ZULÜM- MEHMET ZAHİT KOTKU
ZALİM İDARECİLERİN HALİ
«O irfan sahibi olan reislere veyl (yazıklar) olsun. Emirlere yazıklar olsun! Ümerâlara da yazıklar olsun. Kıyamet gününde bir kavim. Saçlarımızın uçlarından Süreyya denilen yıldıza asılıp da yer ile gök arasında, bir o tarafa, bir bu tarafa sallansaydık da, keşke insanlar arasında hiç bir şeyle zulmeden bir emir ve bir âmir olmasaydık diyecekler, fakat...»
Urefâ'ya, ârifîn cem'i olarak urefâ denmiştir. Elif ve lâm ile el-'urefâ, ma'lûm olan reisler, kethüdalar, kâhyalar, nâsm seyyidi, başı, efendileri, demektir. Bir de A'raf denilen Cennet ile Cehennem arasında bir makam vardır ki, ona da a'raf derler, 'itiraftan bir isimdir. Bin dirheme derler. Bizim bugünkü 1200 grama muâdildir.
Örf ve âdet üzere ma'rûf, olan ve bilinen evlâdlara, ma'rûf kimsenin evlâdlan dendiği gibi, birbirini müteakiben ve müte-tâbian bir yerin arkasına gelenlere de ur-fen derler. (el-Mürselâtü'urfen) gibi. Bu kelimenin halkın ahvalini bilici olan seyyidlik ve ma'nâ itibariyle kethudâlık, reislik, ululuk, riyaset gibi, baş idarecilere de şümulü olsa gerek, hatta muhtarlıktan tutun da, son basamağa, onbaşıdan tutun da son kumandana kadar şümullü bir kelimedir.
Bunlara veyl ile hitap ise, bu hizmetlerin çok kolay bir şey olmadığına ve bunu hâkkıyle yapabilmenin de çok müşkül olacağına işaretle veyl denilmiştir. Veyl, Cehennemde bir derenin ismidir ki, oraya Veyl deresi derler. Aynı zamanda tehdîd ve azab makamında da kullanılır. Yazıklar olsun o reislere ki, milletin, kavmin ve cemâ'atin işlerinde adalet edemezler. Menfa'atlan uğrunda çok işkence, azab ve zulüm ederler. . Haccâc-ı Zâlim ve emsali firavunlar gibi. Milleti köle gibi kullanmaktan zevk alırlar.
İşte kendileri bunun acısını tadacaklarından veyl kelimesiyle ifâde olunmuştur.
Reislik büyük bir nimettir. Fakat bizler her nimetin kadrini bilemediğimiz gibi, bu reislik devletinin de kendini bilemezmişiz, aynı zamanda bu kuvvetten istifâde ederek Hakk'ın ve hattâ halkın razı olamıyacağı zulümleri irtikâb etmek tehlikesi olacağından kendisine emniyet-i kâmilesi olmayan insanlann bu gibi yüksek makamlara özenmeleri çok mu, çok tehlikelidir.
Bunlardan mümkün mertebe uzakta kalmak tavsiye edilir. Halbuki bizim bugünkü tahsil gayelerimizden birisi me'mûr değil, amir olabilmektir. 'Urefâ, reis, ümerâ, her üçü. de milletin işlerine bakan muhtelif kimselerdir. İşte bunlar yaptıkları işlerde yanlış hareketler de olsa, istediklerini yaptırabilmek için, şiddet kullanan, hapishanelerde inleten, darağaçlannda asan, idam eden, kurşuna dizenlerin belki haddi hesabı yoktur. Bunların hesabını vermek acaba kolay bir şey midir? Elbette ki, hesabını veremeyeceklerinden azaba, hem pek büyük bir azaba dûçâr olacaklarına dâir pek çok âyet-i kerime ve Hadis-i Şerifler
vardır.
Kullarına karşı çok merhametli, rahmân ve rahim olan Allah, başkalarının, kullarına azab ve işkencesine hiç razı olamayacağı için veyl demiş, sonra çok yüksekte olan Süreyya adlı yıldıza asılmak ne kadar korkunçtur. Asılmak bir nev'i idamdır. Fakat bu on dakika içinde olup biter. Bazen korku vermek için bir-iki gün durdukları da olur. Ama nihayet çukura atılır, biter gider. Eğer haksız yere asıldı ise şehîd olmuştur. Ve eğer kabahatli ise, cezasını çekmiş olur. Ahirete bir şeyi kalmaz, yani; âhi-rette tekrar azab görmese gerektir.
