İbni Arabi Risaleleri: KİTABU’L MİM ve’l VAV ven’NUN
KİTABU’L MİM ve’l VAV ven’NUN
MİM ve VAV ve NUN KİTABI
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
MİM ve VAV ve NUN KİTABI
Bismillahirrahmanirrahim
Değiştirme ve Kuvvet Allah'tandır.
Bilinmezlikleri açan, sadrları/göğüsleri genişleten, çeşitli icaz yöntemleriyle kökleri göğüslere doğru büken, vurud anında türlü marifetleri akıllara bağışlayan, onları göğüslere yerleştiren, maruf ehline isimlerin hususiyetlerini ve harflerin özelliklerini has kılan. Harfleri ümmetlerden bir ümmet kılan, onların içlerine zatlarının üzerini örttüğü hikmetleri yerleştiren, ilgi ve önemlere bağlı olarak Kaf, Şin ve Gayn gibi bu harflerin terkip ya da birey halinde bu hikmetleri yansıtmalarını sağlayan Allah'a hamdol-sun. Yukarıda zikrettiğimiz bu harfler müfret olmalarına karşın bir cümleden anlaşılacak anlamları ifade etmektedirler. Ruhani yükseliş mertebelerinin ve de zülmani çıkış mertebelerinin, bir de rakamsal derece ve mertebelerinin tabiatının hakikati çerçevesinde beliren hikmetler uyarınca bu harfler değişik örneklerle vaz edilmişlerdir. Bütün bunlar üstün iradeli ve her şeyi bilen Allah'ın takdiriyle olmaktadır.
Bu harfler içinde varlık olarak en parlakları,
belirginlikleri itibariyle en büyükleri "mim", "vav" ve "nun" harfleridir. Bunların
kökleri illet harfleri aracılığıyla (arada illet harfi olacak şekilde) başlarına dönüktür. Ki "ol" gücüyle
desteklenmişlerdir. Budan maksat da olması kaçınılmaz olanın olmasıdır. İllet harflerinden biri
"vav" harfinin ortasındaki "eliftir. Elif harfi cömertliğin hazır oluşunu zorunlu olarak ifade eder ve bu cömertliğin,
saklanmış olmasa bile bilinen bir ölçü dahilinde indiğini vurgular. Biri de
"nun" harfini telafuz ettiğin zaman makabli mazmum olan "vav"dir. Bu "vav"
gözlem yapabilen bir kavim için ruhani illetlere delalet eder. Bir diğeri de "mim" harfini telafuz
ettiğin zaman, makabli meksur olan "ya" harfidir. Bu harf de düşünen bir kavim için cis-mani
illetlere delalet eder.
Allah'ın salat ve selamı efendimiz Muhammed'in ve
ehlibeytinin üzerine olsun, kalemin tafsil ettiği ve "nun"un kapsadığı
anlamlar sayısınca selam onlara.
İmdi... Burası şerefli bir menzildir. Varlığa ilişkin ilahi
marifetleri "mim", "vav" ve "nun" sahnelerine uygun olarak sana sunmaktadır. Bu harflerin
başları aynı zamanda sonlarıdır. Diğer bir ifadeyle baş ve son diye bir şey yoktur. Allah
sizi muvaffak kılsın, biliniz ki, harfler Allah'ın sırlarından bir sırrı temsil ediyorlar. Bunları
bilmek, Allah katında bulunan gizli ilimlerin en şereflisine sahib olmak demektir. Bu, Nebi ve
Veliler gibi tertemiz kalblere sahib kimselere has kılınmış saklı ilimdir. Hakim Tirmizi bu
ilme "velilerin ilmi" adını verir.
Biz de bu bağlamda bazı konuları ele aldık. Bunlardan biri
"Fethu'l-mekkî" adlı eserde yer
verdiğimiz detaylı bir babdır.
Bir diğeri "Fethu'lfasi" de yer verdiğimiz özet
bir babdır. Buna "hece harflerinin kapsadığı olağanüstü anlam ve işaretlerin kaynakları ve
gayeleri" adını verdik.
Biri de kaleme aldığımız özet mahiyetinde bir kitaptır ki,
burada Kur'an'daki bazı surelerin başlarında yer alan ve anlamı bilinmeyen huruf-ı
mukattaa (birbirinden kopuk harfler)yı ele aldık. Bunların bir kısmı tekrarlarıyla
birlikte yetmiş küsurdur, geride kalanı da tekrarlanmamış on dört harftir. Ve toplam yirmi dokuz
surenin başında yer alırlar. Biz de bu ilahi yönteme göre Kur'an'ı tefsir etmeye çalıştık.
