Muhiddinî Arabî- 16 Kasım 1240
Muhiddin-i Arabi...
16 Kasım 1240'da Şam'da vefat etmiş...
Yaşadığı çağda da, bugün de en çok konuşulan büyük İslâm Âlimi, Mutasavvıf..
Büyük Doğu-İbda külliyatını okuyanlar yakından bilirler...
Hatta İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu Gazeteci Şükrü Sak ile yapmış olduğu sohbet-intibâlarda:
"Daha önce de söyledim; İbda İdeolocyası Mektubât’tan süzülmedir, onun, zamanımızın ihtiyacına nisbetle fikirde suret bulmuş hâlidir diye… Malûm; bu yolda iki dev, iki zirve var; İmam-ı Rabbânî ve Muhiddinî Arabî Hazretleri… Bu iki zirvenin bu asırda kesiştiği nokta; “Üç ışık”tır… (Büyük İrşad Kutbu, Abdülhâkim Arvasî hazretleri ve Necip Fazıl.) İbda’ya vücud veren bu temel, bu arka plân…" (Tamamı için Buraya)
İbn-i Arabi'yi dışın da dış yüzeyinden biraz olsun tanımak için ve bu vesile ile kendisine rahmet dilemek, şefaatinden müstefid olmak için buyurun....
İbn-i Arabi Hz, Endülüsün Mursiya kasabasında 7 Ramazan 560 (7-Ağustos-1165) yılında doğmuştur. 8 yaşında iken Mursiya’dan İşbiliye’ye taşınmışlar ve ilk tahsiline İşbiliye de başlamıştır.
Gençliğinin bir devrinde bazı valilere katiplik yaptığı bilinmektedir. Küçük denecek yaşta iken şiddetli bir hastalığa yakalanmış, hastalığın tesiriyle bayılmış ve kendisini ölü sanmışlar. Bu hastalığı Futuhat-ı Mekkiye isimli eserinde şöyle anlatır: “Bu esnada çirkin suratlı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, buna karşılık güzel yüzlü ve kokulu bir şahsın kendisini kurtarmaya çalışıp, ötekileri dağıttığını görmüş, bu şahsa kim olduğunu sorunca, “Yasin suresi” cevabını almıştır.
Kendisine gelince, babasının başı ucunda ağlayarak, Yasin suresini okumakta olduğunu görmüş.
Herhangi bir şeye delalet eden isimler ona bir insan şahsı gibi görünmüş ve bu insan kendisine türlü konular
hakkında bilgi vermiştir. Bu hadiseden bir süre sonra İbn-i Arabi Hz. Bir süre halvete çekilmiş, her sahada, bilhassa Tasavvufi marifetler sahasında hiç bir şey bilmezken, şahıs olarak görünen isimlerin telkini ile halvetten herşeyi bilir olarak çıkmıştır. Bu
halini gören babası onun yakın dostu, zamanın en büyük felsefecilerinden biri olan İbn-i Rüşd’ün yanına bir iş bahanesiyle göndermiştir.
İbn-i Rüşd, İbn-i Arabi Hz.’lerini görünce, ona sarılmış ve “Evet” demiş, kendisi de buna “Evet” cevabı vermiştir. İbn-i Rüşd anlaşıldığına sevinirken, İbn-i Arabi Hz.’lerinin “hayır” demesi üzerine, canı sıkılmış, rengi atmış, felsefesinin yalnış olup-olmadığından şüpheye düşerek, ona şu suali sormuş:
-“İlham ve keşf ile nasıl bir netice elde ettin? Bu bizim mantıklı düşünce ile elde ettiklerimize uyuyor mu?”
-İbn-i Arabi Hz.’leri buna: -“Evet, Hayır. Evet ile hayır arasında ruhlar bedenlerinden, boyunlar gövdelerinden ayrılır.” cevabını vermiştir.
