sınırlandırır. Çünkü delil ve burhan, hüküm sahibinin doğruluğunu ortaya koyar ve kişiyi verilen hükme yöneltir, hükmün onun nazarında makbul olmasını sağlar. Burada akli delilden söz ediyoruz. Akli delillerin medlulleri de nefiste gerçekleştiği zaman, kişi, buna dair bilgiden haz alır, göğsü açılır ve mutluluk duyar. Çünkü insan, eşyaya dair bilgiyle karşılaştığında ondan lezzet alacak özellikte yaratılmıştır. İnsanın lezzet alışı, eşyayı bilmesinden ileri geliyor, bilinen şeyin onu bilen kılmasından değil. Kişiye yönelen bilgi de eşya bütünündendir ve eğer müminse kişi, bu bilgiden dolayı sevinç duymasını sağlar. Bunun nedeni de, hükmü verenin doğruluğunu gösteren delilin belirginleşmesidir. Bu durum emredenin Resulullah (s.a.v.) olması veya sahih bir kanaldan Resulullah'tan (s.a.v.) nakledilmiş olması durumunda geçerlidir. Ama Resulullah'tan (s.a.v.) dışında alimler arasında çeşitli ihtilaflar olduğu için, bu hususta kişi için geniş bir değerlendirme ve tavır belirleme alanı vardır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ve ma ce'ale aleykum fi'd dini min harecin /Din hususunda üzerinize
hiçbir zorluk yüklemedi." (Hac, 78) Bu ayet üzerinde iyice düşün; çünkü çeşitli boyutları içinde farklı olarak iki büyük boyut vardır. Burada yüce Allah demek istiyor ki: sizin için konulan hükümler hafifletilmiş, sizi sıkıntıya sokacak şeyler indirilmemiştir.

Bir de şu ayetlere bakmak gerekir: "La yukelliful-lahıı nefsen illa vus'aha /Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar." (Bakara, 286) "La yukellifullahu nefsen illa ma ataha / Allah hiç kimseyi verdiği imkandan fazlasıyla yükümlü kılmaz." (Talak, 7) Yine Hz. Rasulullah aleyhisselam'ın şu hadislerini dikkatle incelemek gerekir: "Ben, müsamaha esasına dayanan haniflik diniyle gönderildim." "Şüphesiz din kolaylıktır." Diğeri bir yönüne de yukarıdaki ayetin, insanın gayesine ve nefsin eğilimine uygun olmayan bir hükmün verilmiş olması durumunda, nefiste beliren rahatsızlığın giderilmesidir. Bu, müminlere yöneltilen bir hitab gibidir, böyle bir hüküm karşısında içinde sıkıntı ve hisseden kimse mümin değildir. Hiç kuşkusuz bu, son derece ağır bir durumdur. Yüce Allah "Ve ma ceale aleykum fid-dîni min harecin /Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi." (Hac, 78) dediğine göre, insan, herhangi bir alimin fetvasına dayanan bir hükümle karşı karşıya kaldığında ve bu hüküm kendisine ağır geldiğinde, diğer müçtehit alimlerin fetvalarını incelesin; karşısına çıkan bu durumla ilgili daha kolay bir hüküm var mıdır? diye. Daha kolay bir hüküm bulduğunda onunla amel eder ve böylece sıkıntı da ortadan kalkar. Şayet, karşısına çıkan bu hükümle ilgili icma olduğunu görürse, eğer müminse gönül rahatlığıyla kabul eder, üzüntüsü derhal yerini kolaylığa, reddetmesi, Allah'ın verdiği hükmü kabule dönüşür. Bu hareketi neticesinde imanı sahihlik niteliğini kazanır. Bu, onun için imanının varlığının bir belirtisi olur.

İşte bu yüksek makamı, elde etmek nefislere ağır geldiğinden, yüce Allah bu makam bağlamında kendi "Rab" adına yemin ediyor. Sonra kendileriyle ilgili olarak bu hüküm verilen dinleyiciler, bu hükmü bizzat Allah'tan dinlemedikleri, aksine doğruluğu sabit, Allah adına hareket eden ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan Resulullah'tan (s.a.v.) duydukları için, O'na verilen önemi göstermek ve onurlandırmak maksadıyla üzerine yemin ettiği ismini Resulullah'a izafe ederek zikrediyor ve "Fela ve rabbike / Hayır, rabbine andolsun..." buyuruyor. Sonra izafeyi de muhatap zamiriyle gerçekleştiriyor ki, onun anlam olarak hazır olduğuna ve bizzat Allah'ın bunu söylediğine işaret ediyor. Diğer bir ifadeyle ayni bir izafe söz konusu değildir. Bu inceliğin üzerinde düşünmek gerekir.