Bir kısmı da, burada gördüğünüz gibi kısa kitaplardır. Şunu
bilin ki, harfleri bilmek isimleri bilmekten önce gelir. Çünkü tekil mürekkepten
önceliklidir. Mürekkebin sonucunu bilmek için öncelikle bu mürekkebin terkibini oluşturan
tekillerin sonuçlarını bilmek lazım gelir.
Bizim ashap arasında bu meselede zahirle ilgili ihtilaflar
vardır; gerçek bir ihtilaf değildir bu. Sadece şunu söyleyebiliriz: Biri bir takım
sahnelere tanık olurken bir başkası bunları tanık olamamış ve başka sahnelere tanıklık etmede de
ona ortak olmuştur. Yani biri daha genel biri de daha özel bir alana tanıklık
etmiştir.
Nefyi savunan muhalif, bu tutumunu sadece tanık olduğu
sahneyle sınırlı tutsa, insaf etmiş olur. Ancak onu bu tutumu sergilemeye iten etken, var
etme olayında ilahi huzuru, harflerin terkibinden ibaret âlemle irtibatlandırmasıdır. Ki
bu terkip "ol" sözüdür. Çünkü "ol" sözünde iki harf kullanılmıştır, bir harf değil. Doğrusunu
Allah herkesten daha iyi bilir, ama onları bu yanlış tutuma sürükleyen husus bu olsa gerektir.
Şunu bilmelidirler ki, tekil birin zatında bir özelliği
vardır ve tekiller bir terkibin içinde yer aldıkları zaman bu terkibe, o terkipte yer alan
tekillerde bizzat ayniyle bulunmayan bir özellik verirler ve bu aynı zamanda terkipte yer alan
tekillerin de özelliği olur. Ne var ki, bizim ashabımız bunun farkına varamadılar. Çünkü bu terkibin
özelliği olmakla birlikte tekil bir anlamdır.
Aynı şekilde bütün neticeler de ancak tekillikten olurlar.
Mantıkçıların üç önermeden oluşan ilk iki öncüllerini görmediniz mi? İlk iki öncülde
yer alan önerme tekrarlandığı için dört önerme olarak belirginleşirler, oysa üç önermeden
ibarettirler. Eğer, ilk iki öncüle bireylik anlamını kazandıran bu tekrarlanan bir olmasaydı,
hiçbir sonuç kesinlikle sahih olmazdı.
Aynı şekilde aralarında ferdilik/teklik ifade eden cinsel
birleşme hareketi olmasaydı erkek ve dişiden de kesinlikle bir sonuç, bir ürün çıkmazdı.
Bu nedenle sayılar bilimiyle uğraşanlar, fertlerin ilki üç
sayısıdır, demişlerdir. Çünkü teklikle eşya zuhur etmiştir. Eşya, her bakımdan ve her
yönden bir olan Allah'tan zuhur etmiştir. Birleyenin zuhuru ile birlikte üç açıdan sadır
olmuştur. Bu, bütün sonuçların, üremelerin aslıdır. Bu üç açı, zatın olması, güç yetirenin
olması ve yönelişin olmasıdır. Bu üç yönle aynler zuhur etmiştir. Bu işaretler üzerinde düşün,
inşallah sana yararlı olacaktır.
Şimdi biz konumuza dönelim.
Diyoruz ki: Hangi açıdan olursa olsun harflerin üç mertebesi
vardır. Bunlar; Düşünsel harfler. Lafzi harfler ve Yazılı harflerdir.
Yazılı harfler, konuluşları itibariyle iki mertebede
olurlar. Birinci vaziyet, müfrettir: Elif, ba, te, se...harfleri gibi. İkinci vaziyet ikili harflerdir:
Eba. Cad.(Eb ced) gibi. Müfret vaziyetteki bazı harfler mürekkeptir: Lamelif gibi. Geride
menzil sayısınca yirmi sekiz harf kaldı. Bize göre elif bir harf değildir.
Cabir b. Hayyan'a göre elif bir harfin yarısıdır, diğer
yarısı da hemze'dir. Dolayısıyla elif ve hemze birlikte bir harf oluşturmaktadır. Bu kitabın
dışında bir çok yerde bu konuyu ayrıntılı olarak açıkladık.
Bu harflerin neredeyse sayılmayacak kadar çok yönleri
vardır. Her yönünde bir işe özgülüğü söz konusudur ve bu iş olmadıkça bu hususiyet
belirginleşmez.
Sonra bu harfler, arap ıstılahında yazılı olarak ve de
üzerinde durduğumuz bazı kalemler açısından müfret olsalar da bazısı bazısından
mürekkeptir. Bazı özellikleri itibariyle "ya" harfi gibi. Çünkü "ya"
harfi bir özelliği itibariyle "zal"dir. Bu da her noktanın iki noktayla ifade edilmesinden anlaşılmaktadır. Aynı şekilde
lam harfi elif ve nun'dan mürekkeptir. Nun harfi de za ve ra harflerinden mürekkeptir.