Fakat Hakk'ın astığı o yüksek yıldızdan ister baş aşağı ayaklan yukarda,, ister ayaklan aşağıda başından asılmış olsun. Gök ile yer arasında asılı kalmak ne demektir? Allah (Azze ve Celle) cümlemizi böyle acı âkibete uğramaktan muhafaza buyursun, âmin. Fakat bu duâ iyidir. Ama insanın da böyle tehlikelere sokulmaması gerektir. Zira yılandan korkan onun yanına sokulmaz. Arslandan korkan onların olduğu yerlere gitmez. Eğer onlardan sakınmıyorsa dua da kâr etmez. Arslan parçalar, yılan da sokar. Kabahat kimsenin değil, ancak kendisinindir.
Gerek ticaret, gerek zirâ'at, gerek san' at ve gerekse riyaset, büyük peygamberlerin ve evliyanın makamlarıdır. Âdem Aleyhisselâm)'m, Nûh (Aleyhisselâm)'ın, İbrahim (Aleyhisselâm)'m, Süleyman (Aleyhisselâm) 'm, Yûsuf (Aleyhisselâm')ın ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin ve Hulefâ-i Râşidîn olan Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (Radiyallahü anhüm)'ün ticâret, san'at, zira'at, idareci, reislik, halifelikleri herkesçe ma'lumdur. Fakat onların haline kim tahammül edebilecek. Süleyman (Aleyhisselâm) hutbe okurken bile birşeyler örer. Ve onu satıp, parasıyla geçinirdi. Hz. Ömer (Radiyallahü anh) hilâfeti esnasında Acemistan'dan getirilen ganimetlerden birşey almadığı gibi, hutbe okuduğu sırada giydiği cübbenin üzerinde birçok yırtık ve yamalar bulunmakta idi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)' in hâli ise, öyle bir kitaba sığacak kadar kısa değil. O'nun nasıl aç kalıp da karnına taş bağladığını ve nasıl cihad ettiğini siyer kitaplarından lütfen okuyunuz.
ZALİME YARDIMCI OLANIN HALİ
«Kim ki, bir zâlim ile birlikte yürürse, muhakkak cürüm (suç) işlemiş olur. Allah Teâlâ buyurur ki: «Biz mücrimlerden intikam alırız.»
Bir Hadîs-i Şerifte de :
«Kim zâlimin zâlim olduğunu bildiği halde, ona yardım için onunla beraber yürürse muhakkak hakikat-i İslâmiyeden çıkmış olur.»
Bir insan yaptığı şeyin hayır veya şer olduğunu bilmezse, ona câhil demek daha doğru olur. Bu gün de her zaman ve her devirde olduğu gibi pek çok zâlimler gelmiştir. Firavun ve Haccac-ı Zâlim gibi, meşhur zâlimler de vardır ki, bunların hemen hepsi kendilerine yardımcı ve destekçi kimseleri bulabilmişler, bunlar da bilerek veya bilmeyerek zulümlerine yardımcı olmuşlardır. Halbuki Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Ke-rim'inde: «(Vela Terkenû ile-llezine zale-mû) diye bizleri «zâlimlere değil yardım onların kuvvet, kudret, saltanat ve servetlerine bakıp da, en ufak bir meyil bile göster-meyiniz» buyurmuştur.
Doğruluktan ayrılan, yanlış yollara giden, İslâm'ın emirlerinden dışarı çıkan bedbahtlara azıcık da olsa sakın, hiç bir suretle meyi etmeyiniz ve onlara hiç bir veçhile yardımcı olmayınız. Zira bir zâlim ne kadar zâlim olursa olsun «ateş ancak düştüğü yeri yakar» tabiriyle zulmü etrafa sirayet etmez. Olduğu yerde kalır ve çabucak söndürülür.
Lâkin zâlime yardımcılar çoğalınca, zâlimin zulmü de o nisbette artar, umumîleşir. Artık bu yangının söndürülmesi mümkün olamaz. Buna sebep zâlimin yardımcılarıdır. Bunun da sebebi zâlimlerin bir araya gelmesidir.
Birçok zâlim ve zâlimlerin para ile kendisine ' destekçi ve yardımcı bulmakta olduğu her zaman görülen hâdiselerdendir. İçleri para sevgisi ile dolu olanlarla, iş bulamayan, ekmek parasını çıkaramayan nice gafiller var ki, aralarından değil zâlime, kâfirlere bile yardımcı olanlar çıkagelmişti r. Düşmanlara casusluk yapanlar yok mu? Onun için zâlimin zulmünü bilerek onunla biraz yürümek bile insanın haki-kat-ı İslâmiyeden çıkmasına kâfi gelince, bütün ömrünü zâlimlerle geçiren ve zâlimlere her bakımdan yardımı dokunan zavallılara ne demek lâzım bilemem. İnsanın bu paraların sahiplerine gözü kör olsun diyeceği geliyor.
