“TAHKÎKU MÂ’İ’L-HAYÂT VE KEŞFU ESRÂRİ’Z-ZULUMÂT”
“TAHKÎKU MÂ’İ’L-HAYÂT VE KEŞFU ESRÂRİ’Z-ZULUMÂT”
HAYAT SUYUNU İNCELEMEK VE KARANLIKLARIN GİZLİLİKLERİNİ AÇIĞA ÇIKARMAK
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla Güçlü ve Kuvvetli Ancak Allah’dır.
Zengin, Tek, Zâtı ile her şeyden Müstağni
olan (Hiç bir şeye muhtaç olmayan); Bir, Ferd, bütün isimler ve
sıfatlarla Nitelenmiş olan, bütün mertebeler ve varlık tabakalarındaki
görünüşlerde Tecelli eden, karanlıkların özündeki Hayat Suyu ile
arifelerin kalblerini Yaşatan, sevenlerin ve sevilenlerin ruhlarını
iradî ölümle hayat kaynağına Yönelten, mucizeler ve sağlam delillerle
görevli Peygamberlerini Gönderen, çeşitli şevk ve tecellilerle
evliyalarına Yol gösteren Allah’a hamdolsun!
En güzel selâmlar ve en güzel övgülerle Allah, Efendimiz Muhammed’i ve ailesine selâmlasın!
En yüksek derecelere varmış, en kuvvetli
deliller ve belgelerle temizlenmiş, çokluk özünde birlik yoluna ulaşmış,
en yüksek makamlar ve en yüce cennetler kazanmış ashabından da Allah
razı olsun!
Zayıf kul, Rabbinin lâtif rahmetini isteyen Dâvûd ibn Mahmûd ibn Mühammed el-Kayserî, Allah kendisini ve ebeveynini büyük affı ile affetsin, bundan sonra şöyle der:
Âlimlerin, Allah onlara rahmet etsin ve onlardan razı olsun,
Hızır aleyhisselâmın nebî veya
velî olup olmadığı, bugün dış dünyada yaşayıp yaşamadığı hakkında görüş
ayrılığına düştüğünü gördüm. Onların çoğunluğu, karanlıklardaki Hayat
Suyu’ndan içmiş olmasından dolayı Hızır’ın dış dünyada maddî bedeniyle
her an var olan bir velî olduğunu savundu. Azı onun bir velî olduğunu ve
bugün dış dünyada müşahhas olarak var olmadığını savundu; hâlbuki
onların taklitçileri ise haberler ve rivayetlerde geçen bu karanlıkların
bu hissedilir karanlıklar cinsinden ve o su’yun da maddî yapısı
itibariyle içilen bu su cinsinden olduğunu sanıyorlar. Nitekim bu
hususiyet onda da vardır. Bütün bu kimselerin her birinin görüşünün
doğru bir yönü vardır.
Bu tartışma, büyük mevlâ, çok bilgin
efendi, fetva ve takva alameti, olgun yol gösterici, sonraki alimlerin
en üstünü, ariflerin ve kâşiflerin en safı, gök yüzünün hakiki güneşi,
tarikat mensubu kimselerin kalblerini aydınlatan, ilâhî nurla varlıkları
kavrayan, eşyayı olduğu gibi gören, millet. Hakk ve dinin güneşi
Muhammed İbnü’l-Sayrâfî el-Cîlî —ki isteyenlere Allah onun fetvalarını
bereketli kılsın, dünya ve ahirette onu isteyene kavuştursun — nin
huzurunda geçti. Ona bu kitapta işaret edilen sırlardan bende olanların
bazılarını söylemiştim. Fakat o Meclis’te o sözlerin incelenmesini
tamamlama imkânı bulamadım. Halbuki isteyenlere faydalı olabilmek ve yol
gösterilmeyi bekleyenler neticenin hasıl olması için bu konuda karar
vermeye başlamak, bitirmeyi ve incelenmesinde derinleşmek sözün
tamamlanmasını gerektiriyordu. Bu konuda kalblere şifa verecek olan şeyi
yazmam ve onunla konuyla ilgili bütün güzlü ve rumuzlu şeyleri
açıklamam hatırıma düştü. Bu meseleyi tekrar ona arzetmem bir çeşit
edebsizlik olurdu. Bundan dolayı meselenin açıklanmasına, kâinatın
Yaratıcısı doğru ve isabetli görüşü ilham eden Allah’dan yardım
dileyerek başladım.
Maksada başlamadan önce, meselenin incelenmesini açıklayıcı ve çözümün tasdikine götüren girişler koydum.
Birincisi, Peygamberlik ve Velayet hakkındadır.
İkincisi, Hayat Suyu’nun açıklanması hakkındadır.
Üçüncüsü, Karanlıkların incelenmesi hakkındadır.
Dödüncüsü, Karanlıklarda yürüme şekli hakkındadır.
O halde, bu mânâları bilen herkes, kutsal
metinlerde (el-Mesânî) zikredilen Hızır’ın makamını yakînen bilir,
gizlilikleri kendisine açılır ve nurları ortaya çıkar. Böylece, hakikî
hayattan bir hazza sahip olur ve sonsuz zamanlarda bakî kalır.
Bu kitap, ismi muhtevasına tekabül etmesi ve ilmî mânâsına uygun olması için “Tahkiku Mâ’i’l-Hayât ve Keşfu Esrâri’z-Zulumât”
olarak adlandırıldı. Kitabın yazılması bitince ve gözden geçirilmesi
son bulunca, onu, Sadru’l-A’zâm, büyük efendi, âlemin kadılarının en
kadısı, serî davranışa sahip, bütün güzel ahlâkları kendinde toplayan
Allah’ın hidâyet ve tevfikine muvaffak olmuş, O’nun adalet ve inayetini
temsil eden, bilgisiyle ve benliğiyle kadılık makamını şereflendiren,
düşünce ve bilgisiyle ilim meclislerini süsleyen, millet, Hakk ve dinin
övüncü lâkabına lâyık Mahmud’a sundum ki o, affedilmiş merhum Kadı,
Hakkı ve dinin dayanağı Muhammed’in oğludur ki o da büyük efendi, iki
âlemde kadıların en kadısı, millet ve dinin ışığı Abdülaziz’in oğludur.
Allah geçmişlerinin kabirlerini aydınlatsın, geleceklerini kat kat
zengin etsin! Benim üzerimdeki bazı hakları sebebiyle, güzel yâd ile
onları anarım ve geçmiştike maddî yardımları için en güzel şükürle
onlara şükrederim. Mahmûd ibn Muhammed ibn Abdilaziz
söz konusu müşanakaşa ve inceleme meclisinde hazırdı ve benden iki
görüşten hangisinin kabul ve tasdike daha lâyık olduğunu bekliyordu.