Bunun üzerine İbn-i Rüşd, sararıp titremiş, böyle bir kimse ile görüşmeyi nasip ettiği için Allah’a hamd ve şükür etmiştir. O zaman İbn-i Arabi Hz.’leri henüz 18 yaşında idi. Kendisine vakıf olan ilhamlara rağmen, İbn-i Rüşd’ün yüksek düşünce ve bilgilerini kabul eden İbn-i Arabi Hz.’leri, onu bir daha görmek istediği halde, bunun mümkün olmadığını, aralarına gerilen bir perdenin (Hicap) buna engel olduğunu söylemiştir. 1194 yılına kadar, her ne kadar Endülüs ve Kuzey Afrika’nın bir çok şehirlerini dolaşıp, bu şehirlerdeki çeşitli tasavvuf büyükleriyle görüşsede esas olarak İşbiliye’de kalmış, 1194 yılında Tunus’a, 1195 yılında da Fas’a gitmiş, 1199 yılında Kurtuba’da İbn-i Rüşd’ün cenaze töreninde bulunmuştur.
Muhiddin-i Arabi Hz.'leri bir yıl sonrada Tunus’tan gemi ile Mısır’a geçmiş. Mısırda; Taki Al-din b. Abdulrahman’ın elinden Hızır A.S’ın hırkasını giymiştir. Buradan Kudüs’e geçmiş, Kudüste bir kaç gün kalarak, yürüyerek Mekke’ye gidip Hacc’ını yerine getirmiştir. Burada iki yıl kalarak manevi hallerinin en yüksek noktasına erişmiştir.
1204 yılında Ali b. Abdullah b. Caminin elinden ikinci defa Hızır’ın (A.S) hırkasını giymiştir. Aynı yıl Muhiddin Arabi Hz. Malatya’ya geldiği yıldır. Malatya’dan Konya’ya geçmiş. Konya’da, Selçuklu hükümdarlarından büyük destek görmüştür. Kendisine 100.000 dirhem değerinde ev bağışlanmış, fakat kendisine gelen bir dilenciye “Ey dilenci, şu anda saraydan başka bir şeyim yoktur. Allah rızası için şu ev senin olsun” diyerek, bu evi sadaka olarak bağışlamıştır. Bu arada bir çok kereler Kudüs, Mısır’ı ve Halep’i ziyaret etmiştir.
Büyük dostu Maceddin İshak’ın vefatı ile onun dul karısı ile evlenerek Sadrettin-i Konevi Hz. Üvey babası olmuştur. Muhiddin-i Arabi Hz.'lerinin bu evlilikten iki oğlu ve bir kızı meydana geldi.
Oğullarından Sadullah 1222 senelerinde Malatyada doğdu. Bütün ömrünü hadisi şerifle, nakil tedrisiyle (Tarikat öğretimi) geçirdi. 44 yaşında Şam’da öldü. İmadettin de Sadullah’tan 6yıl sonra Şam’da vefat etmiştir. Kızı Zeynep küçük yaşta iken ölmüştür.1230 yılında, üvey oğlu Sadrettin Konevi Hz. ile birlikte Şam’a yerleşti ve ölünceye kadar burada kaldı.
Kendisinin El – Futuhatü’l Mekkiyye isimli eseri başta olmak üzere belirttiği kadarıyla 54 farklı alimden zahiri ilimleri ve çok daha fazla alimden de batıni ilimleri tahsil etmiştir. Ibn Arabi seyehatlerinde her zaman programlı davranmış ve gittiği yerlerde mutlaka bir alim kişinin bulunmasına dikkat etmiştir. Her gittiği yerde bu kişilerle görüşmüş kendilerinden istifade etmiştir. Bu görüşmeleri bazen ilim ve irfan olarak kendisinin daha ileri olduğu kişilerle gerçekleşmiş ancak kitaplarında bu kişilerin hepsinden şeyhlerim, hocalarım diye bahsetmiştir.
Sayısı 500′e ulaşan eserleri arasında Fususu’l Hikem ve 37 ciltten oluşan, 30 yılda tamamladığı El – Futuhatü’l Mekkiyye isimli kitapları en önemlileri olarak sayılabilir.
Ebu’l-Ala Afifi bu konuyla ilgili şöyle der :
“Her ne kadar Muhyiddin Ibn Arabi’nin çıkış noktası esas itibariyle tasavvuf olsa da, İslami ilimlerin tüm dallarında eser vermiştir. Tasavvuf doktrini ve uygulamaları, tefsir, siyer, felsefe, edebiyat, şiir ve tabiat bilimleri üzerine eserler kaleme almıştır. Muttaki bir zahid ve sufi olmasının yanında fıkıh, kelam ve felsefe alanlarında da önde gelen bir alimdir. Eserleri tüm bu konuların dikkat çekici bir harmanıdır.”