Bu yüzden lam harfinde elif ve nun'un kuvveti vardır ve bu kuvvet onun özelliğine
eklenmiştir. Yine nun harfinde de za ve ra harflerinin kuvveti vardır.
Aynı durum harflerin mahreçleri açısından da geçerlidir.
Çünkü nefes göğüsten ağza doğru bir seyir izleyerek dışarı çıkar, bu hareketi
esnasında mahreçlerde kesintiye uğrar ve işitme duyusu açısından birbirinden tamamen ayrı olan
zatlara mahiyetlere sahip harfler belirginleşir. Dolayısıyla ilk olan göğüs harfidir.
Sonuncusu da dudak harfidir. Göğüsten çıkan harf, sadece kendisine özellik verir. Asıl olan odur.
Onun dışında kalan ve sonuncusunu vav harfinin oluşturduğu dudak harfleri ise onun karşısında
yer alırlar. Bu bakımdan vav'da bütün harflerin özellikleri ve kuvvetleri
vardır. Çünkü nefes bütün harflerin mahreçlerini aşmadıkça vav harfini ortaya
çıkarmaz. Böylece vav harfinde
bütün harflerin kuvveti meydana gelir. Bizim sözünü
etmediğimiz diğer harfleri de bu şekilde ele alabilirsin.
Yazılı harflerin her biri, ilk, son ve orta olabilir.
Mertebelerin çeşitlenmesiyle birlikte özellikleri de çeşitlenir.
Bu, İmam Cafer es-Sadık'ın (r.a.) ve başkalarının izlediği
yoldur. İmam Sadık, hayvanların suretlerini ve şekilleri ele alır harfleri de onların
üzerine koyardı. Biz, hayvanların suretlerini kabul etmiyoruz, sadece şekilleri
kabul ediyoruz. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama bu hususta İmam Sadık adına
yalan uydurulduğunu, imamın hayvanları tasvir ettiği veya tasvir edilmesini emrettiği
şeklinde bir iftira atıldığını sanıyorum.
Ancak, imam'ın (r.a.) böyle bir şeye dikkat çekip
talebelerinden birinin onun bilgisi dışında hayvanları tasvir ettiği gibi bir durum söz konusu
olabilir. Onun makamına ve mertebesine yakışan da budur. Çünkü o, dilinden günah sadır
olmaktan yücedir. Bana gelince, bu yöntemin bazı güzellikleri olsa da beni bunu
savunmuyorum. O halde soyu ve ilmi bakımından seçkin olan bu ulu seyyid böyle bir hatadan
beri olmak bakımından çok daha önceliklidir.
Öte yandan harflerin kendilerine özgü özellikleri olmakla
birlikte, bazılarının özellikleri diğer bazılarından çok daha fazladır. Örneğin kendilerinden
sonraki harflere bitişen, ama kendilerinden önceki harflerle bitişmeyen arap alfabesindeki
harfler, dal, zal, ra, za, vav ve elif gibi bitişebilen harflere benzemezler. Yine mim'in ve
vav'ın başı gibi feleği andıran harfler, nun gibi zuhur ettiği feleğe benzeyen bir harfe
özellik bakımından benzemezler.
Dolayısıyla her harf sınıfı ve mertebesinin bazı
üstünlükleri ve kendilerine özgü işlevleri vardır. Bir harf başka bir harfe bir çok açıdan benzer.
Bazen ya ve ba harflerinde olduğu gibi suret olarak benzer, özellikle onları diğer harflerden
ayırıcı alametleri olan noktaları kaldırdığımız zaman. Bazen de zeminlerinin sayısı bakımından
birbirlerine benzerler, ayn-gayn, sin-şin gibi. Ya da elif-za ve lam ya da nun-sad ve dat
gibi. Diğer harfler de bu hakikat itibariyle burada örnek verdiğimiz harfler gibi
birbirlerine benzerler. Bu harfler ele alındığı zaman her biri işlevi itibariyle arkadaşına naiblik
eder. Örneğin sin sine, ayn da gayn'e naiblik eder. Aynı durum bu harflerin her biri için
geçerlidir. Buna dikkat çekmemizin nedeni şudur: Bir harf kullanımda öyle bir anlam
ve açıklama verir ki, zemin
olarak ona benzeyen harfin onun zıddı bir anlam ve açıklama
verdiğini görürsün. Bu harfi ona bedel yaptığın zaman işlevi itibariyle başarı elde
edersin. Ha ve vav harfleri gibi.