Güçlü ve kuvvetli ancak Allah’dır. Yardım istenen ve kendisine sığınılan
O’dur.
BİRİNCİ GİRİŞ: (PEYGAMBERLİK VE VELİLİK)
I— Bil ki, nübüvvet (peygamberlik),
haber demek olan “nebe-e”den veya sakınma demek olan “nübüvve”den
türemiştir. Bu iki mânâda nebî (peygamber) de vardır; çünkü o, ilâhî
haberler ve onların hususiyetlerinden haber verir ve şeytanî fısıltılar
ve onların hilelerinden sakınır.
II— Deyim olarak nübüvvet, ilâhî emirle,
dış dünya ile ilgili gizli mânâların ve şer’î hükümlerin peygambere
vahyedilmesi olayıdır. O halde nebî (peygamber) Allah’ın emriyle,
insanları ezelde kendileri için takdir edilmiş yetkinliğe çağırmak için
ilâhî Zât’tan, zatî sıfatlardan, gizli mânâlardan ve şer’î hükümlerden
haber veren demektir. Nebî, büyük resuller (peygamberler) gibi şeriat
getiren olur; Mûsâ (A.S.)’m şeriatına tâbi İsrail Oğullarının
Peygamberleri gibi olmaz. O zaman nübüvvet, teyidi ve tevfikiyle
desteklenmiş kul hakkında Allah’ın verdiği bir görevdir, ilmi ezeldeki
Sabit Özde bunun bir karşılığı vardır.
III— Velîlik, yakınlık demek olan
“velî”den türemiştir. Deyim olarak velîlik, Allah’a yakınlık ve ilâhî
ahlâkla ahlâklanma demektir. Genel ve özel olarak iki kısma ayrılır.
Genel velîlik, Allah’ın: “Allah, inananların dostudur”
(Kur’ân: Bakara, 257) âyetinde belirttiği gibi salih amel işleyen
herkese şâmildir. Özel velîlik, Allah’da yok olan ve Onunla yeniden var
olan kimseye ait bir özelliktir. O halde velî, beşerî sıfatlardan yok
olmuş ve ilâhî sıfatlarla sıfat-lanma ile yeniden varolmuş kimsedir.
IV— Nübüvvet
(peygamberlik) Allah’ın Zahir ismindendir. Velîlik ise Bâtın
ismindendir. O halde velîlik, nübüvettin bâtını; nübüvvet de onun
zahiridir. Bunun için her nebî, velîdir; fakat her velî, nebi değildir.
Nebi, bâtına taalluk eden veliliği yönünden istidadının istediğini
Allah’dan alıcı olduğu, gibi zahire taalluk eden nübüvveti yönünden de
ümmetine tebliğ edicidir. Nebî, nü-büvetti olmayan velîden daha
şereflidir. Eğer nebînin velîlik ciheti nübüvvet cihetinden daha şerefli
ise, o zaman velîliğin ciheti Hakk’a, nübüvetinin ciheti halka yönelik
demektir. Nebî ve velînin herbiri vasıtalı veya vasıtasız olarak ilâhî
Hazret’ten gizli mânâları alan ve onlardan kendisine inananlara haber
verendir. Ancak velînin zıddına nebî aldığı haberleri tebliğ etmekle
görevli, emredilen ve yasaklanan herşeyle hükmedicidir. Bunun Allah: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et’ (Kur’ân: Mâide, 67)
“Sana ancak tebliğ etmek düşer’ ‘“, “Sen, sadece bir uyarıcısın’ “ şeklinde
belirtmiştir. İşte bununla nebî velîden ayrılır. Velî, ister nebînin
aldığını Allah’dan alabilen büyük velîlerden olsun-ister olmasın, zahir
yönünden nebîye tâbi olması gerekir.
Evliyalardan Kutb,
İki İmâm, Dörtler,
yedi iklimi idareyle görevli Yedi Budelâ (Abdal)
ve onların devamı Üçyüzaltmışlar gibi
zamana bağlı olmayanlar vardır ki, eksiksiz ve fazlasız Kıyamet Günü’ne
kadar (silsilevî olarak) devam ederler.
Şeyh’ki Allah ondan razı olsun, geniş bir şekilde bunu “Futuhât’ta
açıkladı, sırlarıyla birlikte mertebelerini zikretti. Sözün özünü
anlattık, uzatmaktan korkarak teferruata girmedik. Şüphesiz Allah en iyi
bilen Hükümdardır.
İKİNCİ GİRİŞ: HAYAT SUYU’NUN AÇIKLANMASI
I— Bilki, su, çok akıcı, hissedilir cevher için kullanılan bir kelimedir. İbn Abbas’ın Allah’ın “Gökten bir su indirdik’ âyetindeki suyu, ilim olarak tefsir ettiği gibi, su ile ilim kasdedilir. Aynı şekilde onunla Küllî Heyûlâ
kasdedilir, ki bu, harflerin çıkış yerlerindeki titreşimi esnasında
insani harfler ve kelimelerin suretleri insan nefsinde meydana geldiği
gibi, ilâhî kelimeler veharflerin suretleri kendi üzerinde meydana
gelmesinden dolayı mutasavvıfların dilinde “Rahmânî Nefes” olarak da adlandırılır.
II-Allah Teâlâ: “Arşı su üstündedir’ “ diyor.
Arş, mülktür. Şüphesiz mülk âleminin suretleri melekût âleminin
üzerindedir. Aynı şekilde onların hepsi bütün suretleri taşıyan Heyûlânî
Cevher üzerinde hâsıl olmuştur. Eğer Arş, yedi gök üstündeki Kürsî
Feleğinin üstünde olan Atlas Feleği ve Su üstünde olan Ateş ve Hava
küresidir dersek, bu daha önce söylediğimize çelişki teşkil etmez. Çünkü
bu suyun sureti aynı şekilde bu Heyûlânî Cevher üzerindedir ve
akılcılığı bütün eşyadadır. Nefesin, nefes verenden manevî ve maddî
bilgiler kazandığı gibi eşyadaki hayat, hakikî hayatın aslı olan Rahmânî
Hazret’ten bu cevheri kazanmakla hakikî bir hayata doğru yol alır.
Bunun için Allah’ın Resulü — salat ve selâm üzerine olsun — ashabiyle el
sıkışırdı, tâbiûn, ilk Müslümanlar ve sâlihler — ki Allah onların
hepsinden razı olsun — duadan sonra hasta arkadaşları üzerine
üfürürlerdi. Allah Teâlâ’nın “Kabarık Deniz” yani taşkın, sözündeki denizin su için kullanılması O’nun “Arş’ı su üstündedir”
sözündeki sudan kasdın Heyûlânî Cevher olduğunu söylememizi
doğrulamaktadır. O halde Heyûlâ, hiçbir şeyin suretinden boş olmayacak
biçimde bütün eşyanın suretiyle dolu olan şeydir.