Muhyiddin Ibn Arabi, felsefe, fıkıh, tasavvuf ve diğer ilgi duyduğu tüm ilim ve bilimleri ileri düzeyde bilmekte, bunları kullanmakta ve yeri geldiğinde de tenkit etmekteydi. Tasavvufun felsefileşmesi noktasında önemli adımlar atmış, felsefe konularını tasavvufi bir bakış açısı ile eserlerinde işlemiş ve adeta her şey tasavvufta vardır ama tasavvuf her şeyde yoktur demiştir.
“Filozofların her söyledikleri batıl değildir. Eğer gerçekleri bilmiyorsak, muayyen bir meselede filozofların doğru olan sözlerini tespit etmemiz gerekir.” diyerek filozofları korumuş ve destek çıkmış ve onları 6 farklı gruba ayırarak sadece bir grubun doğru yolda olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Kısacası, Ibn Arabi, tasavvuf yolunda ki filozofları kabul etmiş, diğerlerini kabul etmemekle birlikte sözlerinde ki doğruluklardan istifa edilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Diğer taraftan tasavvuf ehli olan kişileri de tenkit etmiştir. Örneğin, çok değer vermesine ve eserlerinden yararlanmasına karşın Gazali ve Kuşeyri’yi de bazı konularda tenkit etmiştir.
Hicri 638, Miladi 16 Kasım 1240′da Şam’da vefat etmiştir. Kabri Şam’ın Salihiyye bölgesinde, Kasyon dağı eteklerindedir. Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan Selim’in Şam’ı fethetmesinin ardından Arabi’nin ünlü sözü ile (Sin Şın’a girdiği zaman Muhyiddin’nin kabri bulunur) kabri bulunmuş ve üzerine bir türbe yaptırılmıştır.
Türbesinde şunlar yazılıdır ;
“Kabrü Muhyiddin İbnü’l Arabi, Küllü men lazebehu ve zarehu, Kadıyet hacatühu min ba’di ma, Gafare’l-Bariü lehu evzarehu”
ve
“Felikülli asrın vahidün yesmu bihi, ve ene li baki’l-asri zake’l vahidü.”
“Muhyiddin Ibn Arabi’nin kabridir bu, Kim ona bağlanırsa ya da onu ziyaret ederse, ihtiyaçları giderilsin ve Allah günahlarını affetsin.”
“Her asır büyük bir şahsiyet ile anılır; bundan sonra ki asırlar da benim adımla anılacaktır”.
Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislamı büyük insan ve Müftiyüssakaleyn ünvanını kazanmış İbni Kemal Paşa’nın Muhiddin-i Arabi Hz.'leri hakkındaki fetvası:
“Ey İnsanlar! Biliniz ki Şeyhlerin en büyüğü, kerimlerin en önde gideni, Arifler kutbu ve Allah’ın birliğine inananların İmamı Endülüslü Muhammed İbnül Arabi Ayet ve Hadislerden hüküm çıkarabilenlerin en kamili ve Fazilet sahibi bir Yol göstericidir.
Zamanın Alim ve Faziletli kişilerinin bilgilerindeki hayat hikayelerini, (kıssalarını) inkar ve inkarında ısrar ederse, şüphesiz delalette kalır. Kendilerinin “Füsusül Hikem ve Futuhat-ı
Mekkiye” gibi birçok eseri vardır. Bu eserlerdeki meselelerden bazılarının lafız ve manası malum ve emri ilahi, bazısı Nebevi açıklamalar ve bazısı keşif ve manevi bilgileri bilenlerden başkasına kapalıdır, zahir ehlinin idrakinden gizlidir. Bu manaları anlamayanlara bu makamda susmaları vacip olur. Zira Cenab-ı Allah “Bilmediğin şeye tabi olma, tahkik, kulak, göz ve kalb bunların herbirisinden sahibinin ilmi derecesinde sual olunur.”
Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in kaleminden İbni Arabi:
Yine biraz geriye gideyim... Vahdet-i vücudun ilk haline...
Mansur asılacağı zaman Cüneyt ona der ki:
``-Hak benim deme,sen gölgeye aldanıyorsun!