İnsan bunlara tamah ederek güzel dinini, îmanını, İslâmlığını feda ederek onların emirleri altında yaşar mı dersiniz? İnsan çöpçülük, sakalık, amelelik ve buna benzer bütün işleri yapar, yine de ekmek parasını çıkarır fakat, parası çokmuş, mevkii yüksekmiş, şeref ve saltanatı şöyleymiş diyerek zulmün olduğu yere asla sokulamaz. İslâm yolundan çıkan kâfirlere hizmet edenlere ne dersiniz bilemem?
ZALİM SULTANLARIN KAPISINDAN UZAK DURMAK
«Sultan ve sultanın yakınlarının ve adamlarının kapılarına gitmekten Allah' tan korkunuz. Çünkü onlara en yakın insanlar Allah'tan uzak olanlardır. Her kim Allah üzerine sultanı seçerse Allah onun kalbinde zahir ve bâtında bir fitne kılar ve ondan verâ denilen Hak korkusu gider ve onu hayran bırakır.»
«Sultan» kelimesi kuvvet ve kudret sahibi olan kimselere denir. «Havaşi» ise onun avanesi, etrafındaki yardımcılarıdır. Herhangi sebepten bunların kapılarına gidip bunlara gerek yardımcılık yapmak ve gerekse menfaati için bir iş, bir vazife almak ve istemekten Allah'tan korkunuz, zira bunlar zulm ile âlûde kimselerdir. Hak ve hukuka riayetleri yoktur. Hattâ müslümanlığa bile ne hürmetleri ve ne de saygıları vardır.
Binaenaleyh gidip de bunların kapılarında bekleyip bir iş istemek veya bunların sohbetine bile gitmek caiz değilken bunlardan meded, yardım beklemek akıllı insanların işi değildir, hele bunlara yardımcı olmak çok tehlikelidir. Çünkü bunlara yaklaşmak Allah'tan uzak olmağa sebeb olur. Zira Allah Teâlâ haksızlığı hiç sevmez ve istemez, bunların işleri ise hep haksızlıktır.
Onun için bunların yanlarına yaklaşanların bir zaman sonra tıpkı onlara benzeyeceklerinde de şübhe yoktur. Ateşin içine atılan demir bile bir müddet sonra ateş gibi olmuyor mu? İşte sana açık bir misal .-binaenaleyh mümkün mertebe kendi işini kendin gör ve bunlara muhtaç olmamağa çalış. Sonra sen de haberin olmadan Allah' tan uzak olursun, bu da kâfi.
Sonra bunların adamları olunca Allah Teâlâ o kimselerin kalblerinde içi ve dışı da fesat bir fitne kılar ki artık onlardan hayır beklenemez ve her işleri şerdir. Allah korkusu da gönüllerinden gider. Şaşkın bir halde terk olunurlar, kendilerine Allah da yardım etmez, çünkü Allah'tan ayrılmışlardır. Hem yalnız kalırlar, umdukları kimselerden de yüz bulamazlar. Binaenaleyh işleri de ileri gitmez, nihayet perişanlıkla helak olup giderler. Sen de tarihten ders almazsan ve kendi kendini aldatırsan artık sana kim ne yapar?
Allah cümlemize dünya ve âhiret selâmeti versin. Âmin.
ZALİM İMAMLAR
(Dinin âfeti üçtür, günahkâr fakih, zalim imam, cahil müctehid)
Her eşyanın hem faydası, hem de zararı vardır. Kullanılması iyi bilinmeyen bazı faydalı şeylerden fayda yerine zarar geldiği görülmektedir. Meselâ: Bal, çok şifalı bir gıdadır. Fakat haddinden fazla yenildiği takdirde bazı zararlar îras eder. Yağlar, etler de öyle değil mi? Binâenaleyh din aliminin de bir takım zararları vardır. Meselâ; dini iyi bilen ve bizlere de hocalık yapan, öğreten bir kişinin günahkâr oluşu, günah işlemesi, haramlardan kaçmaması dine çok büyük zararlar verir. Onu gören halk da günahların daha büyüğünü işlemeğe kendisinde cesaret bulur. İşte o zaman dinden matlûp olan, Hak Teâlâ'nın rızâsı gibi büyük ni'metler ve güzel neticeler elden gider.
Onun için (fakih) âlim kimseler son derece müteyakkız bulunmalıdır. Halka örnek olduklarından; günahlardan ve günahları icabettiren herşeyden son derece uzak kalmağa dikkat etmeleri lazımdır. Talebe, hafız ve imam efendilerin de böyle olması gerekir. Çünkü; halk onların medih ve zem-mine pek dikkat ederler. Onların da böyle dikkatli olmaları lâzım ki, din âfetlerden emin olsun.