III— O halde hakikî Hayat Suyu,
nurânî ve karanlık olan perdeleri açmış ve beşerî kirliliklerden
temizlenmiş kutsî kişilere, çok bilen ve haberder olan Hazret’ten akan
Ledünnî İlim demektir. Bu akıcı cevherin, hayatsız herhangi bir
cevher olduğu sanılmasın. Dış dünyada bir varlığa sahip olan her şeyin
bir çeşit hayatı vardır. Bu sözün anlamını “Mukaddimâtu Şerhi’l-Fusus” da
açıkladık. Şüphesiz hayat, canlı varlığın vücudunda görünür; bu vücudun
yokluğuyla, gizli kalır. Gizliliği mutlak olarak yokluğunu gerektirmez.
Bunun için Allah Teâlâ: “Gökte olanlar da yerde olanlar da
Allah’ı tesbih ederler’” “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey
yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız’” Anlamayanlar,
Hakk ve sırlarından, varlık ve bazıları diğerlerinden farklı alâmetler
ile tezahür etmiş nurlarından gözleri perdelenmiş kimselerdir. Kalbleri
aydınlanmış ve hakikî hayata kavuşmuş, mükâşefe ehline gelince, bütün
varlıkları yaşayan ve tesbih edici görürler. İbn Mes’ud — Allah
kendisinden razı olsun — “Yemek yiyorduk ve tesbihini işitiyorduk” dedi. Tesbih edici olmak, ancak yaşayan olmakla olur. Şeyhimiz’— Allah kendisinden razı olsun —
“İçini yaşatan, ölü o’an her varlığı diri görür” dedi.
IV— Bu mânânın hakikatini, ancak hayatın
hissî cismânî ister cisim basit ister mürekkep olsun, nefsânî, kalbî,
ruhanî ve aklî mertebeleri olduğunu bilen bilebilir. Bu mertebelerin en
yükseği Teklik’teki Zâtın varlığı olan Zatî Hayat’tır; sonra isimler
mertebesi olan Birlikteki hayattır. Şüphesiz aklî cevherin hayatı, hissî
hayat cinsinden değildir. En aşağı hayat mertebesi hissî hayattır.
Hayatı, mertebelerinin en yükseğine kullanma en aşağısına kullanmaktan
daha doğrudur. Daha sonra ona en yakın olanlar gelir. En yakını, temiz
ruhun ve aydınlanmış kalbin hayatıdır. Bu ancak yakîni ilim ve hakikî
şuhûd ile olur. Bunun için kâfirler, hissî hayatla diri olmalarına
rağmen, Allah’ın şu âyetlerinde belirtildiği gibi: “Sen ölülere
şüphesiz işittiremezsin” “Sen, kabirlerde olanlara işittiremezsin”
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden akıl erdiremezler”
ölü olarak kabul edilmişlerdir. Hissî kuvvetleri olmasına rağmen,
kâfirlerin işitmeleri, görmeleri ve düşünmeleri körelmiştir. Bunların
yokluğu sebebiyle varlıkları mükemmel olmasına rağmen, hakkı inkârları
ve şirkleri vardır.
V— Bakî hakikî hayat diye nitelenen
hayata gelince; bu, arifelere hâsıl olan ilmî hayat, ceberûtî ve
melekûtî hayata cinsinden olan en mükemmel hayattır; geçici dünya hayatı
değildir. Bunun için İlyas aleyhisselâm hakkında meleklere ve onların
derecelerini kazanıncaya kadar, onaltı sene uyumadan ve yemeden kaldı,
dendi. Bu dünyevî görünümdeki maddî bedende, bu dünyevî görünümdeki
hakikî tabiatının yokluğuyla şahsın ebediyen ölmeyecek şekilde kalması
mümkün olmamakla birlikte, uhrevî görünümdeki varlığıyla şahıs ebedî ve
daimî olabilir. İsâ aleyhisselâm gökte diridir, çünkü uhrevi bedenledir.
Bunun için Allah, “Beni aralarından aldığında onları sen gözlüyordun. Sen her şeye şâ-hitsin(Kur’ân
maide, 117).” Söylediklerimiz, anlamak isteyenlere yeterli bir inceleme
ve işaret değildir. Bakî Yaşayan şüphesiz Allah’tır. Ve O’nun dışındaki
her şey ölümlü fânidir.
ÜÇÜNCÜ GİRİŞ: KARANLIKLARIN İNCELENMESİ
I— Bilki, nur ve karanlık iki zıt şeydir.
Nur, kendisi görünen ve başkasını gösterendir. Karanlık, onun
karşıtıdır; kendisi gizli olan, başkasını ve hakikî nuru gizleyendir.
Hakikî nûr ve bütün nurların kaynağı, ilmî ve haricî varlıkların
kendileriyle göründükleri oluşsal varlığın ve ilmî nurun kendisinden
geldiği ilâhî Zât’tır. Allah Teâlâ, âyette: “Allah, göklerin ve yerin nurudur”
demiştir. Allah’ın imkân ile vasıflanması ve Rahman nuruyla vâcib
olması nisbetinde, Allah’ın Başka ve Diğer isimlerine yüklenen her şeyde
Allah’ın Zâtı için, kendisiyle Mutlak nurdan ayrıldığı göreli bir
karanlık — ki bu, Peygamberin “Allah, yarlığı karanlıkta yarattı, sonra üzerine nurunu serpti o nuru elde edebilen kurtuldu, elde edemeyen dalâlette kaldı”
şeklindeki sözüyle işaret ettiği -imkânî karanlıktır ve kendisiyle
perdelendiği zatî ve vücudî bir nur vardır. Bunun için Allah Teâlâ: “O’nun nuru içinde kandil bulunan bir fenere benzer” âyetinde
her bir yaratıkta bulunan nur mertebelerine işaret vardır. O halde
kandil için bir nurluluk ve cam için bir nurluluk vardır. Bundan dolayı,
her ikisi de, nurânî parlak yıldızlara benzetilmiştir. Sonra Allah: “Neredeyse, ateş değmese bile, yağın kendisi aydınlatacak” dedi; bu, yağdaki nurluluğun varlığı demektir. Sonra Allah “Nur üzerine nurdur” sözü ile bunu açıkladı. Bununla Allah’ın aslına açık delil bulan Kendisi’ne kavuşur; “Allah dilediğini nuruna kavuşturur”
II— Ceberut varlıklardan heybetli
melekler ve nurlu akılların ilk saflarındaki varlıklar gibi, kendisinde
imkânî yönü azalan her şeyin karanlığı ağırlaşır ve nurluluğu artar.