Onu Hak zannediyorsun!..Zatı gölge ile karıştırıyorsun!..``
İşte tasavvufun ilk devresindeki vahdet-i vücut anlayışı budur! Gölge ve zat...
Ve Muhiddin-i Arabîye gelince iş, bu büyük zat ``eşyanın gölgesi bile yoktur!``der. Yani eşya o kadar yoktur. O halde böyle bir ``yok``içinde insanin kendisini bulabilmesi imkânı da yoktur!..
Bir büyük boşluktayız.Evet; bakin bu velînin ince noktasına: Eşyanın gölgesi bile yoktur ve o gölgeden bizde kalan son mâna, son his ``Allah``tır!
Eyvah!.. Bu geçitten geçmenin imkânı hemen hemen muhaldir.Yani eserle müessir birleşir gibidir.
Bunun Batı (panteizm)iyle hiçbir münasebeti yok yine...Batı(panteizm)i tabiatta görür - hâşâ - Allahı... Ve tabiatı putlaştırır sadece... Burada böyle değil... Burada tabiat görülmüyor. Sakın küfre götürmeyin!.. Çünkü Muhiddin-i Arabî Hazretlerine küfür isnadı küfürdür!
Bir mümini bir mümine küfür isnadı,o mümin gerçek müminse isnad edene döner.
Zamanında, büyük zahir ehli ibn teymîye böyle bir isnatta bulunmuştur Muhiddin-i Arabî`ye...
Bunu asla kabûl etmez Bâtın ehli... Ve Muhiddin-i Arabîyi anlamayanların hepsi maalesef dalâlettedir.
Bizde Fusus Şerhi vardır;Bosnavî Şerhi... Baştan aşağı anlayışsızlık... Maarif bakanlığının
klâsiklerindede mevcut... Hapishanede okumuştum. Hayretler içinde kaldim. Çünkü ben Muhiddin-i Arabî`yi yakından takip ettim. Muhiddin-i Arabînin eşyayı yok görüşünde, gölgesinde bile kabul etmeyişinde, o kabul etmeyişten sonra kalan bir hisse mevcuttur ki, ona da zat ile mahluk denemez. Çünkü mahluku görmez ve insanda, onlar bir araya gelir vehmi doğar. Bu hiçbir makasın kesemeyeceği bir hadisedir. Bunun diş şuur aynalarına yansımasındaki tehlikeyi, ``ikinci bin``in yenileyicisi olan büyük zat İmam-ı Rabbanî halledecektir.
Evvelâ Muhiddin-i Arabî`nin şahsı üzerinde biraz duralım. Ona``Hatem-ül Evliya``denir. O
hakikaten ilk kısmın ``müteahhir- sonradan gelen``idir. Müteahhihirinden kabul olunur. O, bir
tek lokmayı ağzına almazdı ondan tesbih sesi duymadan... Evet; yediğimiz ekmekler de Allah`i zikreder. Ve onu ancak duyan duyar. Işte, böyle bir velî idi. Muhiddin-i Arabî Hazretleri... Riyaziye cehdini o hale getirmişti ki, -burası inanılmayacak bir şey gibidir, artık
kafa almaz- bir formülü var: Onun buna çarpımı, bunun şuna bölünmesi, nispetler, nispetler...
Ve eşit Hazret-i âdem`den son ferde kadar insan adedi...
Muhiddin-i Arabî`ye dönüyorlar, diyorlar ki:
``-Bu da olur mu?..``
Şöyle karşılık veriyor:
``-Kızdırmayın, geleceklerin yüzlerini de resmederim!..``
Hemen ilave edeyim... Batılı, bir çok meselede insaf sahibidir. Dinini kaybetmiş olanların sefaleti önünde batılı çok insaflı kalır. Ve Muhiddin-i Arabî`yi defalarla, defalarla tercüme etmiştir. O nerede bir kıymet bulursa onu araştırmaktan çekinmez. İmam-ı Gazalî`nin de bir çok tercümesi vardır. Batılı deyip geçmeyin!.. Onu hem sıfır görelim hem ders alalım, insaf edelim.
Şimdi, Muhiddin-i Arabî hazretleri`nin kafa olarak gösterdiği tecrit cehdini dünyada
gösterebilmiş bir başka adam hatırlamıyorum. İmam-i Rabbanî müstesna... Çünkü İmam-ı Rabbanî`nin beyninin her atomu bir güneştir gözümde...