Çünkü zeminleri ve felekleri sayı olarak birdir. Ayrıca bir
şekil vav harfi suretinde olabilir, aslında "barid" (soğuk) kelimesidir. Soğuk ise
eşyada yavaşlığa yol açan bir durumdur.
Sen ise hızı seversin. Bu durumda onun yerine
"ha"yı alırsın. Ha ise sıcak bir harftir. Ya da "ti", "mim", "fa" veya
"zal" harfini alırsın.
Harflerin sırlarının mertebelerinden biri, bazı dillerde
harflerin sonlarının başları gibi olmasıdır. Bizim dilimiz olan arapça da Mim, Vav ve Nun
harflerini buna örnek verebiliriz. Bu kavmin mertebelerinden biri değildir, harflerin
mahreçlerinin mertebelerinden biridir. Bu harflerin sırlarına dair bu açıklamamızda İbni Meserre
el-Cili ve başkalarının yöntemini esas aldık. Harflerin özellikleriyle ilgili değil.
Çünkü şeylerin özellikleriyle konuşulduğu zaman, çoğu kere bu sözlerin sahibi suçlanır
veya yalanlanır.
Bu tür sözler sarf eden bir kimsenin dini itibariyle
suçlanmasına gelince; bu kimse keşif ve vahdet-i vücut ehli ise büyücülerin ve zındıkların
kategorisine konur ve bazen tekfir edilir. Oysa bu kimse harflerin sırları ile ilgili
olarak konuşmaktadır ve bu sırları harflerin mevcudiyetlerine Allah koymuştur ve bu
varlıklarını bu sırların emanetçileri kılmıştır. İnsanlar ise onu, harflerle yaptığı fiilleri
nispet ederek ele alırlar ve bu yüzden de onu tekfir ederler. Hiç kuşkusuz Allah katında
günahkardırlar. Çünkü detaylı gözlem yapmak suretiyle bizim hakkımızı eda etmemişlerdir. Onlara
düşen iyi bir gözlemdi oysa.
Konuyu da iyice irdelemedikleri ortadadır. İşte tekfir
etmeleri bundan kaynaklanıyor. Yalanlamalarına gelince; hiç kuşkusuz bu gibi şeyleri
deneyenlerin terkiplerin suretlerini, vakitlerini ve kalemlerini ve daha başka
hususları bilmeleri gerekir. Bunlardan en ufak bir husus ne zaman eksik olursa, işi yapan kimsenin
belli bir amaca yönelik olarak sergilediği amel iptal olur. Ama o, terkipte bir hata
ettiğini veya iyi bir terkip yapmadığını söyler. Aslında kendini temize çıkarıyor ve demek istiyor
ki: Falan kişi yalan söylüyor, çünkü onun dediğini denedim, ama bir etkisini görmedim... şu
halde ameli ilimler hususunda sessiz kalmak bizim tarikatımıza mensub kimseler
için çok daha iyidir. Hatta bu ilimleri havas ve avara herkesin anlayabileceği şekilde ulu
orta açıklamak haramdır. Çünkü bozguncular bunları öğrendiklerinde bozguncu amaçları için
kullanmaktan geri durmayacaklardır. Şayet biz bunları kitaplarımızda ele
alıyorsak, amacımız ashabımıza bazı işaretler vermektir. Çünkü bu işaretleri onlardan başka
kimsenin anlamayacağından eminiz. Onlardan olmayan birinin bu ilimlerin künhüne
ulaşması mümkün değildir. Benim için dinim sahih olduktan sonra onların beni yalanlamalarına
aldırmam. Allah'a hamdolsun.
Vav çok şerefli bir harftir. Birçok yönü ve gayet üstün
kaynakları vardır. Tam sayıların ilkidir. Çünkü altı sayısı değerindedir. Cüzleri de kendisi
gibidir, cüzleri derken yarısını, yani üçü, üçte ikisini, yani ikiyi, altıda birini yani biri
kast ediyoruz. Altıda biri, üçte birle ve yarıyla topladığın zaman tam sayıyı elde edersin. Harf
ehline göre vav harfi, pisagorcular ve onların düşüncesini benimseyen sayı ehline göre altı
sayısının verdiği anlam ve işlevi verir. Vav harfi iki harften, yani ba ve cim harflerinden
doğmuştur. Geri kalan ikili veya müfret yazılı harflerin varlıkları da öyle.
Cim, ferdani makamların ilkidir. Ba'yı cim'le çarptığın
zaman vav çıkar, dolayısıyla vav, bu miktarda anne ve babasının kuvvetine ve mizacına da
sahiptir. Vav harfi altı sayısının işlevini gördüğü gibi iki ve üçün de kuvvetine
sahiptir. Özellikle kendi hususiyetini de korur. Bu yüzden hüviyette (o'luk-ta/kimlikte) bulunur.