Sonra melekût varlıklardan nâtık mücerred nefisler, maddî nefisler ve
onlara bağlı olan varlıkların sınıflarından onlara derece derece daha
yakın olanlar gelir. Cisimlerde olduğu gibi, kendisinde imkânî yönü
artan herşeyin, nurluluğu azalır ve karanlığı artar, Bunun için Allah
Resulü: “Şüphesiz Allah için, nurdan ve karanlıktan yetmişbin
perde vardır. Eğer onları kaldırsaydı yaratıklardan yardımı kendisine
ulaşmayanın yüzünün izleri yanardı” demiştir.
III— Allah, perdeleri nurlu ve karanlık
olmak üzere ikiye ayırdı. Yüksek ruhanî varlıkların karanlıkları
azaldıkça ve Yaratanına yakınlıkları sebebiyle idrak edilememeleri
yönünden o perdelere nurânî perdeler denir. Cisimlerle, karanlık
kesîfleşir. Nurun mertebeleri gibi, karanlıkların da mertebeleri vardır.
Yeryüzünün güneşe dönük kısmının nasıl ışıkla aydınlandığını görmüyor
musun? Sonra bunu, aydınlığın zayıfladığı ve hissediriliğinin azaldığı
yansımayla aydınlanmış kısım takip eder ve nihayet güneşin cismindeki
ışığa karşıt olan kuvvetli karanlık kısmı gelir.
IV— Nurlar, aklî, ruhanî, manevî ve cismânî olduğu gibi, karanlıklar da aynı şekilde aklî, ruhanî, manevî ve cismânî olur.
Birincisi ilâhî nurla aydınlanmış aklın nuruna karşıt olan vehimle karışmış aklın karanlığı gibi olur.
İkincisi, beşerî pislik ve bağlardan
arınmış kutsî ruhların nuruna karşıtı olan, müşriklerin ve küffarın
nurları gibi aydınlanması mümkün olmayan kirli ve kararmış cesetlerdeki
hapsedilmiş ruhların karanlığı gibi olur.
Üçüncüsü, tevhîd, imân ve güzel amellerin nurlarına karşıt olan, şirk, küfr ve günah karanlığı gibi olur.
Dördüncüsü, güneş, ay ve diğer yıldızlar
gibi aydınlatıcı cisimlerin nuruna karşıt olan eşyayı taşıyan arzın
karanlığı gibi olur.
V— O halde, karanlıkların en yüksek
mertebesi, kirli akılların, müşrik ve kâfir ruhların karanlığıdır. Sonra
manevî karanlıklar gelir; sonra da cismânî karanlıklar gelir. Bunun
için Allah’ın Resulü dünya ateşi hakkında: “O yetmiş defa yıkandı sonra
dünyaya indirildi’ “ dedi. Bunda, uhrevî nurânî ateşin, kıyaslanmayacak
kadar bu ateşten yakma kuvvetinde ve tesirde daha şiddetli olduğuna
işaret vardır. Aynı şekilde, ruhanî karanlıklar da, bu hissî ve cismânî
karanlıktan, perde olmada daha kuvvetli, gizlemede daha büyük ve
şiddetlidir.
VI— Yerin gölgesi, tepesi ay feleğinden
daha yüksek olan ve tabanı arzda bulunan huni şeklindeki bir
karanlıktır. Yaklaşık olarak arzın yarısı, güneş ışığının yokluğu
sebebiyle karanlık olur; diğer yarısı veya yarıdan fazlası güneşe
dönüklüğüyle aydınlıktır. Lakin arzı kuşatan güneş feleğine hareket
verici Atlas feleğinin günlük hareketi sebebiyle her iki kısımdaki nur
ve karanlık devamlı olmaz. Yarıdan fazlası dedik; çünkü astronomi
ilminde güneş küresi yer küresinin 164 misli olduğu açıklanmıştır. Eğer
bu bilgi doğruysa, yarıdan fazlası güneşe dönük olur ve aydınlanır. O
halde yeryüzünde güneş ışığının kendisine ulaşmadığı hiçbir şey yoktur.
Evet, gündüzü uzun olan Kuzey Kutbu gibi bazı bölgelerde, güneş diski
yuvarlaklaşır, gündüzü ve gecesi altı ay olur, çünkü hadîd noktasındaki
güneş azamî meyline kadar üç ay geçer ve iniş halinden batışına kadar da
üç ay geçer. İniş halindeki güneşin, en uzak noktaya ulaşıncaya kadar
başka bir üç ay daha geçmez ve sonra ufka ulaşır. Bu bölgede gündüzleri
sıcaklığın çokluğu ve gecelerin soğukluğunun çokluğu sebebiyle canlı az
bulunur. Arzın Güney Kutbu’ndaki bölgeler su içinde olup, orada karanlık
görülmez. Kuzey Kutbu’ndaki yerde karanlık devamlı değildir. Kuzey
Kutbu (denizinin bazı batı bölgelerinde çoğu zaman su buharlarının
çokluğuyla sis bulunur. Orada güneş ışığı azalır; fakat katı bir
karanlık olmaz. Bu konuda ilmi olmayan bu mânâyı anlamaz. Doğruyu en iyi
bilen Allah’dır.
DÖRDÜNCÜ GİRİŞ: KARANLIKLARDA YÜRÜME ŞEKLİ
I— İçlerinde yürünen karanlıkların hissî
karanlıklar cinsinden olmadığı açıklandığında, onlardan kastın, ruhanî
ve manevî karanlıklar olduğu ortaya çıktı. Bu karanlıklar hakikatları ve
bâtınları kendisinden içenin asla susamayacağı ve iki âlemde diri ve
mes’ut kalacağı Hayat Suyu’nun kaynağı olan Rahmânî Nefes’te son bulan
varlıkların varlıksal karanlıklarıdır. Bu su, herkeste vardır; fakat
perdelenmişler bunu anlamazlar. Derin Şeyh Evhâdüddin, Allah sırrını
kutlu kılsın, bazı Farsça şiirlerinde şöyle der:
“Ey gönül! Mânâlar sırrının sözü sendedir,
Aradığın o şey, sendedir,
Kendi bedeninin karanlıklarını idrâk et,
Hayat Suyu sende olduğu halde, ölüyorsun.”
Hayat Suyu’na zevkli ve vicdanî bir
şekilde ulaşmak, ancak gayreti gerektiren fena, başkasılıkla
(el-gayriyye) sıfatlanmayı gerektiren belirlenme ve Allah’ın var edici
sıfatıyla vasıflanma yoluyla olur. Bu da, ilm-i sulukta açıklanan bütün
makamlar ve menzilleri katetmeyle olur.
II— O hade, gözden hiçbir şeyin gizli
kalmayacak şekilde bu makamlara ulaşma yöntemini kısaca açıklayalım.
Deriz ki: Tasavvuf yolunda Yürüyen (sâlik) ya başlayan, ya ortada olan,
ya da sona ulaşmış kâmil birisi olur. Başlayan, nefis menzilinde yürür.