İşte böyle bir cehd... Cebir Arabın keşfidir demiştim. En büyük kıymetini Muhiddin-i Arabîyle kazanmıştır.Ve daha bir çok keşif... Beşyüzü geçkin eser...
Ruhaniyet âleminde Muhiddin-i Arabîye
Sorarlar:
``-Keşif ehli ne diyorsun? Vahdet-i vücutta ısrar mı ediyorsun?..
Cevap verir:
``-Ne dedimse odur!..``
Ve onun asla küfürle alâkası yoktur: O bir tecellidir ve anlaşılması muhale yakın bir müşküldür. Onu böyle alın ele!.. Muhiddin-i Arabî`nin izahçısı olmak ve vahdet-i vücutu akla
anlatmak mümkün değildir!.. Akla beyan edilemez o...
Sizi en son noktaya getirdim...
``Eşya gölge olarak bile yoktur``un ve o``yok`` içinde Allah`ı görüp ``O vardır``in hikmeti, ``O vardır, başkası yoktur`` tarzında bir vehme dönüyor ki bu vehmi akıl ile hal mümkün değildir ve eser üzerinde derinleşmekden ibaret bu bahsin inceliklerini akılla idrak, ancak Muhiddin-i Arabî çapında velîlerin işidir.
Muhiddin-i Arabînin tecritteki kıymetine bakın ki, buna Fransız tefekkürü bile hayrandır.
Bir hadis:
``-Ez`zıddan Lâ yeçtemian...``
Yani, zıtlar bir araya gelemez, toplanamaz.
Muhiddin-i Arabî zıtlar nazariyesini alıyor ele ve diyor ki:
``-Ama zıtlar, bu bir araya gelemeyiş içinde öyle bir beraberlik içindedirler ki, bir kere buluşsalar bir daha bırakmazlar birbirlerini...``
İşte Fransız tefekkürü buna hayrandır. Ve diz çöker bu tecrit önünde...
Hakikaten bu böyledir. Meselâ ters açı... Biri diğerinin tersi olduğu halde, katladınız mı aynı...
Ve bu ayniyet içinde zıddiyet inkişaf ediyor.Müthiş hadise...
``Vahdet-i vücut`` dâvasında Muhiddin-i Arabî ile, kendisinden bir hayli zaman sonra gelen İkinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbanî arasında şu fark tespit edilebilir:
İlkinin, müessiri eserde, ikincinin ise hakikati doğrudan doğruya müessirde araması ve bu yollarda mesafe alması keyfiyeti...
Demek ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri müessirden ziyade eser üzerinde derinleşmiştir.
İmam-i Rabbanî de doğrudan doğruya müessirde... Elbette ki, müessir eserin üstündedir.
Cümleye dikkat ettiniz mi?..
Bu meselede Muhiddin-î Arabî`yi en küçük mikyasta yanlış anlamak ve anlatmaya kalkışmak küfre kadar gidebilirken aynı dâvanın dalâletten kurtarılması ve yenilenmesi yine velîler velîsi İmam-ı Rabbanî Hazretleri`ne ait kalıyor. Yoksa ``Şeyh-i Ekber`` ünvanlı Muhiddin-i Arabî Hazretlerine isnadı mümkün bir hata yoktur. Tek, muradı anlaşılabilsin...
İşte bu hikaye bu kadar... Muhiddin-i Arabî`ye ait yanlış anlayışların hepsine birden çatarken, Muhiddin-î Arabî`ye tek bir ok değdirmemeye çalışmak ne zahmetli bir iş?..
Batı Tefekkürü İslâm Tasavvufu - Necip Fazıl Kısakürek
“Kabrü Muhyiddin İbnü’l Arabi, Küllü men lazebehu ve zarehu, Kadıyet hacatühu min ba’di ma, Gafare’l-Bariü lehu evzarehu” ve “Felikülli asrın vahidün yesmu bihi, ve ene li baki’l-asri zake’l vahidü.” “Muhyiddin Ibn Arabi’nin kabridir bu, Kim ona bağlanırsa ya da onu ziyaret ederse, ihtiyaçları giderilsin ve Allah günahlarını affetsin.” “Her asır büyük bir şahsiyet ile anılır; bundan sonra ki asırlar da benim adımla anılacaktır”.
YanıtlaSil