Hz. Ebu Zerr El-Gıfarı
Hz. Ebu Zerr El-Gıfarı (r.anh)
İlk müslümanlardan, sahâbî Ebû el-Zerr, Benû Gıfâr kabilesine mensub olup doğum tarihi bilinmemektedir. H. 31 (M. 651/652) yılında Mekke ile Medine arasında bir yer olan er-Rebeze'de vefat etmiştir. Ebû Zerr (r.a)'in ismi ve babasının adı hakkında kaynaklarda çeşitli isimler zikredilmektedir. Bazı eserlerde İsminin Cündüb b. Cenâde b. Seken, bazı eserlerde Seken b. Cenâde b. Kays b. Beyaz b. Ömer olarak zikredilmektedir. Bazı eserlerde ise Cündüb b. Cenâde b. Kays b. Beyaz b. Amr olarak zikredilmektedir. Bu sonuncusunun daha doğru olması muhtemeldir. Zira annesinin künyesi Ümmü Cündüb'dür.[1]
Hz. Cündüb b. Cenâde'nin künyesi Ebu Zerr'dir. İslâm tarihinde isminden ziyade bu künyesi ile meşhur olup bununla anılmaktadır. Lâkabı ise Mesîhu'l-İslâm'dır. Bu lâkabı ona Allah Resülü (sallallahu aleyhi vesellem) bizzat vermiştir. Ebû Zerr eı-Gifâri'nin kabilesi ve ailesi câhiliye devrinde genellikle yol kesmek, kervanları soymak ve eşkıyalık yapmakla tanınırdı. Ebû Zerr, cesareti ve atılganlığı ile o kadar büyük bir şöhret yapmıştı ki, ismini duyan, olduğu yerde korkudan titrerdi.
Genç yaştaki Ebû Zerr hazretleri bir gün, birdenbire değişerek mesleğini bırakıp haniflerden oldu. İslâm'ın henüz zuhur etmediği bir zamanda Allah yolunu tuttu. Öyle ki, etrafındakilere, "Allah'tan başkasına ibadet edilmez. Putlara tapmayınız, onlardan hiçbir şey istemeyiniz!" demeye başladı. Böylece hak yolunu bulmuş ve lebbeyk demişti. Bu husustaki ifadesine göre, müslüman olmadan üç yıl evveline kadar kendine mahsus bir-şekilde Allah'a ibadet ettiğini ifade etmiştir.
Ebû Zerr (radıyallahu anh), İslâm daha duyulmadan hakkın dâvetine cevap veren ve ruhen iman eden büyük sahabelerden biridir.Ebû Zerr hazretlerinin İslâm ile müşerref olması başlı başına bir olaydır. Şöyle ki: Bir gün, Gıfâroğulları kabilesine mensub bir kişi, Mekke'den kendi kabilesine döndüğünde doğru Ebû Zerr'e gitti ve Mekke'de bir zatın zuhur edip kendisinin peygamber olduğunu iddia ederek insanları yeni bir dine davet ettiğini ve Cenâb-ı Hakkın vahdaniyeti hakkında halka talimatta bulunduğunu haber verdi. Ve bu işi tahkik etmesini ilâve etti. Kabiledaşının vermiş olduğu bilgileri dikkatle dinleyen Hz. Ebû Zerr, karşısındakinin sözleri bittikten sonra:
"Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, bu zat, iyilikleri öğrenmeleri ve kötülüklerden sakınmaları için halka nasihatler yapmaktadır" dedi.