Ortada olan kalb menzilinde yürür, sona ulaşan kâmil, ruh menzilinde
yürür. Yürüyenin, bu makamları katetmede ve Allah’ın zâtından perdeleri
kaldırmada bu üç mertebeyi derinleştirmeden başka hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur. Bu üç mertebe, tüm yürümenin (sülûkun) yöntemidir.
III— Başlayanın yürümesi, önce alıştırma
ve uyanıklıkla, sonra günahlardan tövbe, ibadetleri işlemekle Allah’a
dönme, sonra vera, zühd, takva ve benzeri şeylerle olur. Eğer kalbinde,
irade, tevekkül, rızâ, teslîm, işi Allah’a bırakma, korku, huşu ve huzu
hâsıl olursa o zaman nefsin makamının fenası kemâle erer. Bu da
fiillerde fenadır. İlâhî sıfatların ışığıyla aydınlanır ve onunla kalbi
nurlanır. Kendisine, muayene, mükâşefe, müşahede, marifet, yakîn ve bu
makamlardan benzer şeyler hâsıl olur. Ve bununla fiillerde fena
tamamlanır. Böylece nefis toprağında bulunan nefsânî sıfatların kökleri
kurur. Sonra eğer, hakikî sevilenin sıfatlarının nurundan yaratıcısını
isteyen kutsî nefis bir şey isterse, Zatî cemâlin nurları zuhur ederse,
onda şevk, iştiyak, vecd, sukr (sarhoşluk), zevk, aşk, muhabbet ve mevce
hâsıl olur. Sevilenin sıfatlarında sevenin sıfatlarının fenâlığıyla
sıfatlarda fena demek olan kalbî fena hasıl olur. Sonra eğer Zât,
Birlik, başkalık ve ikilikten uzak Kahhâr’la tecelli eder, seven tamamen
yok olursa zatî Teklikle Hakk’ın görünmesi vasıtasıyla seven sevilenin
özünde yok olursa, o zaman zatta fena demek olan ruhanî fena hâsıl olur.
Sonra eğer fenanın görünmesi tamamen yok olursa ve asalet ile
başkasılık tesiri kesilirse ilâhî zât “Bugün hükümranlık kimindir? Güçlü ve Tek Allah’ındır” nidasiyle
tecelli eder ve böylece de yürüyene büyük kıyamet hâsıl olur. Sonra
eğer Hakkanî Bakî Vücud ile ikinci defa var olursa, Hasrı ve Neşri
meydana gelir. Sonra iki dünyaya diri ve bakî olarak bir daha
gönderilir. Üzerine ölüm uğramaz, istediği şey kendisine verilir.
Böylece kendisi, cismânî, misâlî, rûhânî âlemlerin hepsinde görünmeye
başlar ve tek bir anda çeşitli mekânlar ve sayısız memleketlerde
görünebilir. Eğer bu makamlar bilinirse, şüphe ve sekten olan mâniler
ortadan kalkar.
(MAKSAD: HIZIR’IN DURUMU)
I— Deriz ki: Hızır aleyhisselâm,
Allah’ın Zât, İsimler ve Sıfatlar semasına nisbetle, yeryüzü durumunda
olan varlıkların karanlıkları âleminde yürümüş kutsî ruh sahibidir.
Allah Teâlâ’nın: “Katımızdan ona bir ilim öğrettik” dediği
gibi, ilm-i ledünnî denen hakiki hayat suyunu kazanmıştır. Hızır’ın,
ilâhî izinle, ilâhî Zât’tan, gizli manâlardan haber vermesine Allah’ın
şu sözü delildir: “Ben bunları kendiliğimden yapmadım”; yani çocuğu öldürmek, gemiyi delmek, duvarı yıkmak ve Hızır’ın yaptığı diğer bütün işler.
II— Hızır ilâhî izinle şüphesiz nebidir;
fakat kendisinin şer’i nübüvveti yoktur. Şer’î nübüvvetin yokluğundan,
nübüvvetinin yokluğu lâzım gelmez. Özelin olumsuzluğundan genelin
olumsuzluğu çıkmaz. Şeriatı olan nebinin zahir hükümlerine tabi olması
yönünden Hızır, Mûsâ aleyhisselâmın nübüvveti boyunduruğu altında olan
İsrail Oğullarının nebilerinin geride kalanları gibidir. Bâtın yönünden
şeriat koyan nebînin Allah’tan aldığını alıcı olsa bile, zahir yönünden
şeriat getirenin emrettiğine tâbidir.
III— Hızır’ın daimî olarak var olmasına
gelince; bu, onun hakikî vücudun özüne ulaşmış ve cisimliğinin nurânî
melekût veya beşerî pislikten temizlenmiş cisme olmasındandır. Sahih
hadislerinde ve Kur’ân’da belirtildiği şekildeki çok letâfetli olarak
ahiret âleminin gerektirdiği şeylere sahip olan uhrevî ölüm ve fenayı
asla kabul etmedi. Bir anda sayısız şekillerde ve çeşitli suretlerde,
hissî, misâlî, melekût, ruhanî, ceberut âlemlerinin hepsinde
görünebileceği kudretle sıfatlandı. Boğulanların imdadına yetişmesi,
helak olanların kurtarılması, eksik olanları tamamlaması, sapıkların
irşadı, manevî yolda ve hissî gidişlerde yoldan çıkmışların hidâyeti
gibi, Allah’ın zuhurunu istediği şeyleri yapmaktan kaçınmaz. Hızır,
büyük ve küçük pisliğe ihtiyaç duyan maddî, dünyevî bir bedenle artık
mevcut değildir. Küçük insanî varlığı hakkında zevkî ilmi ve irfanı var
olduğu gibi, iki âlemin mutabıkı ve uygunluğu sebebiyle, büyük âlemde
olan şeylere ait bilgisi de aynı şekilde zevkî ve vicdanîdir.
IV—İskender, Allah kendisine acısın, hakkında, “istedi fakat elde edemedi”
dendi. O, yürüyen, fakat kabiliyeti hakikî vusûla yetmeyen ve
uluşamayan kimse gibidir. O halde her isteyen bulamaz, her bulan
yaratıcısını bilemez, yaratacısını her bilen değerini takdir edemez.
Bunun için, “Değerini bilip haddini aşmayan kula Allah acısın” denmiştir.
V— Allah bizi Hayat Suyu’ndan
içenlerden, karanlıklardan nura çıkanlardan, kemâl makamını
kazananlardan, nefislerinf öldürenlerden ve Büyük Muteâl ile bakî
kalanlardan eylesin.
İşte, açıklanmasını istediğimiz şeyin sonu.
Âlemlerin Rabbı olan Allah’a hamd olsun.