Hüviyet ise gaybm korunmasıdır ve ebediyen ortaya çıkmaz. Bu nedenle vav harfi bu açıdan
bütün harflerden daha güçlüdür. Ha harfi hariç. Çünkü ha harfi hem kendini hem de
başkasını korur. Vav ise sadece kendini korur. Ha ve vav harfleri huve (o)nin
aynısıdır ve buna hüviyet denir. Ha harfinin koruduğu başkası ise kevn'nin kafidir. Kevn ise
"kun=ol"un gölgesidir. Çünkü "kun=ol" zattır ve kevn=varlık da O'nun
gölgesidir. Çünkü ilahi zatın nuru "ol"un zatıyla çarpıldığı zaman gölgesi uzar ve bu da kevnin aynıdır.
Dolayısıyla Hak taala ile kevn arasında "kun=ol" perdesi vardır. "Kun"
ifadesinde kaf harfi nun harfiyle irtibatlandırılmış, çünkü nun harfinin sayısal değeri ellidir ve ellinin onda
biri ha'dır. Elli namazın derecesini koruyan beş vakit namaz gibi. Nitekim Buhari'de şöyle
deniyor: "Namazlar beştir ve elli namaz değerindedir. Benim katımda söz değiştirilmez."
Bu açıdan beş ellinin aynısıdır.
Kaf harfinin ha harfi korur, ama "kun=ol" sözünde
ha harfi yok olmuş, onun yerine nun harfine dayanmıştır. Böylece nun ha olmuştur. Yani
ha'nın varlığı nun ile korunurken "kun" daki bu koruma sayesinde kevn de
adem(yokluk)den korunmuştur. Çünkü "kun" bir şeyi, varlıktan yokluğa çıkarmaz, böyle bir şey onun zatıyla
çelişir. Zatının hakikatinden dolayı var eder, hiçbir zaman yok etmez. Dolayısıyla
varlıklar yok edildikleri zaman, bu, bizim bildiğimiz bu yöntemle olmayacaktır. Ki biz bu hususu
yeri geldikçe açıkladık.
Sonra "vav" harfi "ha" ile gerçekleştiği
için, "ha"nm şekillerinden bir türünün suretinde vücut bulur, "ha" harfine bitişmesi veya
bitişmemesi fark etmez. Eğer "ha" harfine bitişmemişse şekli "..."olur. Bu, dönüştürülmüş
"vav"dır. Ya da şu şekilde olur: "...." Ve şöyle olur: "...." Bu şekil "vav"
harfinin başıdır. Ne şekilde olursa olsun "vav" suretinden kurtulamaz. Nasıl kurtulsun ki, aradaki münasebet doğal
olarak beş şekli ihtiva eder ve bu beş şekilden başkası da sahih olmaz.
Eğer bitişik olursa "ha" iki şekilde belirir ve
"vav" da her iki şekilde mevcut olur. Şekil de şöyle olur: "..." "vav"ı bu şekilde
görebilirsin. Bu şekilde olduğu zaman "vav"ı içinde dönüşmüş görürsün, öncekinde ise doğrudur.
Bunların tümü ruhani boyutun yukarı tarafla olan
münasebetinin gücünün kanıtıdır ve bizim yanımızda da "vav" bunun delilidir. İmam
Ebu'l Kasım el-Kıssi "Hal'u'n-Na'leyn" adlı eserinde buna işaret etmiştir. Dolayısıyla "vav"m
sırlarına vakıf olan birine yüce ruhaniyetler üzere inerler ve bu inişler büyük bir onurdur.
Bu bizim için içimizdeki suretin de delilidir. Ki bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Allah, Ademi kendi sureti üzere yarattı." İkisinin arasında teklik hicabı vardır ve bu tekliği
"elif" temsil etmektedir. Böylece kevnin (oluş) ayni mükevvin (olduran, yaratan)'in suretinde
zuhur etti. Olan ile olduran arasındaki perde de erişilmez izzet ve büyük ahadiyettir.
Böylece zatlar birbirinden ayrışmıştır.
Eğer kevne (evrene) suret açısından bakarsan
"yokluktur" dersin. Çünkü suret "O"dur. Ama zatı açısından bakarsan
"varlıktır" dersin. İki "vav" arasındaki fasılayı, yani "elif" bilmediğin sürece bunu bilemezsin.