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Ebû Zerr Mekke'ye gitti. Bu sırada Allah Resülü'nün Mekke'deki durumu çok kritik olduğundan, ashabı onu büyük bir titizlikle koruyor ve bulunduğu yeri hiç kimseye açıklamıyorlardı. Ebû Zerr Hz. Peygamber'i kime sorduysa bir cevap alamadı. Çaresiz Kabe'ye gitti. Zemzem suyundan içerek biraz rahatladı. Tekrar Hz. Peygamber'i aramaya çıktı. Yine kimseden bir cevap alamadı. Bu arada tevafuken karşısına çıkan Hz. Ali'ye sordu ise de yine bir cevap alamadı. Ebû Zerr el-Gıfâri, Hz. Ali'yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin mübarek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:
“Esselâmü aleyküm,” diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm'da bu şekilde verilen ilk selâm ve Ebû Zerr el-Gıfari de ilk selâmlayan kimse oldu.
Peygamber efendimiz selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:
“Sen kimsin?”
“Gıfâr kabîlesindenim.”
“Ne zamandan beri buradasın?”
“Üç gün üç geceden beri buradayım.”
“Seni kim doyurdu?”
“Zemzem'den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.”
“Zemzem mübarektir. Aç olanı doyurur.”
“Yâ M....... İnsanları neye da'vet ediyorsun?”
“Bir olan ve ortağı bulunmayan Allah'a iman etmeye ve putları terketmeye, benim de Allahın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye davet ediyorum.”
Bunun üzerine Ebû Zerr el-Gıfari hazretleri:
“Bana İslâmı bildir,” dedi.
Peygamber efendimiz ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebû Zerr Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyakla dedi ki:
“Yâ Rasûlallah! Allahü Teâlâya yemîn ederim ki Müslüman olduğumu Kabe'de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmiyeceğim.”
Bundan sonra Ebû Zerr el-Gıfâri Kabe yanına gidip, yüksek sesle:
“Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasûllüh,” diye haykırdı.
Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçalan ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı. Bu hâli gören Hz. Abbâs seslendi:
“Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz? Böylece Ebû Zerr hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.”
Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün yine Kabe'nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler, yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı. Bundan sonra Peygamber efendimiz Ebû Zer-i Gıfarî hazretlerine buyurdu ki:
“Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!”
Bu emir üzerine Ebû Zerr el-Gıfari kendi kabilesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.
Ebû Zerr el-Gıfari hazretleri kavmini İslâmiyete davet ediyordu. Birgün kabilesine, Allahın bir ve M....... aleyhisselâmın onun Resulü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların bâtıl, boş ve manasız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, "Olamaz" diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabilenin reisi Haffâf, bağıranları susturdu ve dedi ki:
“Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak!” Bunun üzerine Ebû Zerr hazretleri şöyle devam etti:
“Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mani olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.”
Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:
“Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?”
Bunun üzerine Ebû Zerr hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:
“O, Allah'ın bir olduğunu, O'ndan başka ilâh olmadığını, herşeyi yaratan ve herşeyin mâliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allah'a iman etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı emrediyor.”
Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabilesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffâf ve kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek Müslümanlığı kabul ettiler.
Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke'de ve civarında oldukça yayılmıştı. Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki defa Habeşistan'a, daha sonra Medîne-i münevvereye hicret yapıldı.
Ebû Zer hazretleri de Medine'ye hicret etti. Peygamber efendimiz hicretten sonra Ashâb-ı kiram arasında kurduğu kardeşlikte Ebû Zerr hazretlerini de Münzir bin Amr hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabilesi arasına gönderildi.
Ebû Zer-i Gıfâri hazretleri Hendek savaşından sonra Medine'ye geldi ve yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı.
Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek hususunda büyük gayret sahibi idi. Herşeyi Peygamberimize sorardı, iman, ihsan, emir ve yasaklar hususunda, Kadir gecesi ve daha birçok hususların sırlarını, izahını, namaza dâir ince hususları ve nice şeyleri Rasûlullah'a bizzat sorarak öğrenmiştir.
Resûl-i Ekrem efendimiz Ebû Zer'i çok sever, ona, husûsî iltifat buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Rasûlullah (sav)'in huzurunda kalırdı. Peygamberimizin mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu. Ayrıca Ebû Zer hazretleri, Peygamberimizin mübarek elini öpmek saadetine kavuşmuştur. Rasûlullah efendimize bey'ât ederken de, "Hak Teâlâ'nın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldırmayacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına" söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:
“Dünyaya Ebû Zerr'den daha sadık kimse gelmedi.”