Selâm, yaratıkların en hayırlısı ve O’nun hakîkatının görüntüsü olan
Muhammed’e, ailesine, iyi ve temiz olan arkadaşlarına olsun.
AÇIKLAMALAR
I.GİRİŞ: PEYGAMBERLİK VE VELİLİK
II— Türkçemizde nebî ve resul kelimeleri
için ayrı ayrı karşılık olmadığından ötürü, her ikisinin de Farsça
asıllı peygamber kelimesiyle karşılamak zorundayız. İslâm âlimlerinin
çok azı nebî ile resul arasında hiç bir fark olmadığı görüşündedirler;
bu durumda her iki kelimeyi peygamber olarak tercüme etmede bir mahzur
yoktur. Fakat çoğunluk, ki metinden anlaşıldığı gibi Dâvûdu’l Kayserî da
bu çoğunluğa dâhil, nebî ve resul arasında fark görmektedirler. Şöyle
ki onlara göre her resul, nebîdir; fakat her nebî resul değildir. Çünkü
resul daha dar bir anlamda sadece yeni bir dini ve şeriatı olan
peygambere denir. Hâlbuki nebî, ister yeni bir din ve şeriat getirsin,
ister getirmesin her peygambere denir. Meselâ Hz. Musa aleyhisselâm yeni
bir din ve şeriata sahip olduğundan nebî hem de resuldür; fakat
kendisinden sonra gelen İsrailoğullarının peygamberleri yeni bir dine
sahip olmaksızın Musa’nın dinine uyduklarından, onlar sadece nebidirler.
İşte bu mânâ ay-rılığın göz önüne alan Dâvûdu’l Kayserî, gerçek nebînin
büyük peygamberler (resuller) olduğuna dikkat çekiyor.
Nebînin çoğulu enbiya, resulün çoğulu
rusuldur. Resul mâna-sındaki peygambere Arapça’da bir de mürsel kelimesi
kullanılır ki, Türkçemize yine peygamber olarak çevrilir. Mürselin
çoğulu, mürselîndir.
Paragrafın son cümlesinde Dâvûdu’l
Kayserî, Allah’ın peygamber olarak vazifelendirdiği kimsenin Sabit
Özünde (Ayan-ı Sabite) bir karşılığı var demekle, o kimsenin peygamber
olacağı ezelde Allah tarafından biliniyordu, demek istiyor. Çünkü
Dâvûdu’l Kayserî gibi Vahdet-i Vücudcu düşnünürlere göre, her varlık
veya insan bu dünyada var olmazdan önce onun kopyası maddi olmayan “Sırf Özler” denen bir alemde var olmuştur. O âlemde nasılsa ve neyse, bir varlık bu aleme olduğu gibi gelir.
III— Dinin emir ve yasaklarına gereği
gibi uyan herkes, Allah’ın yakını ve dostu (velisi) dur. Buna genel
velilik denir. Tasavvufta bir de başka vellik vardır ki, bu özel velilik
olarak adlandırılır. Bu, sadece dinin gereklerine harfiyen uyan bir
mutasavvıf değil, aynı zamanda kendi beşerî sıfatlarından temizlenmiş,
çeşitli nefis mertebelerinden geçmiş olarak Allah’ın sıfatlarıyla
sıfatlanmış olan mutasavvıf demektir.
IV— Bu paragrafta peygamber ile velî
arasındaki farklara işaret edilmektedir. Peygamber, Allah’ın Zahir
(Görünen) isminin tecellisi; velî ise, Bâtın (Gizli) isminin
tecellisidir. Bu bakımdan peygamber ve velî Allah’dan bilgiler ve
emirler alırlar. Bir peygamberin peygamber olarak aldığı şeye vahy denir
ve o bunu insanlara bildirmek zorundadır. Velînin aldığı şeye ilham,
feth ve hads denir ki, onun bunu insanlara bildirme zorunluluğu yok-tur;
gizli tutabilir veya bu mânâları anlayabilecek olanlara açabilir. Her
ne olursa olsun, velî dinde peygambere uymak ve ona tâbi olmak
zorundadır. İşte bu yönden peygamber her zaman daima velîden üstün ve
şereflidir. Her peygamber velî olduğu halde, her velî peygamber (nebî)
değildir; çünkü onun peygamberliği yoktur.
Peygamberlik, Hz. Muhammed ile son bulduğu halde, velilik onun veliliği ile devam etmektedir.
Ümmetinin velileri onun veliliğinden miras almışlardır. Mertebe
bakımdan en üstün olan veliye Kutb denir. Her zamanda sadece bir Kutb
bulunur. O’nun biri sağında diğer solunda olan ve onun yardımcısı
durumunda olan iki veli vardır ki, onlar “iki imâm”
olarak adlandırılır. Bir zamanda sadece iki imâm bulunur. Kutb ölünce
onun yerine sağındaki imâm geçer, o Kutb olur. Sağdaki imâmın yerine
soldaki imâm geçer. Onun da yerini aşağı mertebeden bir veli yükselerek
doldurur. Onların altındaki bir mertebede dört önemli velî vardır ki,
onlara “Dörtler” adı verilir. Onların da altında yedi veli vardır. Onlara da “Yedi Budelâ”
ismi verilir; vazifeleri yedi iklimin kozmik idaresinden sorumludurlar.
Onlardan sonra da önem sırasına göre, Kırklar, Altmışlar ve nihayet Üçyüzaltmışlar
gibi diğer veliler silsilesi gelir. Mutasavvıfların inancına göre, bu
veliler hiyerarşisi, her zaman mevcuttu ve kıyamete kadar böylece devam
edecektir. Onlar, Allah’ın kâinatı yönetmede kullandığı gizli güçler ve
vasıtalardır.
II. GİRİŞ: HAYAT SUYU’NUN AÇIKLANMASI
I—II—Osmanlı Türkçesinde Âb-ı Hayat ve
Hayat İksiri diye tabir edilen Hayat Suyu, bildiğimiz akıcı maddî su
değildir. O, ilim, evrensel ilk madde (el-heyûlâ el-kullî), hakikî hayat
ve ilâhî nefes (en-nefes er-rahmânî) demektir. Burada ilim, III. paragrafta de belirtildiği üzere, varlıkların Allah’ın ilim sıfatındaki metafizik ilimi, ilm-i ledünnîsidir.
Evrensel ilk madde ve ilahî nefes denmesine gelince; Allah varlıkları
ezelî ilminde bildiği şekilde onlara “Ol” diyerek hitab etmesiyle
yarattığı için, onların asıllarının Allah’ın ilim sıfatında toplu olarak
ezelden beri var olmasından ve yaratırken Allah’ın onlara “Ol” diye
emir verirken, âdeta bir nefes almasına benzetilmesindendir.