İKİNCİ BAB:
Kıyamet günü müşriklerden günahlarını ikrar etmelerinin istenmesi hususunda da yüce Allah kendi adı üzerine yemin ediyor. Yüce Allah bu bağlamda aziz Kur'an'da Hicr suresinde "Rab" ismi üzerine yemin ediyor ve bu ismi de Nebisi Muhammed aleyhisselama izafe ediyor. Şöyle buyuruyor: "Fe ve rabbike le nes'elennehum ecmaine amma kanu ya'melun fa's-da' bi tu'mer va'rid ani'l müşrikin İnna kefeynake'l mustehziin Ellezine yec'alune ma'allahi ilahen ahare Fe sevfe ya'lemun. Ve lekad na'lemu enneke yadiku sadruke bi ma yekulun fesebbih bihamdi rabbike ve kun mine's Sacidin Va'bud rabbeke hatta ye'tike'l ya-kin / Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz. Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir. Alay edenlere karşı biz sana yeteriz. Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenlerdir. Yakında bilecekler. Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canın sıkıldığını andolsun biliyoruz. Sen şimdi rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve sana yakîn gelinceye kadar rabbine ibadet et." (Hicr, 92-99) Bu ayetlerde yüce Allah, kendi "Rab" ismi üzerine Nebisine yemin ediyor ve üzerine yemin ettiği ismini de (Rab) Nebisine (s.a.v.) izafe ediyor, hazır ve bizzat gözlemleyen birine izafe ettiği mesajını vererek. Bu üslubun seçilmesinin nedeni, Hz. Rasulullah(s.a.v.)ın kederini gidermek, üzüntüsünü ortadan kaldırmak, gönlüne su serpmek, içinde bulunduğu daralma ve sıkıntıyı yok etmektir. Hz. Rasulullah Aleyhisselam'ın kederli olmasının, daralmasının, sıkıntı içinde olmasının nedeni, kendisini resul olarak gönderen efendisinin, habibinin emrinin reddedildiğini, hitabının dikkate alınmadığını ve yalanlandığını işitmesiydi. İşte bu, en yüksek makamdır; ondan daha yükseği ve üstünü yoktur. Bu makamda, resuller, nebiler ve veliler arasında üstünlük farkı elbette vardır. Burası, ilahi gayret huzurudur. Bu hale ilahi amel, ondan başkasına ise nefsani amel adı verilir. Dolayısıyla ameller içinde bundan daha üstün bir amel yoktur. Buna yaklaşan, ya da buna benzeyen bir amel de yoktur. Müsnet bir haberde Hz. Rasulullah (s.a.v.)ın şöyle buyurduğunu aktarmıştık: "Yüce Allah kıyamet günü şöyle der: Ey kulum! Benim için bir amel işledin mi? Kul der ki: Ya rabbi! Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim....yaptığı amelleri bir bir sıralar. Allah şöyle der: Ey kulum! Bütün bunlar, kendin için yaptığın amellerdir, benim için işlediğin bir amel var mıdır? Kul der ki: Ya rabbi! Sırf senin için olan bu amel hangisidir? Allah şöyle der: Ey kulum! Benim için birini dost edindin mi? benim için birine düşman oldun mi? işte sırf benim için olan amel budur."

Sahih hadisler içinde yer alan, Allah için sevme ve Allah için buğzetme ile ilgili rivayetlerde bu niteliğe sahib kimselere dikkat çekilir. Bu hadisler halk arasında yaygın olarak bilindiği için burada zikretme gereğini duymadık. İşte bu nedeniyle, Musa'dan sonra, kavmi fitneye düştü. Allah, kendisine müncat ettiği huzurda ona büyük bir keramet vermişti. Çünkü her önde gelenin bir kerameti vardır. Ve çünkü bu, bir başkasının hakkını eda etmek üzere kıyam etme sayılır. Böylece hakkı kıyamet edilen kimse ile ilgili olarak ve makamın yüksekliği oranında keramet elde edilir. Musa {a.s.), ailesinin hakkı için şehirden çıkmak durumunda kaldığında ona seslenildi. Yine bu yüzden peygamberlerin göğüsleri, ümmetlerinin durumları karşısında daralmıştır. Ayrıca Hz. Peygamberin (s.a.v.) kendisine dönük olan tavırları da affedilmiştir.

Nitekim yüce Allah, buna teşvik etmiş, onu ilahi ahlakı almışlığın bir göstergesi olarak hidayet edicilik ve merhamet etmekle nitelendirmiştir. Hz. Rasulullah(s.a.v.)ın bir savaşta yaralanırken "Allah'ım! Kavmimi doğru yola ilet, çünkü onlar bilmiyorlar" dediğini duymadın mı!

Bilinmelidir ki, bir kimseye tevhit hali galib gelirse, bu makamda elem duymaz, duyduğu haz da çabuk çabuk tükenmez. Çünkü o, cem halindedir ve kesinlikle herhangi bir ayrılık görmez. Böyle bir makamda herhangi bir acı veya inkar tasavvur edilmez. Şayet bir günah işlese ve bundan dolayı zahiren had uygulanıp sert muameleye tabi olsa bile, iç dünya bütünüyle rahmet ve yalın bir teslimiyettir, başka hiçbir duyguya yer yoktur. Ancak daha yüksek makama sahib kişi nazarında müşahedesi eksik kabul edilir. Çünkü fayda ya da verimli sonuç, ancak cem'de ve varlıktadır. Bu halin sahibi ise cem halindedir, amaçlanan varlık halinde değildir. Fakat kamil kimse için durum bundan farklıdır. Onun varlığı, celali ve heybeti vardır. Çünkü kamil muhakkik nazarında, hükmün mevzusuyla ilgili olarak asi bir irade tasavvur edilemez. Onun için ancak emreden irade tasavvur edilebilir.

Emredenin mertebesi ise, emreden olmasından ileri gelir, irade eden olmasından değil. Bu konuyla irtibatlı son derece büyük ve bir o kadar da faydalı bir mesele vardır, o da yüce Allah'ın müşrikleri ve vebal haksızlık eden zalimleri bağışlamayacak olmasıdır. Burada zalimlerin sorumlulukları zımnen ifade edilmiş ve bağışlanmaları zulmettikleri kimselerin rızasına bağlanmıştır. Buna göre yüce Allah kıyamet günü onların aralarını ıslah eder.

