NEYE İNANMAK?



Göğsüme dayalı çeneme, ve birbirine kenedli iki elime abanmış, ayaklarımın dibinde bir portakal kadar küçülen dünyayı seyrederken, Tanrıkulunun sesi yetişti:

- İnanmak demiştik, değil mi? İnanmak, iman... Ve İnanmanın esası, iç yüzü, hakikati, Allaha inanmak... Gerisi, hakikî inanmanın gölgeleri ve gölgelerin gölgeleri... İnanmak, ona İnanmak için yaratıldı. Allah, inanmayı, insanla kendi arasında bir açık kapı diye bırakmasaydı, münkir, sabahleyin aynada kıravatını bağlarken, gördüğü şeklin kendisi olduğuna bile inanamazdı.
İnanmanın ruhu, özü, cevheri, Allaha inanmak...

Tanrıkulu'nun gözlerinde, aydınlığın bile başını döndüren başka bir aydınlık:

- "Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir." Maddenin sür'ati bilmem ne kadara çıktığı zaman sıfıra iniyor; ziyanın şiddeti bilmem ne olunca, etraf kapkaranlık kesiliyor. "Allah, zuhurunun kemâlinden gaiptir." Ve bunu anlamak için insana, akıl değil, aklın üstünde bir şey lâzım... Sana, bu noktada, aklın unsurları ve usulleriyle gösterilmeğe değer hiçbir şey yok. "Hamurun lezzetini, çatal, kaşık ve bıçakla arayabilir misin?"  Halbuki hamurun, kitlesinden başlayarak göze görünür ve Ölçüye sığar her unsuru, onun lezzetini meydana getirmek ve bu lezzeti sımsıkı peçelemek, gizlemek içindir. Sana, bu noktada, aklın unsurları ve usulleriyle göstermeğe değer hiç birşey yok, dedim. İsteseydim, yine aklın unsurları ve usulleriyle aklı yıkarak, o harabenin altından ne çıkacağını gösterebilirdim. Ne diye iğneyle kuyu kazalım; dinamitle dağları tersine çevirmek mümkün olurken'?.. Dikkât et! Olduğu zaman, muhtaç olmadığı yegâne şey, ispattır. İman tam olduğu zaman ispat yoktur. Ortada, tek başına, her şeyden mücerret, bütün alâkalarından kesilmiş tek bir şey vardır: İman!..

O zamana kadar dizinden hiç kıpırdatmadığı elini hafifçe kaldırarak, başımın üstünde, küflü bir mangır kadar uzak ve küçük görünen semayı işaret etti:

- Kâinat hamurunun bütününe bakabilen göz, onun, çatala takılmaz, kaşığa konmaz, bıçağa gelmez bir lezzet taşıdığını ve bu lezzetin Allah'ı haber verdiğini bir hamlede kestirir.

Dudakları, bana duyurulmaya mahsus olmayan esrarlı hecelerle uzun uzun kıpırdadı, sonra sesi birdenbire meydana çıktı:

- Biz seninle, ötelerin değil, bu dünyanın hayatına bağlı düzen üzerinde dolaşacağız. Hedefimiz eseri kucaklamak; müessiri değil... Çünkü sana ve herkese senin ve herkesin vehmince bu dünya lâzım... Bu iş için de, eser adına müessiri tespit etmekten ötürü vazifemiz yok... Eğer insanın yaradılışındaki aslî ve hakikî memuriyete istekli olsaydın, o zaman eseri topyekûn bir yana bırakıp müessirin kapısına yol aramaya çıkardın. Biz de sana yolu gösterirdik. Sana "boynundan yukarısını, yâni kafanı kes ve arkamızdan gel" derdik.

Tırnaklarımla kavradığım yanaklarımda sıcak bir ıslaklık duydum. Tanrıkulu'nu dinlerken yüzümü kanatmış olabilir miydim? Tanrıkulu oralı değil:

- Bizim, dedi, boynumuzdan ötesi, yani kafamız yok! Biz onu çoktan kestik ve çöp tenekesine attık! Şimdi senin gibi bir dünya ehline, bu dünyanın, beyni ıstırap ve ihtilâç içinde son örneklerinden birisine, yine bu dünya çerçevesinde yol göstermek için, kesik kafamızı çöp tenekesinden çıkarıp boynumuza oturtuyor ve onunla konuşuyoruz. Kesik kafa diyor ki:

"Bu dünyanın ve bütün kâinatın merkezi Allah'tır. Ve benim bu işin hakikatinde, her işin tam ve mutlak hakikatinde olduğu gibi, bangır bangır iflâsa mahkûm olmaktan başka hiçbir çarem yok... Benim ismim akıldır; ve beni temsil eden meleğin, Allahın Sevgilisini (Sidre-tülmünteha)dan öteye geçirmeyip kanatlarının yanmıya başladığını görmesi ve: "artık yolum bitti; buradan ötesine seni aşk götürür" demesi gibi, nihaî varışım, kendi usûllerimle kendi kendimi yakmaktan başka bir şey olamaz. Benim bittiğim yerde, insanoğlunda başka bir akıl başlar; ve o akıl, beş hassenin dışında görür, koklar, tadar ve dokunur. Karanlıkta görmek, sessizlikte duymak, vücutsuzlukta koklamak, lezzetsizlikte tatmak; böylece maddenin ötesini maddeleştirmek, yalnız o aklın kârı... Onun, kalb diye, ruh diye, aşk diye bir takım isimleri var. Oysa, insanoğlunda, sadece Allahın tecelli merkezi...

Dâva, bütün dâva, topyekûn dâva; ben kendi kendime inanmazken, bana inanan insanların, yeryüzünde kurdukları şekilli ve şekilsiz bütün mimarilerde, benim sınırlarımla ötelerin sınırları arasındaki ahengi bir türlü tam olarak zaptedememelerinde... İnsanoğlu, yine benîm vasıtalarımla benim sırrımı çizmeden öteki akla yol bulmadan kuracağı şekilli ve şekilsiz mimarilerin kapısına Allah'ın tuğrasını basmadan, bir ana baba günü kadrosiyle birbirini çiğnediği bu çıkmaz sokakta kendisine yol bulamıyacaktır."

(1943)

Necip Fazıl Kısakürek
Hakim Kul'dan Dinlediklerim (Tanrıkulu'ndan Dinlediklerim

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.