O halde, Hayat Suyu, metafizik mânâda
varlık, bilgi ve hayatın ayniyeti demektir. Mutasavvıfların bu varlıksal
ilmi suya benzetmelerinin sebeblerinden birisi, nasıl maddî su canlı varlıkların hayat kaynağıysa, Allah’ın ilmi de bütün varlıkların özü, aslı ve kaynağı olmasıdır. İkincisi,
maddî suyun da aslının yine bu Hayat Suyu denen ilimde bulunmasından ve
nasıl maddî su akarken toprakta iz bırakırsa, Allah ilmini “Ol” emriyle
dışa vurunca bu ilmin, âdeta su gibi akmasıyla varlıklar şeklinde iz
bırakmasındandır. Allah’ın “Ol” emriyle varlıklara âdeta nefes vermesi,
peygamberin veya salih bir Müslümanın hasta birine dua etmesi ve bunu
onun üzerine üflemesine benzetiliyor. Nasıl üfleyenin nefesi hasta
üzerinde psikolojik bir tesir yaratarak şifa verirse, Allah’ın ilmi
üzerine “Ol” emriyle nefes vermesi, ilmin varlık olarak dış dünyada
tazahür etmesine sebep olur. Allah’ın ilminde bütün varlıkların şekli
(formu) bulunduğundan, bu ilâhi ilme veya Dâvûdu’l Kayserî’nin tabiriyle
Hayat Suyu’na, Heyûlânî Öz (el-cevher el-heyûlânî) de denir.
III— IV— Her şey, Allah’ın ilminin
tecellisi olduğundan, her şey canlıdır. Fakat bu canlılık bizim canlı
olarak adlandırdığımız varlıklarda hissedilir mânâda en yüksek seviyede
ortaya çıktığından, biz sadece onlara canlı diyoruz, diğerlerine değil.
Halbuki mutasavvıflara göre, her varlık canlıdır. Onların canlılık
dereceleri birbirlerinden farklı olduğundan biz onları açıkça
anlayamıyoruz. Canlılığını anlayamadığımız varlıklara cansızlar olarak
bakıyoruz.
Dâvûdu’l Kayserî, onlar ister mürekkeb
olsun isterse basit olsun, varlıkların çeşitli hayat veya canlılık
dereceleri olduğunu söylüyor. Bunlar, hissî, cismânî, nefsanî, kalbî,
aklî ve ruhî hayattır. Bizim normalde canlı dediğimiz şeyler,
hislerimiz, varlığımız ve cismimizle canlılığını görebildiğimiz
varlıklardır. Halbuki hakikî mânâdaki hayatın bunlar, en aşağı
tabakasını teşkil ederler. Hakikî hayat ise, insanın ilm-i ledunnîye
ulaşması veya başka bir tabirle Hakikî Hayat Suyu’ndan içmesiyle elde
edilir. Bunu elde eden insan o zaman her şeyin canlı olduğunu anladığı
gibi, hakikî hayatın yüksek mertebelerine de erişir. Bunun en yüksek
mertebesi Ariflerin şuhûd mertebesinde eriştikleri zatî hayattır.
V— Hakikî hayat o halde, Hayat Suyu’ndan
içmekle elde edilen ilim hayatıdır. Bunu elde eden, velevkî maddî
bedeniyle ölse bile, yeni bir, yani uhrevî, bedenle diri ve bakî kalır.
Veya maddî bedeniyle bile ölmeden, kazandığı gerçek hayat ve ilim
sebebiyle onun gerektirdiği kozmik bir bedene, maddî veya dünyevî bedene
dönüşür ve böylece diri kalabilir. Hz. İIyas, Hz. İsa ve Hızır’ın
durumlarında olduğu gibi.
III. GİRİŞ: KARANLIKLARIN İNCELENMESİ
I— Dâvûdu’l Kayserî ışık (nûr) ve
karanlık (zulmet) kavramlarının fizikî tariflerini yaptıktan sonra,
bunların metafizik anlamları üzerinde durmaktadır. Allah “Diğer”
(el-Ğayr) ve “Başka” (el-Sivâ) ismiyle yaratıklardan tamamen ayrı ve
başka olmasından dolayı, bütün varlıklar Allah’ın Zâtı için perde teşkil
eden karanlıklar mesâbesindedirler; velev ki bu varlıkların bazıları
çeşitli derecelerde kendiliklerinden ışıklı ve ısıtıcı olsalar ve
onların ışıkları Mutlak Işık olan Allah’ın Zât’ından kaynaklansa bile.
Ancak varlıkların tabiatları icabı olan nurlulukları ve karanlıkları,
mutlak ve hakikî olmadıkları için, Allah’ın varlığına perde olmaları
izafî (göreli) dir. Bundan dolayı, nefsini kötülüklerden arındıran,
çeşitli hal ve mertebelerden geçebilen sûfî bu aydınlık ve karanlık
perdeleri sıyırabilir ve manen Allah’ın celâl ve cemâlini müşahade
edebilir.
II—IV Dâvûdu’l Kayserî bu paragraflarda
varlıkların nur ve karanlıklarının çeşitli derece ve mertebelerinden
bahsetmektedir. Varlıkların Allah’a karanlıklarıyla ve nurlarıyla perde
teşkil etmelerinin derecesi, yapılarındaki nurluluk ve karanlılıkla
doğru orantılıdır. Melekler ve mücerred latîf varlıklar gibi rûhâniliği
fazla ve oluşumsal değişkenliği çok az olan varlıklarda nurluluk fazla
ve karanlılık oldukça az, yeryüzü ve ondaki diğer varlıklar gibi
cismanîliği fazla ve oluşumsal değişkenliği fazla olan varlıklarda
tersine karanlılık fazla ve nurluluk oldukça azdır, her varlıkta az çok
karanlılık ve nurluluk olduğu için, varlığın ontolojik yapısına göre
nurlar ve karanlıklar gibi. En kesîf karanlık, yeryüzünün güneş ışığı
almadığı zaman gece meydana gelen karanIıktır. Bu maddî karanlıkların en
kesifidir. Bundan daha da kesîf olan bir karanlık vardır, ki bu
kâfirlerin ve inkarcıların manevî rûh karanlığıdır. En keskin nur,
meleklerin nurudur. Bundan daha da keskin olan bir nur vardır, ki bu,
yüce mertebelere ermiş ulu kişilerin manevî rûh aydınlığıdır.