Sonra yüce Allah, kendisi için öfkelenmemizi ve gücümüz yetiyorsa, bu bağlamda sabretmememizi emretmiştir. Buna karşılık kendimizle ilgili hususlarda affetmemizi, hoş görmemizi emretmiştir. İşte bu Allah'ın ahlakıdır ve bize de Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmamız istenmiştir. O halde Allah ile ilgili ve Allah'ın hakkıyla irtibatlı bir mesele olan şirkten dolayı müşriklerin sorumlu tutulmalarının nedeni nedir? Allah kendisine karşı mı mücadele edecektir?! İlahi kaideler bundan farklı bir temele dayanmaktadır. Hadiste belirtilmiştir: Yüce Allah kıyamet günü mahşerde toplananlara şöyle seslenir: Ey kullarım! Benimle sizin aramızda olanları bağışladım, siz kendi aranızdakilere bakın. Çünkü hiçbir zalimin zulmünü bağışlamam." Şirk hadisesi, zahiren Allah ile insanlar arasında bir olgu
olarak bilinmektedir; böyle iken neden bundan insanları sorumlu tutar ve onları bağışlamaz! Allah seni muvaffak kılsın, bil ki, Allah'a ortak koşmak, mahlukata karşı işlenmiş bir vebal ve başkasına zulmetme kapsamına girer. Çünkü veballer, kanla, malla ve ırzla ilgili olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Şirk, ırzlarla ilgili sorumlulukların kapsamına girer. Bir tür iftiradır. Bir şey hakkında, onda olmayan bir iddiada bulunmaktır. Yani iftira atmaktır. Bu bakımdan, şirkin, Allah ile kul arasında söz konusu olabilecek bir boyutu yoktur. Bu yüzden büyük günahların en büyüğüdür. Kıyamet koptuğunda, bütün insanlar bir mekanda haşredildiklerinde, mazlumlar tahammül edilemez korkuları dehşet içinde kalarak bizzat görüp yaşadıklarında, taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız ve ruhani varlıklar gibi Allah'tan başka ilah kabul edilen düzmece tanrılar tahammül ötesi korkuların dehşetiyle donup kaldıklarında şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bize iftira eden, bizde olmayan özellikleri bize nispet eden, bizim ilah olduğumuz söyleyip, zarar ve yarar dokundurma 'gücüne sahip olmayan, hiçbir yetki ve gücü olmayan bizlere tapan kimselerden hakkımızı al. Bizim hakkımızı onlardan al. İşte bu noktada her şey ayrıntılı olarak gözler önüne serilir ve adil hüküm verilir.

Allah'tan başka kulluk sunulan taş, ağaç, kendini Allah'a eş koşan müşrik insan, hayvan, aynı şekilde kendini Allah'a eş bilen ruhani varlıklar, kendilerine tapan müşriklerle birlikte cehennem ateşine girerler. Ki müşrikler, kulluk sundukları düzmece tanrılarının da kendileriyle birlikte cehenneme girdiklerini gördüklerinde bu azap daha elem verici ve daha aşağılayıcı olur. Ayrıca Firavun gibi, kendisine nispet edilen tanrılık özelliğini kabul eden, bundan hoşnut olan kimseler de, kendilerine tapanların azabına ortak olurlar. Taş ve ağaç gibi tanrılık izafe edilip kulluk sunulan cansız varlıklar azap çekmek için cehenneme girmezler, aksine, müşriklerin, kulluk sundukları tanrılarının da kendileriyle birlikte cehenneme girdiklerini görerek daha da acı duymaları, iyice aşağılanmaları için girerler.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnnekum ve ma ta'budune min dunûlahi hasebu cehenneme entum leha varidun / Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz." (Enbiya, 98) Bu durum karşısında müşrikler şöyle derler: "Lev kaneha hâulai aliheten ma vereduha ve kullun fiha halidun / Eğer onlar birer tanrı olsalardı oraya girmezlerdi. Halbuki hepsi orada ebedi kalacaklardır." (Enbiya, 99) Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Ve ku-duha'n Nasu ve'l hicaretu / Yakıtı, insan ve taş olan..." (Bakara, 24) Burada sözü edilen insanlardan maksat müşrikler, taşlardan maksat da Allah'tan başka tapılan putlardır. Ayette önceden haklarında iyilik hükmü verilen kimseler ise bu genellemeden istisna edilmiş, onların ateşten uzaklaştırıldıkları vurgulanmıştır. Bil ki, müşriklerin aslında kulluk sundukları düzmece tanrılar ortadan kalktıkları için, tutup onlara benzeyen suretler edindiler ve bu suretlere tapmaya başladılar, Hıristiyanların haçı ve müşriklerin kendi elleriyle şekil verdikleri heykelleri gibi. İşte müşriklerle cehenneme giren, onların kendi elleriyle yontup şekil verdikleri, bu hususta hiçbir sorumluluğu olmayan ve aslında mutlu insanlar ve varlıklar sınıfına giren varlıklara benzettikleri bu suretlerdir. Müşriklerin, dünyada iken kulluk sundukları düzmece tanrıları kendileriyle birlikte cehenneme girince, bu, onlara büyük bir acı verir ve bunu kendileri için aşağılayıcı bir olay olarak kabul ederler. Müşriklerin acılarına acı katan, onların kendilerini iyice aşağılanmış hissetmelerini sağlayan olaylardan biri de şudur: Cennetlikler, bir şekilde cehennemliklere muttali olurlar; cennetlikleri cehennemlikleri, cehennemlikler de cennetlikleri görürler. Bu durum, cennetliklerin içinde bulundukları nimetlerden daha çok lezzet almasını, cehennemliklerin de içinde bulundukları azaptan daha fazla acı duymasını sağlar. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Fettelea fereahu fi sevai'l cehimi /Baktı, arkadaşını cehennemin ortasında gördü." (Saffat,55) "Tallahi in kidte le turdini ve lev la ni'mete rahhi lekuntu mine'l muhdarin / Yemin ederim ki, sen az daha beni de helak edecektin. Rabbimin nimeti olmasaydı, şimdi ben cehenneme getirilenlerden olurdum." (Saffat, 56-57) Bu açıklamalarla, müşriklerin işledikleri şirk günahında sorumlu tutulmalarının sebebi vuzuha kavuşmuş oldu.

