ZAFER GÜNÜ: 5 ARALIK
ZAFER GÜNÜ: 5 ARALIK
Sebahattin Arslan
“Atıl saldır davran başar, yaşayanlar böyle yaşar
Ne zindandan ne ölümden, korkmadan Allah’a koşar”
Selim Gürselgil gönüldaşımızın daha sonra bu mısralarla başlayan şiirine de vesile olan şanlı 5 Aralık direnişi. Kimileri için takvimden alelade bir tarihken, müslümanlar içinse, inananların kendilerinden 10 kat fazla düşmanı yerleyeksan ettikleri zafer günü. Canı pahasına, kanı pahasına Şeriat kavgası verenlerin ve Allah için canını ortaya koyan yiğitlerin günü. Kumandan’ın “yeryüzünde hiçbir savaş Bedir'e yaklaşamaz, ama bugün Bedir’den izler var” diye nitelendirmesine sebeb olan kıyam günü...
O günü Bedir'le kıyaslamasının bir sebebi de, hiç şübhesiz, Bedir'de müşriklerin sayısının müslümanlardan kat be kat fazla oluşuna rağmen, Allahın yardım için yolladığı melekler sayesinde inananların bu harbten galib çıkmasıydı. Kezâ, Ergenekon'un tetikçi kimi askerleri, hadiseden sonra verdikleri ifadede, bizim için “sayıları 1000'e yakındı ve hepsi de yeşil sarık takmıştı” demişlerdi. Oysa sayımız sadece altmıştı ve aramızda yeşil sarıklı kimse de yoktu. Biz o ân bu manevî durumu fark edecek durumda değildik. Lâkin, Allah o gün bize yardımını esirgememişti. Bedir'deki durumun ne olduğunu idrak etmeye çalışmak bakımından, Hazret-i Ömer’den rivayet edilen şu hâli tekrar hatırlamak gerekir:
- “Bedir günü gelince Allah Resûlü, kendi arkadaşlarının 313, müşriklerin ise 1000 kişi kadar olduğunu görerek hemen kıbleye döndü, ellerini kaldırdı ve Rabbine yalvarmaya başladı: ‘Allahım, bana olan sözünü yerine getir, vaad ettiğini ver! Allahım eğer şu bir avuç müslümanı helâk edersen, yeryüzünde şirk koşmadan sana ibadet eden kimse kalmayacak!’ O, kıbleye dönük vaziyette ellerini her ân biraz daha semaya doğru uzatarak durmadan Rabbine yalvarıyordu; öyle ki sonunda abası omzundan sıyrılıp yere düştü, Ebu Bekir gelip abasını yerden alarak omzuna örttü, sonra onu kucakladı ve şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Elçisi! Artık yeter, O sana vaad ettiğini kesin olarak verecektir!”
Manevî anlamda Bedir zaferinin mânâsı anlaşılmadan, bu zaferi idrak etmek güç olur. Peki nasıl başladı bu zafer günü?.. İşte kendi gözümden, âcizane, eksiğiyle, yanlışıyla kuru hikâyesi:
Bu zafer günü, 5 Aralık 1999 Pazar günü sabah saatlerinde, cezaevi komutanının koğuşun mazgalına gelip arama olduğunu söylemesiyle başlıyor. Cezaevlerinde 15 günde yahut 1 ayda rutin aramalar olur. Biz bu aramalardan biri olduğunu düşünerek, önce mukabelede bulunmuyoruz. Meğerse Ergenekoncu yapılanma tarafından, aylar öncesinden bu aramanın provası yapılmış. Her birimizin resimleri operasyona katılacak askerlere ezberletilmiş. Üzerinde aylarca çalışılan operasyonun muhtevâsına göre, askerler arama bahanesiyle içeri girince, kendisine ezberletilen mahkumun etrafını saracak, derdest edip döve döve götüreceklermiş.
Ne delikanlılık ama: 1 müslümana 10 asker...