Zalim imamlar da din için pek büyük tehlikedir. Onların zulmü zayıf insanları dinden soğutur. Belki dinden bile çıkarır. Bakarsınız belki menfaat dolayısıyla; o mütedeyyin olan zat bir gün gelir o zâlim imama yardımcı bile olur. İşte o zaman bütün sermâyesini kaybeder. Çünkü; Allah Teâlâ Hazretleri:
«Zalimlere değil yardım, meyi bile göstermeyiniz.» buyurmaktadır. Bugünkü felâketlerin çoğu da hep zâlimlere yardım etmekten doğmaktadır.
Câhil olduğu halde içtihada kalkanlar da din için büyük bir tehlike ve zarardır. Bildiklerimiz devede kulak mesabesinde olduğu halde müctehidleri beğenmeyen ne kadar câhilin var olduğu her zaman görülmektedir. Arapça ve Farsçayı biraz öğrenince hemen âllâme kesilerek, istediği gibi fetvalar veren, âlimlik taslayan ne kadar câhiller vardır ki, zararları pek büyüktür. Gerek mikropların ve gerekse zehirlerin tehlikesi pek büyüktür. Ancak zararları musallat olduğu kimseleredir. Fakat günahları işleyen âlim ve fakilı kimselerin, zâlim imamların, câhil müctehidlerin zararları, bulundukları kavim, cemâat ve milletin topuna te'sir eder ki, zararları umumidir. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle dinine, milletine karşı zararlı olmakdan korusun, âmin.
RESULÜLLAH (S.A.S.)'E KAYITSIZ ŞARTSIZ BAĞLILIK
«Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki, sizden birinizin imanı, kâmil îman sayılmaz. Tâ ki Ben ona, validesi ve evlâdından daha ziyâde sevgili olmadıkça.»
Diğer bir rivayette, (bütün insanlardan) tâbiri de vardır ki:
«Anasından, babasından, evladlarından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimsenin îmanı îman sayılmaz. Yani, îmanı, kâmil ve olgun bir îman değildir.»
Başka bir Hadîs-i Şerifte de-. «Ey dilleri ile îman edip de, îmanı gönüllerine girmeyen cemâat, müslümanlara ezâ etmeyiniz. Ve o müslümanlan ayıplamayınız. Onların kusurlarını, hatalarını, kabahatlarını, araştırmayınız.»
Bunlar da müminiz diyorlar ama bunların îmanı işte bu kadar, bir taraftan müslümanlann aleyhinde konuşur, yalan ve iftiralar yapar. Diğer taraftan da, acaba neresinde bir hata ve kusur bulacağım diye uğraşır durur da kendisinin yapmadığı yaramazlık ve günah kalmaz. Zavallı onları hiç görmez ve düşünmez de. Bütün derdi müslümanları çekiştirmek. Sanki en iyi müslüman kendisi. Halbuki Cenâb-ı Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ne buyuruyor: Kâmil bir müslümanın her şeyden ziyâde Resûlallah Efendimizi sevmesi gerekir, diyor. Fakat bu sevgi ile Resûlullah'a can ve baş verenler elbette onun yolundan ve izinden kafiyen ayrılmaz. «Anam. babam sana feda olsun!» der ve onun için hiç bir fedakârlıktan geri kalmazlardı.
Bir gün Hz. Ömer (Radiyallahü anh) Hazretleri:
«Ya Resûlallah, ben Seni herşeyden çok seviyorum, yalnız nefsim müstesna.» demiş.
O zaman Cenâb-ı Peygamber efendimiz :
«Yâ Ömer! Ben sana nefsinden de sevgili olmadıkça, mü'mini kâmil olamazsın.» demiş. Bunun üzerine Hz. Ömer (Radiyallahü anh) de:
«Sana kitabı (Kur'ân-ı Kerîm'i) gönderen Allah hakla için, sen bana nefsimden de ziyâde sevgilisin.» demiş.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«İşte îmanın şimdi tamam oldu.» buyurmuşlar.
Bu bizlere pek güzel bir ders ve bir ibret levhasıdır.
Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e sordular:
«— Kişi ne zaman sâdık bir mü'min olur?» buyurdular ki:
— Allah'ı sevdiği zaman sâdık ve kâmil mü'min olur.»
«— Ne zaman Allah'ı sever?» Buyurdular ki :
«O'nun Resulünü sevdiği zaman.»