Ebedi kalmak ise niyetlerle ilgilidir; tıpkı derecelerin amellerle ve ihtisaslarla ilgili olması gibi. Yine cennet ve cehenneme girmenin rahmet ve azapla ilgili olması gibi. Ayrıca derecelerin karşıtları olarak belirginleşen derekeler de amellerle bağlantılıdır. Bu hususun iyice anlaşılması gerekir. Aslında bu konu uzun ve ayrıntılı olarak ele alınabilir; ancak bu kısa değinmemizin kapasitesi uzun ve ayrıntılı açıklamayı kaldırmaz. O halde biz meselemize dönelim. Diyoruz ki: Hz. Nebîyyi (s.a.v.), yüce Allah'ın, kullarının amellerini onaylama, inkar, ayıplama ve eleştiri gibi farklı şekillerde değerlendirmesi nedeniyle zihninde konuya ilişkin bir soru taşıdığı, bundan dolayı da büyük zorluklar ve acılar çektiği için, yüce Allah, bu bağlamda düşmanlarına karşı onun gönlüne su serpmek maksadıyla bizzat kendi adına yemin ediyor ve konuya ilişkin bilgiyi önce zikrediyor ve Onun üzerine yemin ediyor. Ki bazı şeylerden dolayı içinde hissettiği daralmayı gidermiş olsun. Öte yandan yüce Allah, Nebisinin (s.a.v.), kendisinin inayetiyle ulaştırdığı makamda olduğunu biliyordu. Bu makam ise, onun, vakte göre gerektiği gibi, gerekenle ve gereken için amel etmesini gerektirir. Hal sahibi içinse daha farklı bir durum söz konusudur. Hal sahibi, vaktiyle gerekmeyenle, gerekmediği gibi ve gerekmediği için muamele eder. Çünkü hal, ilahi haber mahiyetinde bir olgudur. Oysa Hz. Nebî (s.a.v.) makamı itibariyle böyle davranmak ve bu bilgilere sahib olmak durumundadır, bu yüzden yüce Allah, O'na rabbani teşbihi (rabbini tenzih etmesini) emrediyor, ki ilgisini iç daralmasından, acısından ve sıkıntısından alıkoysun. Çünkü makamın özelliği, bu durumun bütünüyle zail olmasına imkan vermemektedir.

Nitekim bu konuyla ilgili olarak başka bir ayette Rasuluna (s.a.v.) şöyle hitab etmiştir: "Vasbir li hükmi rabbike fe inneke bi a'yunina / Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin." (Tur,48) Böylece "Allah'ın bizimle ilgili hükmü" sözünü işaretler ve letaif kısmına aldığı gibi "Allah'ın onunla ilgili hükmü" sözünü de bu kapsama almıştır. Bu ayette, bir ısındırma, alıştırma ve bize yönelik bir müjdeleme vardır. Çünkü bu ayette Subhanehu tealâ, Nebisi (s.a.v.)ne, kendisiyle ilgili rabbani hükme karşı sabretmesini emretmiş, bu hüküm karşısında içinde daralma olduğunu, bu hüküm dolayısıyla zorluk çektiğini haber vermiştir. Bu demektir ki, Ondan bize bir hüküm geldiğinde ve bu hüküm nefsin amacına, eğilimine uygun değilse, mümin bu hükmü zorlanma, çaba sarf etme ve
yorulma ile alsa bile, bu onu iman mertebesinden indirmez, indirmediği gibi. Sanki bu ayetin, birinci babdaki ayetin içerdiği "Rabbine andolsun ki... iman etmiş olmazlar." ifadesinin şiddetini hafifleterek nefes aldırıcı bir işlevi var. Nebevi hüküm, koruyucu bir nass makamında olsa da, ilahi makamdan Nebiyyî Aleyhisselâma yönelik hüküm, keşif üzeredir ve tazmin mahiyetindedir. Dolayısıyla kendisi itibariyle tevhid örneklerinin mecz edilmesine örnek oluşturacak bir ifade söz konusudur. Ancak bu mesele bağlamında bu kadarının bize bir zararı yoktur. Çünkü şu ayetler de bizi destekleyici mahiyettedir: "Vellezine cahedu fina /Bizim uğrumuzda cihad edenler..." (Ankebut, 69) "İsbiru ve sahiru / Sabredin; sebat gösterin." (Al-i imran, 200) "Ve beşşiri's Satirine ellezine iza esabet-hum musibettin / Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman."(Bakara, 155-156) Bu ayetlerde yüce Allah, makamı cihad etme ve sabır nitelikleriyle vasf ediyor. İşte bu, meşakkatin, zorluğun ta kendisidir. Sonra Subhanehu tealâ, hz. Rasulullah'(s.a.v.)a, tezellül makamında Rab ile meşgul olmasını emrediyor.

Çünkü burada rab, efendi anlamındadır. Teşbih emri ile ilgili cümlede ise sabit, değişmez, daima var olan anlamındadır. Böylece yüce Allah, Rasulune (s.a.v.) emrettiği rabbani teşbih ve rabbani ibadet ile, bu meşakkat ve daralma duygularını, bu emri ona ilka ettiği gün ortadan kaldırmayı dilemiştir.

Rab adına edilen yemin teşbihle ilgili hükmü gerektirmiştir. Bu yüzden isim ve ibadet de rabbe yönelik olarak belirginleşmiştir. Ki bu makamla ilgili inen hükümde başka bir ismin hakimiyeti olmasın. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fesebbih bi hamdi rabbike /Rabbine hamd ederek Onu teşbih et." (Nasr,3) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Va'bud rabbeke I Rabbine ibadet et." (Hicr,99) Amacım, her babın sonunda ruhani letaife ve ilahi işaretlere bir bölüm ayırmaktı; bab için bedendeki ruh gibi olsunlar diye. Çünkü bablar muameleler kapsamına girerler; irfani bilgiler ise bedenlerdeki ruh gibidirler. Bunu babla-rın sonunda ele alıyordum. Ancak burada artık her babın sonunda beş kısa bölüm ayırarak, rabbani yeminlere örnek olarak sunduğumuz her ayetin hakikati ile ilgili olarak zikrettiklerimizi bu bölümlerde sunmayı uygun gördük.
Vallahu mueyyidu / Destek Allah'darıdır.