Hesabları buydu. Fakat bilmedikleri, her hesabın üstünde Allahın da bir hesabı olduğuydu. Âli İmran 54'de buyuruluyor ya: “Onlar tuzak kurdular. Hileye başvurdular. Allah da onların tuzaklarını boşa çıkardı. Şübhesiz, Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır”…
Asker koğuştan içeri girmeye başlıyor. Ancak anormal bir durum gözümüze çarpıyor. Şöyle ki, askerler “robokop” kıyafetleri giymiş, yâni tam teçhizatlı ve çatışma pozisyonundalar. Sayı olarak da her zamanki aramanın 10 katı asker var. Ayrıca, bir çok rütbeli subay görüyoruz. Meselâ, bir binbaşı ve 20'den fazla subay ve astsubay. Cezaevi aramalarında hiç rastgelinmeyen bir durum bu. Zira, cezaevi komutanının rütbesi en fazla yüzbaşı olur. Biz bu duruma itiraz edince, komutan bu durumun normal olduğunu söyleyerek, kendince bizi sakinleştirmeye çalışıyor.
Cezaevi komutanı, şu şekilde olacağını söylüyor aramanın: Biz bahçeye çıkacağız, asker koğuşu arayacak ve daha sonra tek tek üzerlerimizi arayarak bizi içeriye alacaklar.
Bize söylenen bu. Fakat aslında yapmak istedikleri ve günlerce üzerinde çalıştıkları operasyon ise başka: Biz bahçeye çıktıktan sonra, üzerimizi arayıp teker teker içeri alacaklar, o içeri aldıklarını da döve döve götürüp, farklı cezaevlerine sevk edecekler. Şayet işler plânladıkları gibi gitmezse, bu sefer de B plânlarını devreye sokacaklar. B planında, binbaşı elindeki düdüğü çalacak, bu düdüğün duyulmasıyla birlikte askerler hepimize saldırıp, İstanbul'un göbeğinde müslüman katliamı yapacaklar.
Devletin kolluk gücünün sözüne güvenip, hepimiz bahçeye çıkıyoruz. Ancak bu esnâda, “robokop” askerlerin koğuş tarafında çift sıra olduğu gözümüzden kaçmıyor. İçimize kuşku düşürüyor bu durum. Zira askerin çift sıra oluşu olağanüstü bir durumun habercisi ve cezaevi jargonundaki adı da “ölüm koridoru”. Bu koridora soktuğu mahkumu döve döve götürür çünkü asker.
Evet, olağanüstü bir durum olduğunu seziyoruz. Allahsız köpeklerin niyeti bozuk. Zaten asker de çok gergin. Bizleri “eli kanlı terör örgütü üyeleri” olarak tanıtmışlar onlara ve bize acımasınlar diye günlerce kara propagandamızı yapmışlar. Yine askerlerin seçimini yaparken, Alevi kökenli ve namaz kılmayan askerlerden olmasına özen göstermişler.
Dakikalar geçiyor ve gerginlik had safhaya ulaşıyor. Koğuşun avlusunda patlamaya hazır bir volkan kaynaşıyor sanki. Fırtına öncesi sessizliğin gerginliğini yaşıyor âdeta herkes. Bu gerginliğe daha fazla dayanamayan Binbaşı panikliyor ve “B plânı”nı devreye sokmak için düdüğü çalıyor. Bu düdükle birlikte, ellerindeki joplarla bize vurmaya başlıyor askerler. Peygamber ocağı olarak anılan ordu, şimdi ölüm olup müslümanların üzerine yağmaya davranıyor. Ama, evet, hesab edemedikleri bir şey var; o da her hesabın üzerindeki Allahın hesabı...
Onların komutanının düdükle başlattıkları saldırıya Kumandanımız tekbir getirerek karşılık veriyor. Cenk ânında kumandanın tekbir getirmesi, taarruz emri demek. Artık o saatten sonra kıyasıya bir boğuşma başlıyor Metris’te. Biz bu tekbiri duyunca derhâl karşı saldırıya geçiyoruz. Metris İBDA-C koğuşunun bahçesi o ân tam bir muharebe alanı. Göğüs göğüse çarpışıyor saflar...
Çağrı filminde Bedir savaşının resmedildiği sahneyi getirin gözünüzün önüne. Hani müslümanlarla müşriklerin meydanda birbirine girdiği sahne. Cansiperane ve yekeyek bir savaş hâlinin resmedildiği tablo. Aynen öyle işte Metris. Lâkin askerlerdeki teçhizat bizde yok. Çıplak elle karşı koyuyoruz onlara.