"Elif" sana, bunun bu olmadığını öğretir, "vav" suretinin telafuzü "vav" şeklindedir. Bu suretin
ilk "vav"ı hüviyet (o'luk) vav'ıdır ve "ha" onun içine dercedilmiştir, beşin altının içinde olması gibi. Altı
zuhur ettiği için beşin telafuz edilmesine ihtiyaç kalmamıştır. Diğer "vav" varlık
vav'ıdır. Böylece "vav" hem varlıkta hem var edicide zuhur etmiştir, var edici vav'a hüviyet vav'ı da
diyebilirsin. Sonra hüviyet ile kevn arasındaki vasıtada da onu görüyoruz. O da gaybi olarak
"kun" da yer alır. Buradaki vav harfi emir sigasından dolayı kaybolmuştur. Çünkü vav
emir sırasında zuhur etseydi, kevn zuhur edemezdi. Çünkü "O"yu gözlemleme gücüne
sahip değildir. Bu takdirde
"O"nun hakikati zail olurdu. Bunun nedeni de
"O"nun bizzat gözlemlemekle çelişmesidir. "O" mutlak gaybdir.
"Vav" illet harfi olarak kaldığı sürece hareke
almadığı için hep sakin/hareketsiz olur. Emir sigası gereği "nun" da sakin olur. İki
sakin/nareketsiz harfin bir araya gelmesinden dolayı "vav" kaybolur. Çünkü iki sakin harfin bir
arada olması sahih değildir. Dolayısıyla kevnin zuhurundan dolayı sükun makamında gaip olur.
"nun" da kendisinden gaip olduğu için aralarında bir vasıta olmaması nedeniyle kendisi de
gaibde olur.
Mukevvin (olduran) kelimesinin başındaki "mim"
harfi, kelimenin asıl harflerinden olmayıp zaittir, dolayısıyla kalıcılığı olmayan bir arazdır,
"kun" kelimesinde "vav"ın kaybolması da, sakin oluştan dolayı ortaya çıkan arızi bir
durumdur. Nitekim çoğul sigasına geçildiğinde sakinlik/hareketsizlik ortadan kalkar, o zaman
"kunu"denir ve bir suret, arazın ortadan kalkmasıyla üç yerde zuhur eder. Böylece
mukevven'in aynı "kun"un aynı, kevn'in aynıdır, kevn, kevene, kuvvine veya dilersen
mukevven de diyebilirsin.
Mukevvin'de olduğu gibi burada da (mukevven) "mim"
harfi zaittir. Marifetullahın inceliklerine yönelik bu işaretleri, ilahi sırlar açısından iyice tahkik
et. Ki her açıdan bu sırlara delalet etmektedirler. Şu sirayetin olağanüstülüğüne bakın.
Bu bab çerçevesinde ele alınması gereken daha bir çok boyutunun olduğunu da bu arada
belirtelim.
"Nun" harfine gelince, "vav" harfi,
ikisinin/iki nun'un (nun-vav-nun) arasında bir perde işlevini görür. "Nun" harfi yazıldığı zaman,
sadece yarım daire gibi zuhur eder, tıpkı geminin görünen kısmı gibi. Ya da yaratılışın görünen kısmı
gibi. Çünkü âlemin yaratılışı küreseldir. Kürenin yarısı maddidir, görünürdür, diğer
yarısı ise gaibdir. Yine geminin de küresel biçiminin yarısı her zaman açıktır, diğer yarısı ise
daima hislerden gaibdir. Bu gaib yarıyı idrak etmeyisimizin illeti, yeryüzünde olmamızdır.
Çünkü yer bu gaib kısım üzerine serilmiş bir perdedir, bu yüzden idrak edemiyoruz. Aynı
şekilde tabiat âlemi ve karanlıkları olarak zuhur eden yaratılış da öyle, yaratılış küresinin
diğer yarısını oluşturan ruhlar âlemini idrak etmemiz perdelenmiştir, bu âlemin ancak
eserlerini görebiliriz.
Dolayısıyla "kun" kelimesinde zahir olan
"nun"dan maddi varlıklar zuhur etmiştir, diğer yarısı ise gaibdir ve bu zahir yarıya göre takdir
edilmiştir, bundan da ruhani varlıklar ortaya çıkmışlardır.
Şu halde cismani bir, fehvaniden zuhur ederken, ruhani ise
fehvaninin anlamından zuhur etmiştir. "Vav" zatın ruhaniyetidir;
bağışları bir yarısından alır, diğer cismani yarısına ilka eder. Bu ruhaniye-tinden dolayı "vav" ruhani
"nun'la bitişmiştir, cismani "nun"la değil.
