Dini Devletten Ayırma Cinayeti-Mustafa Sabri Efendi
Dini Devletten Ayırma Cinayeti
Eski Türkler, yani Müslüman Türkler dilinde ve Müslüman Türkiye'de "din ve devlet" birbirinden ayrılmayan iki muazzam benzerlik halinde bulunurdu. Milletin varlık sebebi ve bütün şeref ve haysiyetini, daima "din" baş, "devlet" eş olarak birbirine kenetlenmiş bulunan şu iki büyük kelime ile ifade edilirdi. Türkiye'yi parçalayacak, Türk'ün bedenini ikiye bölecek bir düşman düşünülebilirdi; fakat Türk'ün din ve devlet adındaki iki vicdanî ma'şukasını bir birinden ayırabilecek bir düşman tasavvur olunamazdı.Türk'ün kalbindeki ilahî aşkı söndürecek, dini uğruna ölen bir Türk'ü şehadet mertebesinden iskat ederek adi bir ölü derecesine indirecek, Türk'ün Allah'ını ve cennetini elinden alarak, dünyada yeni Türkiye denilen esaret ve sefalet cehennemine düşürdükten başka ahiretin de cehennemine liyakat kesbettirmeden yakasını bırakmayacak düşmanının ne kadar büyük bir düşman olması lazım gelirdi.
Haddizatında ilmî kıymetten uzak olan "milliyet" imtiyazı, her milletin kendine göre tam manası ile indî mahiyeti haiz uydurma bir şey olduğu gibi ta'yîr ve taklîde mâruz olarak tanınacak ve "milliyet" denecek bir hâli kalmayan Türk milliyeti namındaki iki katlı mevhuma Türk'ü iman ettirmek mukabilindeki hakiki imanından mahrum eden ve Türkiye'de din ve devlet arasını bozan millet düşmanları bozgunculuklarının cezasını bir muharebe olduğu zaman görecekler!
Eski dindar Türk'ün askerî kıymetini bundan sonra rüyada görsünler. Dinsiz devlete tâbi olan Türk milleti bundan sonra farz-ı muhal olarak milletçe kendisini dindar zannetse bile dinsiz devletin emri ile artık candan harp etmeyecek, cennetsiz ölüme gitmeyecek. Muharebe devlet işi olduğu ve devletin din ile alâkası olmadığı için böyle bir devletin emri ile yapılan muharebe pek de din ile alakası olmayacak ki cenneti olsun!
Böyle bir devlet gelecekte harbe giderken "Avn ü inâyet-i Bârı ile!..." (Allah'ın yardım ve inayeti ile!...) harbe gidiyorum diyemeyecek, devlet işine din karıştırmış olmamak için ordusunun muzafferiyetine dua bile edemeyecek; hâlâ yemininden Allah'ın ismini çıkaran devletin Allah'tan yardım istemeye yüzü olur mu?
Türkiye'de devletle dini ayıranlar, dine inanmadıklarından, düşmanlıklarından ayırdılar. Onlara bir diyeceğimiz yok.
Fakat İslam dinine inanmakla beraber din ve devlet ayırımına İslam'ın müsaade edebileceğini sananların da, müslümanlığı hiç bilmediklerine hükmetmek lâzım gelir.
Cenabı Peygamber Efendimizin hiç kimseden bir şey okumadığı ve okuyup yazma bilmediği dînen ve târihen malum ve müsbit olduğu gibi ashâb-ı kirâmı da bu Nebî-i "Ümmî"nin sohbetinin şerefinden başka kazanılmış bir meziyete mâlik değillerdi. Hiç bir mektep ve medresede ilim adına kimseden bir şey tahsil etmediler. Bi'set-i Nebeviye'ye kadar Araplar cehalet ve vahşet içinde idiler. Bilhassa Hicaz kıtası dünyadan haber-siz bir hal ve vaziyette idi.