Bir ara ve hemen o muharebenin başlarında, 7-8 kişilik bir grub, Kumandan'ın etrafını çeviriyor ve O'na birşey olmasın diye etten bir duvar örüyoruz. Ancak müsaade etmiyor şanlı Kumandan buna; “beni korumayı bırakın, arkadaşlarınıza yardım edin, zafer yakın” diyor. İçimiz elvermese de yapıyoruz dediğini. Ama arada bir gözucuyla O'nu kontrol ediyoruz. Lâkin, O'nu koruyan bir hâle var sanki etrafında. Kimse yaklaşamıyor, yanaşmaya cesaret edemiyor O'na.
Ve dediği gibi de oluyor. Çok kısa bir zaman zarfında, bizi boğmaya gelen, sayı ve teçhizatça bizden kat kat üstün askerleri rehin alıyoruz. Hepsi yerlerde ve Ergenekon'un afralı tafralı subayları korkudan ağlıyor. Kuşkusuz bizim bir payımız yok bunda. Allah yardımını gönderiyor, bizi yalnız bırakmıyor orada. O yardım olmadan sağ çıkamazdık zaten oradan. Normalde 4-5 kişi zor kaldırdığımız demir masayı bir gönüldaşın tek başına -üstelik yukarı- kaldırıp 10'a yakın askeri bir köşede kıstırmasının; bir diğerinin bir yumrukta jandarma kalkanını parçalamasının; ötekinin onlarca askeri tek başına yere sermesinin izahı nedir ki başka? Hani “Sen atmadın, Allah attı” buyuruluyor ya.
Mucize görmek isteyen, 5 Aralık Metris gününe baksın!..
Sebahattin Arslan
Yazar
Sebahattin Arslan
“Atıl saldır davran başar, yaşayanlar böyle yaşar
Ne zindandan ne ölümden, korkmadan Allah’a koşar”
Selim Gürselgil gönüldaşımızın daha sonra bu mısralarla başlayan şiirine de vesile olan şanlı 5 Aralık direnişi. Kimileri için takvimden alelade bir tarihken, müslümanlar içinse, inananların kendilerinden 10 kat fazla düşmanı yerleyeksan ettikleri zafer günü. Canı pahasına, kanı pahasına Şeriat kavgası verenlerin ve Allah için canını ortaya koyan yiğitlerin günü. Kumandan’ın “yeryüzünde hiçbir savaş Bedir'e yaklaşamaz, ama bugün Bedir’den izler var” diye nitelendirmesine sebeb olan kıyam günü...
O günü Bedir'le kıyaslamasının bir sebebi de, hiç şübhesiz, Bedir'de müşriklerin sayısının müslümanlardan kat be kat fazla oluşuna rağmen, Allahın yardım için yolladığı melekler sayesinde inananların bu harbten galib çıkmasıydı. Kezâ, Ergenekon'un tetikçi kimi askerleri, hadiseden sonra verdikleri ifadede, bizim için “sayıları 1000'e yakındı ve hepsi de yeşil sarık takmıştı” demişlerdi. Oysa sayımız sadece altmıştı ve aramızda yeşil sarıklı kimse de yoktu. Biz o ân bu manevî durumu fark edecek durumda değildik. Lâkin, Allah o gün bize yardımını esirgememişti. Bedir'deki durumun ne olduğunu idrak etmeye çalışmak bakımından, Hazret-i Ömer’den rivayet edilen şu hâli tekrar hatırlamak gerekir:
- “Bedir günü gelince Allah Resûlü, kendi arkadaşlarının 313, müşriklerin ise 1000 kişi kadar olduğunu görerek hemen kıbleye döndü, ellerini kaldırdı ve Rabbine yalvarmaya başladı: ‘Allahım, bana olan sözünü yerine getir, vaad ettiğini ver! Allahım eğer şu bir avuç müslümanı helâk edersen, yeryüzünde şirk koşmadan sana ibadet eden kimse kalmayacak!’ O, kıbleye dönük vaziyette ellerini her ân biraz daha semaya doğru uzatarak durmadan Rabbine yalvarıyordu; öyle ki sonunda abası omzundan sıyrılıp yere düştü, Ebu Bekir gelip abasını yerden alarak omzuna örttü, sonra onu kucakladı ve şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Elçisi! Artık yeter, O sana vaad ettiğini kesin olarak verecektir!”