ÜÇÜNCÜ BAB
Yüce Allah aziz Kur'an'ın Meryem suresinde ruhani ve bedensel haşir konusuna yemin ederken, Nebiyyi hz. Muhammed'e (s.a.v.) izafe edilmiş bi-ismihî "rab" ismini kullanarak kendisine yemin ediyor ve şöyle buyuruyor: "Fe ve rabbike lenahşuren-nehıım ve'ş Şeyatine summe le nuhdirannehum havle cehenneme cusiyya summe lenunzianne min külli şiatin eyyuhum eşeddu ale'r Rahmani itiyya summe le nahnu a'lemu billezine hum evla biha sdiyya /Öyle ise, rabbine andolsun ki, muhakkak surette onları şeytanlarla birlikte mahşerde toplayacağız; sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde hazır bulunduracağız. Sonra her milletten, rahman olan Allah'a en çok asi olanlar hangileri ise çekip ayıracağız. Sonra, orayı boylamaya daha çok müstahak olanları elbette biz daha iyi biliriz." (Meryem, 68-69-70) Allah seni muvaffak kılsın, bil ki, insan, başlangıçta "E iza
ma mittu le sevfe uhracu hayya /Öldüğüm zaman sahi diri olarak kabrimden çıkarılacak mıyım?" (Meryem, 66) deyince, yüce Allah onu ilk yaratılışına yöneltti ve şöyle buyurdu: "E ve la yezkuru'l İnsanu enna haleknahu min kablu ve lem yeku şey'a / İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?" (Meryem, 67) Bu ayetin iki yönü vardır: birincisi; şu insan denen varlık, bundan önce insan değildi. Kuşkusuz ortada insan anlamına gelen bir şey vardır, tıpkı öldüğünde, insanın cansız bedenine mecazen insan denmesi gibi. Yani bir zamanlar insandı, ama şimdi yemiyor, hissetmiyor ve konuşmuyor! Zati vasıflar iptal olunca mevsuf da iptal olur. İnsan da, kendisine insan ismi verilmeden önce toprak, su, hava, kutsal ilahi ruh idi. Sonra kan oldu. Ardından nütfeye intikal etti. Bu, "nerede/eyne" olgusunun neşet bulmasıdır. Sonra bu kan da daha önce toprak, et, içyağı ve meyve gibi yiyeceklerden ibaretti. İnsan çeşitli şeylerdi, ama insan değildi.

İkincisi; bundan maksat yüce Allah'ın, insanın dikkatini ilk hakikatine yöneltmesi olabilir. Ki insan bu ilk hakikat kapsamında bilkuva(potansiyel olarak) insandı. Bu başlangıcın öncesidir. Bir şeyden olmayan bir şeydir ve daha önce de bir şey değildir. Burada yüce Allah, fikri gözlem aracılığıyla insanın dikkatini bu gerçeğe yöneltiyor ki, bu gözlemi faile ilişkin kanıt işlevini görsün. Sonra Nebisi Aleyhisselâm'a, insanın, bedenlerin ölümden sonra haşredilecekleri ile ilgili olarak yüce Allah'ı yalanladığını, inkar ettiğini duydu. Nitekim bir sahih rivayette yüce Allah'ın şöyle buyurduğu nakledilir: "Ademoğlu bana sövdü; ama bunu yapmaması gerekir. Beni yalanladı; ama bunu yapmaması gerekir. Bana sövmesi; benim eşimin ve çocuğumun olduğunu söylemesidir. Halbuki ben birim ve tek'im, eş ve çocuk edinmedim. Beni yalanlaması; kendisini ilk kez yarattığım gibi bir daha
yaratmayacağımı söylemesidir. Oysa mahlukatı ilk kez yaratmak benim için onları tekrar yaratmamdan daha kolay değildir." Haşrin, varlıkların tekrar dirilmelerinin inkar edilmesi, yüce Allah'ı yalanlamak anlamına geldiği için, insanların bu tavrı Resulullah'a (s.a.v.) ağır geldi. Çünkü Allah, seçkin ve halis kullarını keşif ve tahkik olarak kendi sırlarına ve hakikatlerine muttali kılınca, ilahi kutsallık, ululuk, azamet ve celal huzurunda gerçekleşen bu muttali oluş sayesinde onların kalbleri ve sırları da azamet ve celal dolar. Sonra oluş ve bozuluş (kevn ve fesat) âlemine bakarlar, orada varlıkların yaratıcılarına karşı saygılı olmadıklarını, Onun hakkında yakışıksız sözler söylediklerini ve Ona yaraşmayan nitelikler nispet ettiklerini görürler. İşte bütün bunları duymak onlara ağır gelir ve eğer imkan bulurlarsa onların bu tavırlarından dolayı intikam almayı temenni ederler.

Dünya mutlak intikam yurdu olmadığı, ayrıca Allah'ın halis kulları, haşri inkar edenlere azap inmemesinden üzüntü duydukları için, yüce Allah, Rasulune (s.a.v.) izafe edilmiş ismine yemin ederek salih, bozguncu herkesin, can verip toprak olduktan sonra mutlaka haşredileceğini vurguluyor. Haşirde sıratı(yolu) cehennemin üzerinden geçirecektir, ki ona uğramadan karşıya geçen kimse kalmasın. Bu sırada kimi dümdüz yoluna devam edecekken, kimi yüzü koyun cehenneme yuvarlanacaktır. Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar. Bu bağlamda yüce Allah "Fe ve rabbike lenahşurennehum / Rabbine andolsun ki, muhakkak surette onları mahşerde toplayacağız." (Meryem,68) Haşri inkar edenleri ve şeytanları. Çünkü haşri inkar edenlere ilham edip Hakk ehliyle mücadele etmelerini sağlayanlar şeytanlardır. Resu-lullah (s.a.v.) ve keşif ehli olanlar bu gerçeği
ortaya çıkarmışlardır. Bu yüzdendir ki, haşredilecekleri yeminle belirtilenler arasında şeytanlar da zikrediliyor ki, yüce Allah'ın mutlak intikamla ilgili olarak verdiği sözden dolayı içindeki elem dinsin. Bu açıklamamızı iyi anlayın. Doğruyu bulan muvaffak olur.