Halbuki Cenabı Peygamber Efendimiz'e hizmet ve yakınlıktan aldıkları feyz, onları hem dince ve hem de dünyaca öyle bir kemâle getirdi ki irtihâl-i Nebevî'den sonra Medine'de tesis ettikleri hilâfet hükümeti hâlâ cihana şan vermektedir. On onbeş sene içinde dünyanın muhtelif kıtalarına hâkim bir devlet-i muazzama vücûda geldi.
Ashâb-ı kiramın din cihetinden başka, hükümet ve siyaset meselelerinde de ne derece uyanık olduklarını şundan anlamalı ki irtihal-i Nebevi gibi en büyük bir felaket anında Peygamber Efendimiz'in defni meselesinden bile önce aralarında bir hükümet reisi seçimi lüzumunu idrak ve takdir ettiler. Henüz birinci hükümetlerini teşkil ederken Ebu Bekir-i Sıddîk'ı, uygar milletlerin, hükümet şekillerinde bugün en mütekâmil şekil olarak kabul ettikleri gibi "Şûra" ya dayalı ve tam manasıyla bir hükümet reisi seçmişlerdi. Hükümet, milletin biati ile vücûda gelmiş ve meşveretle devam etmişti.
Ebu Bekir ilk hutbesinde;
"Ey ahâli! İşlerinize nezâretle vazifelendirildim. Sizden üstün bir adam değilim. Bundan sonra da içinizden en zayıfınızı, hakkına ulaştırıncaya kadar en güçlü; en kuvvetlinizi de haddine dönüştürünceye kadar en zayıf sayacağım. Doğru hareket edersem, bana yardım edin! Yanılırsam, yanlışımı düzeltin!" demişti.
Ömer el-Fârûk da, hilâfetinin başında îrât ettiği hutbelerinin birinde:
" Yanlış yola saparsam beni doğrultun!" demiş.
Dinleyicilerden birinin:
" - Öyle yaparsan seni kılıcımızla doğrulturuz!" tarzındaki cevabını da:
" - Kavmimin içinde beni kılıcı ile doğrultacak adam olduğundan dolayı Cenabı Hakk'a hamdederim." diye karşılık vermişti.
Ashâb-ı kiram devri ve her birinin hal tercemesi, gerek İslâmiyet için ve gerek doğru uygarlık örneği arayan insanlık için tetkike şayan bir hazinedir. Bu konular hakkında ayrı ayrı makaleler ve büyük büyük kitaplar yazmak lâzımdır.
Burada bu büyük konuya biraz temas edişim, İslam devletinin dinden ayrılması şöyle dursun, dine ne derece yapışık olduğunu anlatmak maksadıyla vâki oldu.
İşte en yüksek siyasî terbiye ile daha başlangıcında olgunluğunu haiz olarak doğan ashâb hükümetinde birinci reisin seçimini bir namaz meselesinden çıkarmışlardı.
Peygamber Efendimiz ölüm hastalığında namaz kıldırmayı Ebu Bekir'e emretmiş olduğundan: "Cenabı Peygamberin dinimiz için münasip gördüğünü bizim de dünyamız için münasip görmemiz icap eder." diyerek ittifakla Ebu Bekir'e biat etmişler, ve dinî riyaset makamının, hükümet reisliğinden ayrı bir şey olmadığını meydana koymuşlardır.
Müslüman hükümetinin dinden ayrılamayacağını başka suretle anlamayanlar, bu dikkate şayan olaydan anlasınlar. Ashâb-ı kiramın hükümet işlerini ne kadar iyi anladıklarını da unutmasınlar!
İşte İslam'da en büyük hilâfet hükümetini mihrabın etrafında kurmak suretiyle din ve devleti birbirine ve daha doğrusu devleti dine bağlamışlardır.
Abdülmecid Efendi Hazretleri ise, Mustafa Kemal'in devletten ayırıp attığı dini;
"- Ben de istemem," der gibi hilâfetten de ayırmaya kalkışıyor!
Mustafa Sabri Efendi
(Yarın, sayı: 24,6 Temmuz 1928, sh: 1).
Hiç yorum yok