Manevî anlamda Bedir zaferinin mânâsı anlaşılmadan, bu zaferi idrak etmek güç olur. Peki nasıl başladı bu zafer günü?.. İşte kendi gözümden, âcizane, eksiğiyle, yanlışıyla kuru hikâyesi:
Bu zafer günü, 5 Aralık 1999 Pazar günü sabah saatlerinde, cezaevi komutanının koğuşun mazgalına gelip arama olduğunu söylemesiyle başlıyor. Cezaevlerinde 15 günde yahut 1 ayda rutin aramalar olur. Biz bu aramalardan biri olduğunu düşünerek, önce mukabelede bulunmuyoruz. Meğerse Ergenekoncu yapılanma tarafından, aylar öncesinden bu aramanın provası yapılmış. Her birimizin resimleri operasyona katılacak askerlere ezberletilmiş. Üzerinde aylarca çalışılan operasyonun muhtevâsına göre, askerler arama bahanesiyle içeri girince, kendisine ezberletilen mahkumun etrafını saracak, derdest edip döve döve götüreceklermiş.
Ne delikanlılık ama: 1 müslümana 10 asker...
Hesabları buydu. Fakat bilmedikleri, her hesabın üstünde Allahın da bir hesabı olduğuydu. Âli İmran 54'de buyuruluyor ya: “Onlar tuzak kurdular. Hileye başvurdular. Allah da onların tuzaklarını boşa çıkardı. Şübhesiz, Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır”…
Asker koğuştan içeri girmeye başlıyor. Ancak anormal bir durum gözümüze çarpıyor. Şöyle ki, askerler “robokop” kıyafetleri giymiş, yâni tam teçhizatlı ve çatışma pozisyonundalar. Sayı olarak da her zamanki aramanın 10 katı asker var. Ayrıca, bir çok rütbeli subay görüyoruz. Meselâ, bir binbaşı ve 20'den fazla subay ve astsubay. Cezaevi aramalarında hiç rastgelinmeyen bir durum bu. Zira, cezaevi komutanının rütbesi en fazla yüzbaşı olur. Biz bu duruma itiraz edince, komutan bu durumun normal olduğunu söyleyerek, kendince bizi sakinleştirmeye çalışıyor.
Cezaevi komutanı, şu şekilde olacağını söylüyor aramanın: Biz bahçeye çıkacağız, asker koğuşu arayacak ve daha sonra tek tek üzerlerimizi arayarak bizi içeriye alacaklar.
Bize söylenen bu. Fakat aslında yapmak istedikleri ve günlerce üzerinde çalıştıkları operasyon ise başka: Biz bahçeye çıktıktan sonra, üzerimizi arayıp teker teker içeri alacaklar, o içeri aldıklarını da döve döve götürüp, farklı cezaevlerine sevk edecekler. Şayet işler plânladıkları gibi gitmezse, bu sefer de B plânlarını devreye sokacaklar. B planında, binbaşı elindeki düdüğü çalacak, bu düdüğün duyulmasıyla birlikte askerler hepimize saldırıp, İstanbul'un göbeğinde müslüman katliamı yapacaklar.
Devletin kolluk gücünün sözüne güvenip, hepimiz bahçeye çıkıyoruz. Ancak bu esnâda, “robokop” askerlerin koğuş tarafında çift sıra olduğu gözümüzden kaçmıyor. İçimize kuşku düşürüyor bu durum. Zira askerin çift sıra oluşu olağanüstü bir durumun habercisi ve cezaevi jargonundaki adı da “ölüm koridoru”. Bu koridora soktuğu mahkumu döve döve götürür çünkü asker.
Evet, olağanüstü bir durum olduğunu seziyoruz. Allahsız köpeklerin niyeti bozuk. Zaten asker de çok gergin. Bizleri “eli kanlı terör örgütü üyeleri” olarak tanıtmışlar onlara ve bize acımasınlar diye günlerce kara propagandamızı yapmışlar. Yine askerlerin seçimini yaparken, Alevi kökenli ve namaz kılmayan askerlerden olmasına özen göstermişler.