DÖRDÜNCÜ BAB
Bu bab, yüce Allah'ın rızık ve cenneti garanti etmesiyle ilgili olarak rububiyete yemin etmesiyle ilgilidir. Söz konusu yeminin yer aldığı ayette geçen zamir, daha önce zikredilen hususa dönüktür. Yüce Allah, (semaya)göğe ve arza(yere) izafe ettiği rab ismini kullanarak kendisine yemin ediyor ve rızkın karara bağlanmış kesin bir hüküm olduğunu, bunu semadaki velilerine vaat ettiğini belirtiyor. Bunu da, hiçbir kuşku duymayanlar açısından konuşmayla örneklendiriyor ki kamil mümin böyle olmayanlardan tam anlamıyla ayrılıp belirginleşsin. Şöyle buyuruyor: "Ve fi's Semai rizkukum ve ma tuadun /Semada sizin rızkınız ve size vaat edilen başka şeyler vardır." (Zariyat,22) "Fe ve rabbis Semai vel arzı innehu lehakkun misle maennekum tentıkune /Semanın ve arzın Rabbine andolsun ki bu vaad, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir." (Zariyat,23) Bil ki, insan, berzahta gölge ile güneş ışığı arasındaki çizgi gibi mevcud bir varlıktır. Berzah; iki denizin birleştiği noktada ikisini birbirinden ayıran mevhum çizgi gibidir. Bu âlemde ise insanlar, yücelikler, yani ruhani varlıklar, akıllar ve bütün yüce varlıklar ile süflilikler, yani hayvanlar, bitkiler, madenler ve yer arasında bir noktadadırlar. Yüce Allah, hem yüceler âleminin hem de süfli (aşağı) âlemin rabbi olduğunu haber veriyor. İnsan dediğimiz bu berzan (ara varlık), ulvi ve süflinin birleşiminden ibarettir. Birleşiminde fazladan olarak başka bir şey yoktur. Allah, onun da rabbidir. Rabbi derken, efendisi, sahibi, terbiye edicisi, ıslah edicisi ve sabit kılıcısı demek istiyoruz. Böylece yüce Allah bu ismine yemin ederken âlemin kendisine muhtaç olduğunu vurguluyor. Çünkü her şey Onun sanatı, Onun mahluku ve Onun fiilidir.

Ulvi(yukarı/yüce) âlemle süfli (aşağı) âlem arasında, istimdat ve istifade dışında herhangi bir münasebet yoktur. Ulvi âlem, anlamını ifade etmesi hususunda rab ismine izafe edilmeyi hakkediyor. Süfli âlem ise, rab isminin anlamının kendini ifade ettiği alandır.

Ulvi âlem çeşitlidir ve birbirinden ayrı hakikatleri vardır; süfli âlem de öyle. Bu yüzden melekler: "Ve ma minna illa lehu makamun ma'lumun /Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır." (Saffat,164) demişlerdir, yüce Allah'ın herhangi bir feleğe yerleştirdiği sır, diğer feleklere yerleştirdiği sırlardan ayrıdır. Süfli âlem de bunun gibidir. Yüce Allah.ulvi âlemdeki bir hakikatin karşılığı olacak bir hakikati mutlaka süfli âleme yerleştirmiştir. İşte insan dediğimiz bu varlık, bu anlamların tümünü kendinde toplamıştır. Bu yüzden başka hiçbir âlemin değil, sadece insanın halifeliği geçerli olmuştur. Çünkü insan âlemin ruhudur.

Nitekim insan var oldukça, oluşlar vücuda geldikçe ve varlıklar ona boyun eğdirildikçe dünya var olacaktır. İnsan ahiret yurduna göçünce de gökler eriyecek, dağlar doz duman olup kaybolacak, yeryüzü çatır çatır çatlayarak dağılacak, yıldızlar sönüp yok olacak, güneş dürülüp ortadan kaldırılacak ve dünya yok olacaktır. Halifenin taşınmasıyla birlikte ahiret yurdunda imar başlayacaktır. İnsanın mertebe olarak diğer varlıklardan üstün oluşu da bundan anlaşılır. İnsan varlığın maksadı olan külli anlamdır. Bu yüzden insan ve başkası için onunla yemin edilmesi gerekir. Çünkü taleb edilen bu başkası değildir.

Yüce Allah bu şekilde yemin edince gökteki melekler arasında feryat başladı. Çünkü yüce Allah kendisine yemin etmişti ve melekler yeminden başka herhangi bir garantiye güvenmezlerdi. Bu gerçek meleklerden gizlenmişti. Bu yüzden bizi mazur görmediler, affetmediler; ama biz onları mazur gördük, affettik. Eğer melekler bizim iki âlemin toplamından ibaret olduğumuzu, hem kendilerinin hem de başkalarının bizim içimizde olduğunu bilselerdi, feryat etmezlerdi ve bizi de mazur görüp affederlerdi.

Allah bizi bildiği için, bizimle ilgili olarak yemin etmiştir. Çünkü bizim âlemlerin toplamından ibaret oluşumuz bu sonucu doğurmuştur. Bu yüzden biz de meleklerin feryatlarını ve inkarını mazur gördük. Nitekim babamız Adem hakkında konuştukları sırada da onları mazur gördük. Çünkü bir gerçek hakkında ve kendi mertebesinden konuşan kimse, kendi içinde mazurdur ve yaratılışının dışına da taşmamıştır. Dolayısıyla bu yeminin bizim için gerçekleşmiş olması kaçınılmazdı, çünkü bizim mertebemiz töhmet ve güvensizlik gibi süfli vasıfları gerektirici mahiyettedir. Ki varlık mertebemiz süfli vasıflarla onların zıddı olan ulvi vasıfların birleşiminden ibarettir. Bizi bilen, bizim hangi özelliğimize yemin edildiğini bilir, rahatlar ve inkar etmez. Çünkü o hakikatinin dışına çıkmamış ve kendi mertebesinden başka bir iddiada bulunmamıştır. Çünkü âlemlerin her sınıfına çeşitli haller galip gelir. O zaman da zulmet ve süfli hali galip gelene yemin edilir.

Bu söylediklerimizin delili şudur: Bu yemine rağmen insanın tatmin olmamasıdır, rızkından endişe etmeye devam etmesidir. Aksine bu yemine, bir akit sahibi tavrıyla bağlı kalır, hal olarak değil. Çünkü hali, bu hususta onun aleyhine tanıklık etmektedir. Bu yüzden rızık, sebeplerinin ortadan kaybolması durumunda sarsılır. Hakikati bu hale dönüşür ve yeminin bu hali üzerinde bir etkisi olmaz. Cennetle ilgili olarak da aynı tavrı sergiler. Çünkü sabah akşam rızka mecbur edildiği gibi cennete mecbur edilseydi, o takdirde huzursuzluk, endişe ve kararsızlık belirecekti, imansızlık halini sergileyecekti, tıpkı rızıkla ilgili olarak sergilediği gibi. Ancak cennete bu tarzda zorlanmadığı için, ona eksiksiz iman ettiğini sanmıştır. Oysa rızıkla ilgili güvensizliği, endişesi, mutlak olarak bu tür bir töhmete maruz kalmasının tanığıdır. Bu yüzden yemin vaki olmuş, gökler ve yer üzerine yemin edilmiştir, bu da baştan başa bütün âlemin varlığıdır, ama zat yoluyla, hali ve vasfı yoluyla değil.
Beşinci babda haline ve vasfına yemin etmesine değineceğiz, ki âlemin, genel olarak insana ve özel olarak da Hz. Muhammed'e (s.a.v.) muzaf olmasının şerefi kemale ersin.