Yine dediler ki;
— «Onun Resulü ne zaman sevilmiş olur?»' Buyurdular ki:
«— O'nun yoluna uyduğun ve onun yolundan gittiğin zaman ve bir de onun sün-sünnetini işlediğin vakit. Onun sevgisiyle dolmak. O'nun sevdiklerini sevmek, buğz ettiklerine buğz etmek. O'nun velîleriyle dost olmak ve düşmanlarına da düşmanlık etmek. İşte o zaman Allah'ın Rasûlünü sevmiş olursun.»
Bu kadar mühim bir sevgiyi biz, O'nun kabrini ziyaret etmekle oldu bittiye getirerek övünmek ve sevinmek isteriz. Biraz da Salavât-ı Şerife okuduk mu işte bak seviyoruz diye kendimizi aldatırız. Halbuki asıl mühim olan O'nun yolunda gitmek, sünnet-i seniyesini tamamiyle icra etmek ve bir de O'nun sevdiklerini sevmek, sevmediklerini de sevmemek, dostunu dost, düşmanını da düşman bilmektir. Bu olmadıkça diğer sevgiler lâftan ibarettir. Kıymeti yoktur.
Yanlış anlaşılmasın! Sen yine Salâvatı-Şeriflerine fazlasıyla devam et, fakat Peygamberinin sünnetinden sakın ayrılma ve bir de sevdiklerini ve sevmediklerini iyi araştır. Bakalım Peygamberin sevdiklerini mi seviyorsun! Yine bak bakalım: Dostun Allah ve Resulünün sevdikleri kimseler midir? Yoksa Onlar'ın sevmedikleri fasıklar, fâcirier ve kâfirler midir? Ve bunlar çok mühimdir.
Yine iyi dikkat et, hem de çok dikkatli ol! Şimdi elimizde tek bir fırsat var, bakalım onu nerede kullanacaksın? Allah'ın ve Resulünün sevdiklerine mi? Yoksa tam. bir müslüman düşmanına mı? Herhalde bilirsin. Zâlimlerin yardımcısı da zâlimlerden sayılır :
«Zâlim ve zâlimlerin yardımcılarının yeri, doğruca cehennemdir.» Hiç te'vile kalkma. Allah insana hem göz, hem akıl, hem de irfan ve sevgi vermiştir. İnsan önünü gördüğü gibi, çok uzakları da görebildiğinden başkasının menfaatine kendisini kurban etmemelidir. Akıl bunu icâb ettirir.
Müslümanların birbirlerine karşı, farkı ve üstünlüğü Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e olan iman değişikliği, muhabbet, sevgi, alâka ve bağlılığı nisbetindedir. Onun için: «Agâh ve mütenebbih oluruz ve iyi biliniz ki, Resûlullah'a muhabbeti olmayanın îmanı da yoktur.» Yani; kâmil işe yarar bir iman değildir. Nasıl ki, bir insan, henüz daha ölmemiş, fakat kendisinden geçmiş, etrafındakilerden haberi yok, ama ölmemiş, henüz canlıdır. Böyle bir durumda olan kişi nasıl işe yaramaz ve bu insan nasılsa, o iman da tıpkı buna benzer.
Bazen mü'minler, havf u haşyet içerisinde oldukları halde bazısında bu havf u haşyetten eser görülmez. Acaba sebebi nedir? diye sormuşlar da, cevaben; îmanın tadını bulan haşyet sahibidir, imanın tadını bulamayan zavallı da bu havf u haşyet elbette bulunmaz. Yine sormuşlar ki, bu havf ve haşyete ne sebeble nail olunur ve nasıl kazanılır? Buyurmuşlar İti, bu da ancak Allah ve Resulünü sevmekledir. Binâenaleyh; Allah Teâlâ'nın ve O'nun Resulünün rızâsını sevgilerinde arayınız.
Allah (Azze ve Celle) ve O'nun Resü-lü'ne muhlisâne bir surette iman eden kimseler ehli safa ve ehl-i vefâ'dırlar. Alâmetleri de, Allah ve Puesûlü'nün muhabbet ve sevgisini her muhabbet ve sevginin üstünde tutarlar ve Allah Teâlâ'nın zikrinden sonra içleri ve dışları Resûlullah'ın zikri ile meşguldür. Ve bu bahtiyar kimseler ki, bütün varlıklarım Eesûlullah uğrunda feda etmekten zerre kadar çekinmezler. Cenâb-ı Hakk cümlemizi AUah ve Resulünü candan seven sevgili, ve bahtiyar kullarından eylesin ve şefâatına da nail eylesin, âmin.
YEDİ TEHLİKE
«Yedi tehlikeden sakınınız : Allah'a şirkten, sihirden, adam öldürmekten, Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmekten, nefis ancak haklı olarak öldürülür, faiz yemekten, yetim malı yemekten, harbte düşmandan kaçmaktan, namuslu gafil kadınlara iftira atmaktan —diğer bir rivayette— hicretten sonra arabiyye'ye rücu, etmek (bedeviyyet) haline rücu' etmekten.»