Dolayısıyla "vav"m bağışları ruhani nun'dan alması
birleşme ve sarmaş dolaş olma, aşk mahiyetinde bir almadır. Cismani nun'a ilka etmesi ise
tebliğ, ulaştırma, duyurma mahiyetinde bir ilkadır. Bu yüzden bizim nazarımızda pek az
karışıklık arzeder. Birleşme şekli şöyledir: "..." işte bu Cebraili makamdır;
burada bağışları ayrıntısız, tafsilatsız mücmel olarak alır, bunları "vav" tafsil eder.
"Vav" ise ilka esnasında yazı âleminin kalemidir. Bu diğer nun onun için bir tür levh işlevini görür. Çünkü
işler, olgular bunun yanında bil kuva, ilim ve nun olması hasebiyle tafsil edilir. Bu bakımdan bu
levh, kendisini gören biri açısından icmali bir surettir, ona bakan biri ötesinde ne
olduğunu, ne taşıdığını bilemez, ta ki tercüman, yani, diğer bir ifadeyle kalemlerin kalemi
gönderilinceye kadar. Bu tercüman, muhatabın işitme levhine, kendi nun'unda mücmel olan şeyleri
satır satır yazıya döker.
Böylece dinleyici kendisinin yanında olan bazı şeyleri,
yazıldığı kadarıyla öğrenir. Eğer dinleyenler himmetlerin ilka edileceği makama yükselirlerse,
o makamda himmetler kalemler ve ruhani vav'lar olur. Böylece işitme duyularına
ruhani açıdan ilka gerçekleşir. O zaman sen bütün mücmel bilgileri ayrıntılı, tafsilatlı
olarak bilirsin. Üstelik arada zahiri bir vasıta olmadan: "Nezele bihi'r Ruhuleminu ala kalbike /
Onu ru-hu'lemin senin kalbine indirmiştir." (Şuara, 193) Bu cümlenin orijinalinin
rakamsal değeri, maddi oluşu hasebiyle elli, manevi oluşu hasebiyle de ellidir.
"Vav" rakamsal olarak altı değerindedir ve bu da
altı yöne tekabül eder. "Vav" aynı zamanda cisma-ni "nun"a, ölçüye ve şekle de
sahibdir. Böylece "nun" rakamsal olarakcismani ve ruhani açılardan toplam- yüz değerindedir. Yüz ilahi
ismin ismi olarak, şayet saadet ehli (said) ise, yüz cennet ve nimet derecesinin
ismidir. Şayet kişi bedbaht ehli (şaki) ise, yüz ilahi hicap olarak yüz cehennem ve azap
derekesini gösterir, "nun" ile ilgili bu kadar açıklama yeter. Çünkü konuyu etraflıca anlatmak,
iyice açmayı gerektirir, bunu açmak ise benim gücümü aşar. Çünkü nun büyük bir sırdır ve
cömertlik ve rahmet kapısıdır.
"Mim"e gelince, o Adem'e (a.s.) ve Hz. Muham-med'e
(s.a.v.) işaret eder. İkisinin arasındaki "ya"-mim-ya-mim-ise, ikisinin birbirine
vasıl olmasının sebebidir. Çünkü "ya" illet (sebeb) harfidir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.v.)
"ya" aracılığıyla Adem üzerinde ruhani olarak amel etmiştir. Bu amel neticesinde Adem'in ruhaniyeti
ve külli nefisten en son varlığa kadar evrende tedbir edilen her şeyin ruhaniyeti
doğmuştur. Bu insani ruhtur da.
"Adem henüz su ve balçık arası bir varlık iken ben
Nebiydim" Ademde Hz. Muhammed (s.a.v.) üzerinde "ya" vasıtasıyla cismani olarak
amel etmiştir. Bu amelden âlemdeki bütün insanların ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) cisma-niyeti
doğmuştur. Bu bakımdan Adem, cismiyette Hz. Muhammed'in, bizim ve İsa'nın babasıdır. Hz.
Muhammed (s.a.v.) ise ruhaniyette Adem'in, bizim babamız ve İsa'nın dedesidir.
Çünkü İsa'nın babası, bedenlik makamında ve temsil âleminde ruhu'l Kudüstür. Ruhu'l Kudüs
ise ruh olması hasebiyle Hz. Muhammed'in (s.a.v.) oğludur. Dolayısıyla bu akıl almaz
sistem çerçevesinde Hz. Muhammed (s.a.v.) İsa'nın dedesidir. Eğer İsa'nın (a.s.)
bedenselliğine teveccüh etseydi, o zaman her nütfenin istiva etmesi gibi istiva etmiş, bürümüş
olmayacaktı. Bu teveccühle de
ona ruhaniyet verip, bizim olduğumuz gibi onun da babası
olacaktı.