Böylece hemcinslerinden farklı olarak, O'nun için özellik ve genellik bir araya getirilmiştir. Çünkü genellik çerçevesinde bu anlamda bir ayrıcalığı yoktur. Ayrıcalık derken, O'na izafe edilen Rab ismine yemin edilmesini kast ediyorum. Çünkü Kur'an'da isim zikredilmeden edilen yeminlerin örnekleri çoktur. Yine yemin olmaksızın bir isme izafe örnekleri de çoktur. Dolayısıyla bunun bir mertebesi, öbürünün de bir mertebesi vardır. Ayrıca isme muzaf edilerek edilip yemin edilmesi şeklindeki birleşimin de diğer ikisinden ayrı bir üçüncü mertebesi vardır. Bil ki, başarılı kılan ancak Allah'dır.

BEŞİNCİ BAB
Bu bab, yüce Allah'ın rububiyet ismini kullanarak kudretine ve kudretinin bir mahluku ondan daha hayırlı bir diğer mahlukla değiştirme nüfuzuna ve etkinliğine sahib oluşuna yemin etmesiyle ilgilidir. Konuyla ilgili ayette yüce Allah, doğulara ve batılara muzaf; "Rab" ismi üzerinden kendisine yemin etmektedir. Yüce Allah, aziz Kur'an'ın Mearic suresin 40 - 41. âyetinde şöyle buyuruyor: "Fe la uksimu bi rabbi'l meşariki ve'l meğaribi inna le kadirune ala en nubed-dile hayran minhum ve ma nahnu bi mesbukin / Şu halde işin gerçeği öyle değil! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, şüphesiz onların yerine daha iyilerini getirmeye bizim gücümüz yeter ve kimse bizim önümüze geçemez."

Bil ki, yüce Allah, varlıkların zatına yemin ettiği gibi onların haline de yemin etmiştir. Doğular ve batılar üzerine yemin edilen hallerdir. Bu haller, ancak yıldızın, göğün ve yerin varlığıyla bilinirler. Yüce Allah, doğuşa ve batışa değil, doğuya ve batıya yemin etmiştir. Çünkü yemin sabit, değişmez bir şey üzerine olmalıdır, geçici, değişken bir şey üzerine değil. Doğu sabittir; buna karşılık doğuş geçicidir. Yüce Allah, doğu ve batı oluşu itibariyle onların zatına yemin etmiştir. Böylece sıfatı mevsufuna bağlamıştır. Bu arada çoğul ifadeye yemin etmiştir. Çünkü doğular ve batılar çoktur. Bununla bir şeyin görünmesi kaybolması, zahiri-batını; cisimler âleminde-ruhlar âleminde; dünyada-ahirette; cennette-cehennemde; perdeler içinde-tecellilerde; birleşmede-ayrılıkta; mahvde-ispatta; fenada-bekada; sarhoşlukta-ayıklıkta; uyanıklıkta-uykuda ve mutlak olarak varlığın her halinde doğular ve batılar kast edilmiştir. Yine yüce Allah mutlak olarak varlığın zatlarına yemin ettiği gibi, yine mutlak olarak varlığın hallerine de yemin etmiştir. Böylece bundan sonra üzerine yemin edilmesi gereken bir şey bırakmamıştır.

Bil ki, mümkün bir şeyi var etmek kesinlikle ilahi kudrete zor gelmez. Ama mümkünlerden bir mümkünü var etmemişse, bu, kudretle değil, iradeyle ilgili bir husustur.

Ayrıca şunu da bilmelisin ki: var olan şey zattır; cinsleri ve rükünleri kemal bulmuştur. Dolayısıyla zuhur eden her şey Ondandır ve onun içindedir; artık değişiklik ancak suretlerde ve şekillerde olabilir. Bu da arızi bir değişikliktir. Göğün ve yerin değişmesi gibi. Ve (ceninin oluşum sürecinde) nütfenin kan pıhtısına, kan pıhtısının da bir çiğnem ete dönüşüp değişmesi gibi. Ya da biz insanlar açısından yiyecek lokmasının yendikten sonra kana ve atığa dönüşmesi gibi. Böylece değişim hep baki kalır. Eğer değişim, suyun buhara ve benzeri bir şeye dönüşmesi gibi bir varlıktan diğerine şeklinde olsa, bu, objelerin (ayn) değişmesidir. Şayet beyazın kırmızıya, kırmızının yeşile, soğuğun sıcağa dönüşmesi gibi bir nitelikten diğerine yönelik olsa, bu, mevsuflarm sıfatları aracılığıyla değişmesidir. Çünkü kırmızı yeşile dönüşmüştür, suyun buhara dönüşmesi gibi. İşte değişim budur. Gerçi biz insanların nazarında sıvı, hava olmak, ateşe ve toprağa mensup olmak gibi olgular cevherde yer alan suretler mahiyetindedir ve cevher bu suretler aracılığıyla hava, su vs. adını alır. Ancak bunu idrak etmek, kırmızının sarıya ve beyazın siyaha dönüşmesini idrak etmekten çok daha kapalıdır. Bunu iyice öğren. Yüce Allah'ın, bir yurdu imar etme hususunda, kendisini mahlukatı değiştirmekle vasfettiği bu haberin iki boyutunun olması muhtemeldir ki, biz bu iki boyuta işaret etmiştik. Çünkü cevherde ortak olan zatlar birbirlerine benzerdirler. Ama bunların suret, şekil ve sınır itibariyle farklı oluşlarının da zatilikleri söz konusudur. Bu zatilik ise suret ve şekil ile ilgilidir, şekillenen ve suretlenenle ilgili değildir. Ancak bu şekil ayn'de değil, şekillenende yapılır. Bununla beraber bazıları
şekilleneni hakikati üzere gördüğünü sanabiliyor. Oysa gördüğü sadece şekildir. Ne var ki, şekli, şekillenen olmaksızın tasavvur etme gücüne sahip değildir. Şimdi mahlukatta değişimi açıkça gördün ve ilahi kudretin bundan aciz olmadığını anlamış oldun. Bununla beraber kudret bir yerde bu değişimi yapmamışsa, bu, iradenin böyle bir değişime taalluk etmediği anlamına gelir. İlahi ilim çerçevesinde önceden değişmesine hüküm verilmemiştir demektir. Dolayısıyla ilahi hitab, mümkün varlığın hakikatinin gerektirdiği hususla ilintili olarak gerçekleşmiştir.
 Bablar bitti; buna fasılları (bölümleri) izleyecektir.