Bu hadîs-i şerifte yedi tehlikeden bans edilmektedir, tehlike deyince insanın aklına çeşitli şeyler gelmektedir, halbuki asıl tehlike büyük günahlara düşmektir. Birinci tehlike: Şirk Hz. Allah celle ve alâ hazretlerine ortak koşmaktır, meselâ hıristiyanların dedikleri gibi Hz. İsa Allah'ın oğludur, melekler kızlarıdır gibi, buna benzer üç ilâh tanımaları ve saire gibi şeylerdir. Bu şirk en büyük günahtır. Her günah (in) afvı me' muldür, fakat şirkin afvı yoktur, yalnız tevbe eder, müşriklikten vazgeçerse her tevbe-kâr gibi onların da afvı mümkündür.
Riyakârlığın da şirkten sayılacağı geçen hadislerde zikrolunmuştu. Hakkın işine karışmak kimsenin vazifesi değildir, onun için ihtiyatlı olmak ve konuşmamak lâzımdır, çünkü tehlikenin başı şirk. ile başlamıştır.
İkinci tehlike: Sihirdir. Sihir :Bâtıl olan şeyi, «haktır» diye izhar edip göstermek, büyücülük, aldatıcı, kandırıcı, cazıcılık, gözbağcılığı gibi bir çok ma'nâlara geldiği gibi bizim sihirbazlar, erkek ile kadın arasını açıcı, gönül kaydıranlar, aşka düşer gibi olmaları, sana büyü yapmışlar diye adamı tımarhaneye düşürenler. Allah şerlerinden korusun. Âmin.
Üçüncü tehlike: Haksız yere adam öldürmek, katl-i nefis'tir. En büyük tehlikelerden ve en büyük günahlardan birisidir, günah-ı kebair derler, bunların da cehennemde ebedî kalma tehlikesi vardır. Çünkü Halikın yaptığı bir binayı yıkmak kolay bir şey değildir, o anda insan nefsine mağlûp olup, böyle bir cinayeti irtikâb etmesinin cezası da tabiî çok ağır olacaktır.
Ama muharebelerde kâfirleri öldürmeğe izin olduğu gibi paralarını veya malını elinden almak isteyen eşkıya ile mücadele edecek ve icab ederse öldürmek de vardır. Ya o beni öldürürse diye sorulana bir cevap olarak: Sen cennete o da cehenneme gider, çünkü sen mazlumsun o da zâlim. Zâlimin yeri cehennem, mazlumun yeri de cennettir. Ve bir de hâkimin hükmü ile kısas olarak ve başka sebeblerle katilleri caizdir.
Dördüncü tehlike ise, faiz yemektir. Demek ki faiz yemenin büyük bir tehlike olduğunu Cenâb-ı Peygamber apaçık söylerken bu günün haris insanları bunu hiç kale almayarak hani harıl faiz alırlar, sonra da yıkılıp giderler. Heyhat, hem müslümanım der, hem de Hakk'ın yasak kıldığı faizi almaktan korkmaz ve kaçmaz ve sudan bahanelerle : Ne yapalım mecbur kaldım diye kendini kurtarmağa çalışır.
Efendim mutlaka fabrika, işletmek mecburiyetinde miyiz, bir boğaz derdi değil nü? İnsan sağ ve sıhhatli olduktan sonra ekmeğini taştan bile çıkarır derler de ne diye faiz ile iş yapmağa kalkarlar? Sonra sermayen kadar iş yaparsan belki biraz az kazanırsın ama, helâlinden olur, rahat ve huzur içinde olursun, günahlara girmezsin, çoluk çocukların da sana mutî olurlar, haram yerlere gitmezler, haram işleri işlemezler. Sen de rahat, onlar da rahat; faiz, insanları hem günahlara sokar, hem de israflara sevk eder, hem de çirkin şeyleri yapmağa mecbur eder.
Son pişmanlık elbette fayda vermez, sen söz dinle, Allah Teâlâ'nın ve Resulünün sözlerine dikkatle bak, kendi aklını beğenip şu hıristiyanların oyununa düşme. Neticede onlara yardım etmiş olursun, onları zengin edersin, sen de zengin olsan ne olacak. Giderken kefenden başka ne götürülüyor? O da toprakta çürüyüp gitmeyecek mi? Neden bu kadar hırsa kapılıyorsun, bugünkü işçi grevlerinden ders almıyorsun?