Kaynaşma, kutsal suretle ve de şerefli mahalde gerçekleştiği
için, onu dede olarak nitelendirdik. Ki bedensel yaratılışına dikkat çekmiş
olalım. Ve İsa'nın, bizim gibi her açıdan Adem'den gelmediğini vurgulamış olalım. Gerçi Meryem
aracılığıyla Adem'in İsa'da bir payı vardır. Ayrıca ruhaniyetin de, temessül etmiş
bedenselliğinde payı vardır. Yani İsa (a.s.) bedenselliğin ve ruhaniyetin ortak ürünüdür. Ancak
ruhaniliği daha ağır basmıştır. Bu yüzden ölüleri diriltiyor, anadan doğma dilsiz kimseleri
iyileşti-rebiliyordu. Çünkü ruhani unsur onda, cismani unsurdan daha fazlaydı. Ayrıca doğası
itibariyle masumdu, başkaları gibi dışarıdan bir etkene ihtiyacı yoktu.
Sonra "Bismillahirrahmanirrahim"deki
"mim"in içindeki varlık da bizim bu anlattıklarımıza delalet etmektedir. Çünkü "bismi"
ifadesindeki "mim" Âdem'e işaret ediyor. Âdem isimlerin sahibidir (ona isimler öğretildi). Âdem'in
ismindeki med=uzatma, cisimler âleminin ondan uzanmasına, devam etmesine işaret etmektedir:
"Halekakum min nefsin vahide-tin I Sizi bir tek nefisten yarattık." (Nisa,l)
Nitekim Havva, Adem'den yaratılmıştır.
Eğer başka bir şeyden yaratılmış olsaydı, insanların cismani
olarak bir tek nefisten yaratılmış olmaları gerçekleşmiş olmayacaktı.
Rahim ifadesindeki "mim" Hz. Muhammed'e (s.a.v.) işaret
eder. Çünkü Rahmet sahibi O'dur. "Bi'l mu'minine raufun rahimun /
Müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 128) Bu, iman rahmetidir. "Ve ma ersalnake illa
rahmeten li'l âlemin / Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 107)
Bu da var etme rahmetidir.
Dolayısıyla onda mevcut olan med=uzatma, ruhlar âleminin
ondan istimdad etmesi, uzanıp ortaya çıkması demektir. Bu yüzden cisimler âleminde kıyam
etmesi en sonunda olmuştur ve Adem'in cisimler âleminde kıyam etmesi daha önce
gerçekleşmiştir. Bu yüzden, "bismülahirrahmanirrahim", biri cismani açıdan, biri de ruhani açıdan söylenmiştir.
Nitekim yarın kendisi için yer yarılıp ortaya çıkarılacak ilk kişi
Hz. Muhammed'dir. Böylece cismani yerden onun ruha-niyeti ortaya çıkacaktır. Üzerine hilat
giydirilerek yakınlaştırılacaktır.
Bu "mim"in, sadece bu makamla ilgili olmamak üzere
daha bir çok sırrı vardır. "Nun" harfinde olduğu gibi bunları açıklama gereğini duymadık. İki
mim'e bitişik-mim-ya-mim- "ya" harfine gelince, bunlara bitişmesinin nedeni,
illet harfi olmasıdır: "İnnema ene beşerun mislukum / Ben ancak sizin gibi bir beşerim." (Kehf,
110) Böylece bu açıdan bizimle onun arasında bir bağ kurulmuştur. Bu nedenle "ya"
harfi her iki "mim"le de bitişmiştir. Ama ruh açısından böyle değildir.
Nitekim bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Be'ase
fi'l ummiyyine rasulen minhum / Ümmi-lere içlerinden, bir Rasul gönderen
Odur." (Cuma, 2) "Lekad caekum rasulun min enfusikum /Andolsun size kendinizden bir Rasul
gelmiştir." (Tevbe, 128) "Ennebiyyu evla bi'l mu'minine min enfusihim / Nebî,
müminlere kendi nefislerinden daha yakındır." (Ahzab,6) Bu ayetlerin tümü, bizimle
Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) arasındaki bağa işaret etmektedir. Bu nedenle
"mim" harfinin yazılışında "ya" iki "mim"i birbirine bağlamıştır ve bu yüzden "nun" harfinin
yazılışında "vav" ilk "nun"la bitişirken sondaki "nun"la bitişmemiştir. Bunun nedenine
yukarıda işaret ettik. Yine bu nedenle "vav" harfinin yazılışında "elif" her iki
"vav"la da bitişmemiştir. Bu hükmü iyice tahkik et. Bu konuyu açıklarken güttüğümüz amaç gerçekleşti.
Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Sa-lât ve selam efendimiz Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun.
O'nun yardımıyla son buldu.
Hiç yorum yok