BİRİNCİ BÖLÜM
Bu bölüm birinci babın ruhaniyetiyle ilgilidir. Objeler üzerine yemin eden Rab, anlayış ehli için sağlamlaştırmanın, tahkimin aynısıdır. İfadenin içerdiği amaç bildiren harf ise, başlangıç ehline dönüktür. İhtilafın baş göstermesi kaynaşma hakikatini ortadan kaldırır.

İkilik (tensiye), ancak balçıklıkla birlikte ruhaniyette sahihtir. Varlık, akit sahipleri içindir. Nefisler, aklen bilinen ve maddi şeyler arasında yer alan bir âlemdir. Sıkıntı, yolun başında ve sonunda olur. Tabiz (bölme, parçalara ayırma) harfi zayıflatma ile ilgilidir. Teybin (açıklama) harfi kısımlara bölme içindir. Nakıs (eksik) isimler geri dönen (nükseden) zatlar içindir. Kaza, olup biten şeyle ilgilidir. Hitab harfi, sevenler içindir. Zarf harfi, meslek sahipleri içindir. Atıf harfi işaret sahipleri içindir. Hale teslim olmak muhal ile uğraşanlar içindir. Çoğul zamiri, kıyameti içlerinde saklamaları içindir. Masdarlarla tekit, gireni çıkanla buluşturmak içindir. Yemin edatı olan "vav" insanı tazim içindir. Nefiy edatı re'yin dışındadır. Amillerden dolayı harfleri hazfetmek, meseleler için açıklamadır. Gaip zamir yabancılar içindir.

İKİNCİ BÖLÜM
Bu bölüm ikinci babın ruhaniyeti ile ilgilidir. Kendisinden istenen Rab, nail olmada hakikattir. İstemek, perdelenmişlerdeki gaihlerin vicdanına (gaihlerin zamirine) meyleden nur üzere olur. Çoğulla tekit, çatlak yüzündendir. Bir harf, haberleri ispat etmek için eşyayı aşar. Eksik olanın oluşu (kevn) yoktur. Ayn, vereni, vermeyeni, zararlıyı ve yararlıyı cem eden oluştur. Ameller hallerin sonuçlarıdır. Uygulamayı emretme, kazanın geçerli kılınmasıdır. Bitişme harfi, ahengin varlığı içindir. Emredilen aldan-mıştır. Yüz çevirme, arazlar ve itiraz içindir. Ortaklık, ortaklık akdidir. Birden söz ederken kinaye olarak çoğul kullanmak şahid olana gösterilen saygının ifadesidir, yeterlilik himayeden gelir. Görünen alay düşmanın zehiridir. Menfaatlerin eşyaya sirayet etmesi ilahların eşit şekilde taşınmalarının sebebidir. Bilinene yeniden dönmek, zayıf düşürücü bir beladır. Gayretten daralma, hayretin kapısıdır. Rabbi överek teşbih etmek, Rabbin makamının delilidir. Delil,
ulaşmanın aracıdır. Ölümün gelmesi, kaçırılan şeylere hasret duymaktır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Üçüncü babın ruhaniyetiyle ilgilidir. Haşir (toplanma) beşer içindir. Ahiretin (yeniden dirilişin) inkarı bozgundur. Açığı bilmemek, gizli olanı bilmemenin işaretidir. Şeytanlar, cimrilerin sultanlarıdır. Eziyet, sınanmanın bir parçasıdır. Bineğin üzerine oturmak, naibliğin alametidir. Ayırmak, tahkikin gösterilmesi içindir. Varit olmak, aktetmenin aksidir. Cim, cimin aynısıdır. Bir şeye mühlet atfedilmesi, illetin kendisidir.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Dördüncü babın ruhaniyetiyle ilgilidir. Sema, istivadan aşağıdır. Arz, iniş tabakalarıdır. Hak hakka dercedilmiştir. Tekit harfi, dağılmanın alametidir. Rızık ve cennet, minnetin iki kapısıdır; onları min-netsiz açmıştır; birinin şartı amel etmek, öbürünün şartı da kendini zapt etmektir. Rızık konuşmanın sebebidir.

BEŞİNCİ BÖLÜM
Beşinci babın ruhaniyetiyle ilgilidir. Doğularda ve batılarda mezhepler (gidilecek yollar) elde edilir. Basiretlerin doğusu nurların doğuşudur. Basiretlerin batısı varlığın sırlarıdır. Akılların doğuşları nakillerin doğularıdır. Akılların batıları medlulün sırrıdır.

Nefislerin doğusu türleşmenin doğuşudur. Nefislerin batısı kutsiyet huzurudur. Ruhların doğusu izahın parıldayışıdır. Ruhların batısı rüzgarların nefesleridir. Sırların doğusu zuhur etmenin parıldayışıdır. Sırların batısı açıklığın müşahede edilmesidir. Değişme yüklemenin kanıtıdır. Kudret sahibi oluşun etkinliğinin önüne geçilmez. Çünkü varlıklar Hak ile irtibatlıdır. Kitap sona erdi.
Allah'a hamdolsun ve lütuf O'nundur.

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.