Bunlar da Hakk'ın kullarına musallat kıldığı mikroplardır. Sebebi; dinsizin hakkından imansız gelir dediklerini de unutma ve Hakk'a dön, teslim ol, biraz tevekkülün olsun herhalde zarar etmezsin.
Beşinci tehlike ise yetim malını yemektir. Dikkat eder misin, faiz ile yetim malını yemek yan-yana zikr edilmiş, ha faiz yemişsin, ha yetim malı, faiz yiyenler nasıl azaba müstehak olacaklarsa yetim malını yiyenler de aynı akıbete düçâr olacaklarında hiç de şüphe yoktur.
Bize düşen vazifelerden birisi de yetim, malını muhafaza etmek ve hattâ işletip çoğaltmak, yetim büyüyünceye kadar ona bir sermaye bırakmağa çalışmaktır, yoksa yetimin malını yemek hiç de doğru değildir ve büyük tehlikedir, hem dünyası perişan olur hem âhıreti. Hattâ ölen zâtın geride yetimleri varsa onun gerek cenaze masrafında ve gerekse devrinde çok ihtiyatlı olup malını zayi etmemek gerektir.
Risaletü'l-hak»ta 815. inci hadîste yetim hakkında şöyle buyurulmaktadır : «Müslümanların evlerinin hayırlısı o evdir ki, o evde yetim vardır da ona iyi bakılır ve ona ihsanda bulunulur ve müslüman evlerinin şerlisi de o evdir ki o evde yetime fena muamele olunur, işte o ev de fena bir evdir.. Ben ve yetime iyi bakan, bakmasını tekeffül eden cennette hakeza» deyip parmakları ile işaret buyurup beraberiz demek istediler.
Kalbinin katılığından şikâyet eden bir kişiye de cevaben: Yediğin yemekten yedir, yetimin başını mesh et (okşa) ve miskinleri yedir, hem kalbin yumuşar ve hem de hacetlerine erişirsin.» Sen de bunlara dikkat eyle.
Eğer bir hanım efendinin kocası ölür ve yetim çocukları da kalır onlara bakmak için evlenmezse ve yetimlere de iyi bakarsa yeri cennet. Sevap cihetine gelince bir muharip ömrü boyunca muharebe etse ve geceleri sabahlara kadar ibadet etse, gündüzleri de oruç tutmuşcasma sevaba nail olur ve cennetlik olur, bu ne büyük devlet ve ne büyük nimettir.
Altıncı tehlike; harb gününde düşmanla karşılaştığı anda kaçmak hem günah-ı kebâirdendir, hem de en büyük tehlikelerdendir. Bir müslüman, bir kâfirin, iki kâfirin karşısında kaçmaz, kaçtığı takdirde en büyük günahı işlemiş olmakla beraber devletine, milletine de en büyük fenalığı işlemiş olur. Üç kâfir karşısında da kaçmaz ve lâkin geri kuvvetlere iltihak için geri çekilir denmiş.
Müslümanlığın bekası ancak cihâd iledir, onun için her müslümanın daha çocukluğundan itibaren atıcılık öğrenmesi sünnettir. Düşman karşısından kaçmak iman zafiyetinin alâmetidir. Ölüm bir keredir. Ecel gelmedikçe ölüm olmaz.
Hâlid bin Velid bir çok muharebelere girdiği halde, nihayet yatağında öldüğüne çok esef etmekte olduğunu müş'ir ki.ta.besi Humus Büyük Camiindeki dikili ve çok uzun bir sütun üzerinde yazılır. Harbten kaçmak korkaklık alâmetidir ve dünyaya - haris olduğunu isbat eder. Allah'a îman eden bilir ki, Allah'ın takdiri bozulmaz.