IV. GİRİŞ: KARANLIKLARDA YÜRÜME ŞEKLİ
I— Dâvûdu’l Kayserî, bu paragrafta,
içinde Allah’ın perdelerini açmak için yürünmesi gereken karanlıkların
hissî, yânî maddi karanlıklar olmadığını; aksine manevî karanlıklar
olduğunu belirttikten sonra, bunların ancak manevî ilim olan Hayat
Suyu’ndan içmekle olacağını ve her insanda bu sudan içme yetisi olduğunu
belirtir. Her insan bu sudan içebilir, yeter ki o, kendisini bu kaynağa
ulaştıracak olan yoluculuğa çıksın ve bu yolculuğun ilmini öğrensin. Bu
yolculuğun ilmine, Dâvûdu’l Kayserî’nin da belirttiği gibi, Sülük
(Yolculuk veya Yürüme) ilmi denir. Yolculuğa çıkana da “Sâlik” denir.
II— III—Bu paragraflarda sâlikin
dereceleri ve her derecede kazandığı makamlar ve haller anlatılmaktadır.
Paragraflar izahı gerektirmeyecek kadar açık olduğundan, sadece
kullanılmış olan deyimlerin anlamlarını vermekle yetineceğiz.
1— NEFİS MENZİLİNDE YÜRÜYEN BAŞLANGIÇ YOLCUSUNA:
a) Yöntemiyle ilgili deyimler:
İntibah: Isındırma, hazırlama
Yekza: Uyandırma, gözünü açma
Tevbe: Günah işlememeye söz verme
İnâbe: Allah’a şuurlu bir şekilde yönelme
İtyân-ı Tâat: İbadetlere ve emirlere sımsıkı sarılmak
Vera: Şüpheli şeylerden kaçınmak
Zühd: Her türlü boş ve gereksiz şeylerden el etek çekmek Takva: Yapılan her işi dosdoğru yapmak.
b) Halleriyle ilgili deyimler:
İrâde: Sulukta azimlilik ve kararlılık
Tevekkül: Yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra neticeyi Allah’dan bekleme
Rızâ: Tecelli ve zuhur eden her şeye gönülden boyun eğme
Teslîm: İlâhî irâdeye sığınmak
Tefviz: Zorluklarda işi Allah’a havale etme
Haşyet: Allah’ın büyüklüğü karşısında gönül üpretisi
Huşu’: Allah’ın huzurunda kalb sessizliği ve sükûnu
Huzû’: Allah’ın Heybeti karşısında gönül açıklığı
c) Makamlarıyla ilgili deyimler:
Muayene: Hakkı perdeler arasından sezme
Mükaşefe: Hakkın perdelerini aralama
Müşahade: Hakkı perdesiz seyretme
Ma’rifet: Hakkın gerçek bilgisine sahip olma Yakın: Hakkın gizli sırlarına vakıf olmak
d) Fenâsiyla ilgili deyimler:
Fenâ-ı Ef âl (el-Fenâ fil-Ef âl): Nefsin
kötülüklerini yok etmek ve Allah’ın fiilleriyle fiillenmek ve böylece
beşerî nefsin noksanlıklarını giderilmesidir.
2- KALB MENZİLİNDE YÜRÜYEN ORTADAKİ YOLCUNUN:
a) Halleriyle ilgi deyimler:
Şevk: Sevginin kabarmasından doğan kalb çarpıntısı İştiyak: İlâhî cemâlin özlemini duymak
Sekr: Tecellilerle sarhoşluk hali
Vecd: Birdenbire ve tesadüfen kalbe inen güzellik ve neşe
Zevk: Tecellilerden duyalan haz
Aşk: İlâhi cemâlin tecelisi ve işvesi karşısında yapılan cilve
Muhabbet: Aşktan sonra doğan çalkantısız sevgi
Mevce: Gönül dalgalanması
b) Fenâsiyla ilgili deyimler:
Kalbî Fena (el-Fenâ’ el-Kalbî): Salikin
kalb eksikliğinin giderilmesi ve beşeri sıfatlarını öldürmesi, ilâhî
sıfatlarla sıfatlanmasıdır. Bundan dolayı, bu çeşit fena aynı zamanda
Sıfatlarda Yokolma (el-Fenâ’ fî’s-Sıfât) adını alır.
3- RÛH MENZİLİNDE YÜRÜYEN YOLCUNUN:
a) Fenâsiyla ilgili deyimler:
Rûhânî Fena (el-Fenâ’ el-Rûhânî): Son
menzili bitiren salikin, rûh eksikliklerini tamamlayarak rûh bütünlüğüne
ermesi ve zatî tecellileri kabule hazır olmasıdır. Zâtını İlâhî Zât’ın
emrine vermesidir. Bunun için bu fenaya, Zatî Fena adı da verilir.
Büyük Kıyamet (el-Kıyamet el-Kubrâ): Zatî fena ile sâlikin tamamen beşerî benliğini kaybetmesidir.
Hakkânî Bakî Vücud:
Sâlikin zatî yokluktan sonra yeniden hakikî vücudla varolmasıdır. Buna
tasavvufta, fenadan sonra beka (el-bekâ bağde’l-fenâ) denir.
Haşr ve Neşr: Büyük
kıyamette sâlikin yeniden dirilmesi ve görünmesidir. Artık bundan sonra
sâlik yeni bir bedene bürünerek çeşitli maddî ve manevî alemlerde
varolmaya (bakî) başlar ve Hızır gibi, oralarda gezmeye ve görünmeye
yetenek kazanır.
MAKSAD: HIZIR’IN DURUMU
I— II— III— Dâvûdu’l Kayserî’ye göre,
Hızır Hayat Suyu’ndan içmiş ve ledünnî ilmi kazanmış hakikî bir
şahsiyettir. Türçemizde, Hıdır ve Hâzır olarak da bazen adlandırılan bu
şahsiyet, Kur’an’da da belirtildiği gibi, Hz. Musa zamanında yaşamıştır.
Birçok kimse onun bir velî olduğu ve halen o zamandan bugüne kadar hiç
ölmeden yaşadığını söylemektedirler. Halbuki Dâvûdu’l Kayserî ve
diğer bazı kişiler onun şeriat sahibi olmayan bir nebî (peygamber)
olduğunu, cismânî bedeniyle öldüğünü, fakat uhrevî bedenle yaşamaya
devam ettiğini savunmaktadırlar. Bazı kimseler de, aslında hiç
böyle tarihî bir şahsiyetin olmadığını, böylece onun tamamen hayalî ve
efsânevî bir şahsiyet ve sembol olduğunu söylemektedirler.
IV— Hızır gibi, başka bir şahsiyet de
İskender’dir. Bazılar bunun Yunan hükümdarı ve Aristo’nun talebesi Büyük
İskender olduğunu söylerken, bazıları ayrı bir ulu şahsiyet olduğu
görüşündedirler. Bazıları da, Hızır gibi tamamen efsânevî bir şahsiyet
olduğunu belirtirler. Dâvûdu’l Kayserî bunun bir tarihî şahsiyet
olduğunu kabul etmektedir. Hızır gibi, Hayat Suyu’ndan içmek için yola çıktığını fakat buna ulaşamadığını belirtir.
Hiç yorum yok