Dakikalar geçiyor ve gerginlik had safhaya ulaşıyor. Koğuşun avlusunda patlamaya hazır bir volkan kaynaşıyor sanki. Fırtına öncesi sessizliğin gerginliğini yaşıyor âdeta herkes. Bu gerginliğe daha fazla dayanamayan Binbaşı panikliyor ve “B plânı”nı devreye sokmak için düdüğü çalıyor. Bu düdükle birlikte, ellerindeki joplarla bize vurmaya başlıyor askerler. Peygamber ocağı olarak anılan ordu, şimdi ölüm olup müslümanların üzerine yağmaya davranıyor. Ama, evet, hesab edemedikleri bir şey var; o da her hesabın üzerindeki Allahın hesabı...
Onların komutanının düdükle başlattıkları saldırıya Kumandanımız tekbir getirerek karşılık veriyor. Cenk ânında kumandanın tekbir getirmesi, taarruz emri demek. Artık o saatten sonra kıyasıya bir boğuşma başlıyor Metris’te. Biz bu tekbiri duyunca derhâl karşı saldırıya geçiyoruz. Metris İBDA-C koğuşunun bahçesi o ân tam bir muharebe alanı. Göğüs göğüse çarpışıyor saflar...
Çağrı filminde Bedir savaşının resmedildiği sahneyi getirin gözünüzün önüne. Hani müslümanlarla müşriklerin meydanda birbirine girdiği sahne. Cansiperane ve yekeyek bir savaş hâlinin resmedildiği tablo. Aynen öyle işte Metris. Lâkin askerlerdeki teçhizat bizde yok. Çıplak elle karşı koyuyoruz onlara.
Bir ara ve hemen o muharebenin başlarında, 7-8 kişilik bir grub, Kumandan'ın etrafını çeviriyor ve O'na birşey olmasın diye etten bir duvar örüyoruz. Ancak müsaade etmiyor şanlı Kumandan buna; “beni korumayı bırakın, arkadaşlarınıza yardım edin, zafer yakın” diyor. İçimiz elvermese de yapıyoruz dediğini. Ama arada bir gözucuyla O'nu kontrol ediyoruz. Lâkin, O'nu koruyan bir hâle var sanki etrafında. Kimse yaklaşamıyor, yanaşmaya cesaret edemiyor O'na.
Ve dediği gibi de oluyor. Çok kısa bir zaman zarfında, bizi boğmaya gelen, sayı ve teçhizatça bizden kat kat üstün askerleri rehin alıyoruz. Hepsi yerlerde ve Ergenekon'un afralı tafralı subayları korkudan ağlıyor. Kuşkusuz bizim bir payımız yok bunda. Allah yardımını gönderiyor, bizi yalnız bırakmıyor orada. O yardım olmadan sağ çıkamazdık zaten oradan. Normalde 4-5 kişi zor kaldırdığımız demir masayı bir gönüldaşın tek başına -üstelik yukarı- kaldırıp 10'a yakın askeri bir köşede kıstırmasının; bir diğerinin bir yumrukta jandarma kalkanını parçalamasının; ötekinin onlarca askeri tek başına yere sermesinin izahı nedir ki başka? Hani “Sen atmadın, Allah attı” buyuruluyor ya.
Mucize görmek isteyen, 5 Aralık Metris gününe baksın!..
Sebahattin Arslan
Yazar
Bir ara ve hemen o muharebenin başlarında, 7-8 kişilik bir grub, Kumandan'ın etrafını çeviriyor ve O'na birşey olmasın diye etten bir duvar örüyoruz. Ancak müsaade etmiyor şanlı Kumandan buna; “beni korumayı bırakın, arkadaşlarınıza yardım edin, zafer yakın” diyor. İçimiz elvermese de yapıyoruz dediğini. Ama arada bir gözucuyla O'nu kontrol ediyoruz. Lâkin, O'nu koruyan bir hâle var sanki etrafında. Kimse yaklaşamıyor, yanaşmaya cesaret edemiyor O'na.
YanıtlaSil