Bir muharebede müslüman askerlerinden birisi düşman saflarına saldırmış idi ki Müslümanlar: Vah, vah, kendisini tehlikeye attı diye bağrıştılar. O zaman Eyyûb el-En-sarî dedi ki: Siz bu âyetin mâ'nâsını yanlış anlıyorsunuz, ma:nâsı şöyledir: Asıl tehlike, gazalara gitmemek ve gazalara verilecek yardım paralarını vermemektir, böyle olunca düşman cesaret alır ve kuvvet bulup nıüslümanlara saldırır. Onun için bu mu'min adına helak demişler. Siz ellerinizle nefislerinizi helake sürüklemeyin, Allah yolundan paralarınızı hattâ canlarınızı bile feda edip kendilerinizi, milletinizi, devletinizi kendi elleriniz ile tehlikeye atmayın, belki veriniz, Allah sizlere nasıl veriyorsa öyle veriniz, hem çok veriniz, saadetiniz, selâmetiniz gazalara gidip düşmanla arslanlar gibi cenk edip onları korkutmak ve paralarınızı da verip ordularınızı her türlü teçhizat ile kuvvetlendiriniz ve daha sonra bu teçhizatı kâfirlerden almak değil belki bilfiil kendinizin yapması lâzımdır. Bu ise zaman ve parayı icabettirir. Onun için her israftan son derece uzak kalıp bütün gücü ile hürriyet ve istiklâlinin muhafazasına çalışmak her müsiümanm en başta gelen vazifesidir. Bakınız cihad o kadar mühimdir ki, her müslüman hattâ kadın, erkek, çoluk çocuğun buna hazırlanması gerekir. Zira bir mü' min gazalara gitmeden ve gazaya hazırlanmadan ölürse o münafıklıktan bir şu'be, bir parça üzerine ölür ve yine bir insan gaza etmez veya gazaya giden bir müslümanı teçhiz etmez veya bir gazinin evine bakmazsa, böyle olan kimsenin ansızın başına, öyle tehlikeler gelir ki, içinden bir daha çıkamaz. Bu hususta Tergib ve Terhib'te tam yüz sahife, pek çok geniş ma'lûmat vardır. En kısa olarak bu kadarcık yazabildim. Aman kardeşim hemen okuyup maaş alıp masa başlarına oturmaya heves etme. Belki oku ve lâkin gayen İslâmın yükselmesi olsun ve bunun için elinden gelen her fedakârlığı yapmaktan çekinme vesselam.
Yedinci tehlike; namuslu bir kadına zina iftirasında bulunmaktır. Bu da tehlikedir ki sahibini cehenneme sürükler, namuslu, afife bir kadına zina iftirasında bulunmaktan daha çirkin ne olabilir. Evli ise kocasından ve çocuklarından ayrı kalır, bir geliri yoksa, bir iş de yapamazsa artık onun hâlini sizler tasavvur ediniz, korkunç ve çirkin hareketlere de sürüklenebilir, hem o kadının hayatı mahv olmuştur, hem de bıraktığı çocuklar. İnsanın böyle fena bir akıbete düşmesine sebep olan kimsenin elbette akıbeti tehlikeli olacaktır. O da hiç ummadığı yerlerden bir takım belâ ve musibetlere uğrayıp perişan olacaktır.
Çünkü o da bir aileyi perişan etmişti, şimdi bu yaptığı iftirayı eğer hem de dört şâhid ile isbat edemezce ki bu gibi halatı dört kişinin birden görmesine de imkân yoktur. Binaenaleyh ona ceza olarak 80 değnek vurunuz, bir daha şehâdetini kabul etmeyiniz, onlar fâsık kimselerdir, bu hallerine nedamet edip tevbe eder ve amel-i sâlih işlerlerse Allah Teâlâ gafur ve rahimdir...
Ve bu müfterilere dünya ve âhırette acı bir azab vardır ve hem de kendilerine da lanet olunur. Acaba bu kadar ceza, bu adama kafi değil mi? Bir de şâhidliği bile kabul olunmuyor. Kendisi artık cem'iyyet-ten kovulmuş bir kimsedir, ona ve sözüne artık itimad edilemez. Zira bir müslim ve mü'min kardeşini haksız yere lekelemeğe kalkmış, artık bundan hayır gelmez, çünkü şuuru da yoktur. Maazallah insan böyle çirkin bir akıbete düşse bile mü'minin vazifesi onu himaye edip, suçunu örtbas edip Allah Teâlâ'nın afvını istemektir ve onu büsbütün âleme rezil ü rüsvây etmemeğe çalışmaktır.
İşte şu yedi tehlike ki: Şirk, haksız yere adam öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, harb yerinden kaçmak, namuslu müslüman kadına iftira etmek. Erkeğe de iftira fenadır, fakat kadının hâl-i müstesnası vardır onun için muhsanât denilmiştir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle korkunç tehlikelerden muhafaza buyursun.
Zulüm adaletin zıddıdır, her yerde her zaman ve her işte tatbiki emrolunan adalete mugayir her iş zulümdür.
Vücudun kıvamı adaletle kaimdir.
Vücuttaki adalet nizamı bozulunca çeşitli hastalıkların zuhuru şüphesizdir.
İşte bu hastalıklar vücuttaki adaletsizliğin alâmeti olduğu gibi memleketlerdeki bütün asayişsizlik de, memleketlerde adaletsizliğin, bozukluğun çokluğunun alâmetidir.
Adaletsizlik gerek fertler ve aileler arasında olsun ve gerekse cemiyetler, milletler arasında olsun en büyük felaketlerin doğmasına yegane sebebtir.
MEHMET ZAHİT KOTKU
ZULÜM
Hiç yorum yok