Rasûlullaha anlatılamayacak derecede muhabbeti ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir:
“Yâ Rasûlallah, benim kalbim yalnız Allahû Teâlâ'nın ve sizin muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki, insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.”
Tebük muharebesinde Ebû Zerr el-Gıfâri hazretlerinin devesi pek zayii ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebû Zerr orduya yetişti. Rasûlullah'ın yanında bulunan Ashâb-ı kiram dediler ki:
“Yâ Rasûlallah! Tek başına bir adam geliyor.” Rasûlullah efendimiz:
“Ebû Zerr midir? Onun olmasını isterim,” buyurdular. Ashâb-ı kiram dikkatle bakıp Rasûlullaha dediler ki:
“Yâ Rasûlallah, gelen Ebû Zerr'dir.”
“Allah Ebû Zer'e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefat eder ve yalnız başına haşrolunur.” Daha sonra Ebû Zerr'e:
“Ey Ebû Zerr! Niçin geride kaldın, buyurdular. Ebû Zerr, devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi.” Bunun üzerine Rasûlullah efendimiz:
“Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allahü teâlâ bir günâhını bağışlasın,” diye duâ buyurdular.
Ebû Zerr el-Gifâri dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanaatkar, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz bu sebeple ona, "Mesihül-İslâm" lâkabını vermişti.
Ebû Zerr el-Gıfari hazretleri, Mekke'nin fethine de kendi kabilesinin sancağını taşıyarak katılmıştır. Peygamberimize tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zerr, Rasûlullah'ın vefatında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin vefatından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Hz. Ebû Bekir'in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefatından sonra Şam'a gitti. Oraya yerleşti. Bir gün Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri, Kabe'nin yanında durarak şöyle dedi:
“Ey ahâli, sizden biri bir yolculuğa çıkacak olsa, azıksız asla çıkmaz, mutlaka bir yol hazırlığı yapar. Yanına yiyecek, içecek, para vs. alır. Dünya hayâtında bir yolculuğa çıkan bir insan, azık almadan çıkmazsa, ya âhıret yolculuğuna çıkacak birisi, azıksız nasıl çıkar?”
Orada toplanan ahâli sordu:
“Bizim âhiret azığımız nedir yâ Ebâ Zerr?”
“Dünyayı iki kısma ayırınız. Birini dünyalık elde etmeye, diğerini de âhiret hazırlığı yapmaya tahsis ediniz. Üçüncüsü size zararlı olur, fayda vermez.”
Ebû Zerr (r.a.) tabiaten fakir, zâhid ve inzivayı seven bir sahabe idi. Dünyaya hiç değer vermezdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (sav) kendisine Mesîhu'l-İslâm lâkabını takmıştı. Nitekim Ebû Zerr (r.a.), Rasûlullah'ın irtihâlinden sonra bu lâkaba uygun olarak dünya ile alâkasını tamamen keserek inzivaya çekildi. Medine'nin bağı bahçesi onun için bir harabeden başka birşey değildi. Hele Hz. Ebû Bekir (r.a.) de vefat edince Ebû Zerr (r.a.) tamamen içine kapandı. Yüreğindeki acılara tahammül edemez hale geldi. Medine'den ayrılıp Şam'a yerleşti. Hz. Osman (r.a.) devrinde fetih hareketleri oldukça genişlemiş ve bu yüzden fethedilen bölgelerin gelenekleri de İslâm'a etki etmeye başlamıştı. Bunun neticesi olarak emirler, sadelikten ayrılarak dünyevî bir yaşantının içerisine girmişlerdi. Saraylar, köşkler, konaklar yapılmaya. Hizmetçiler tutularak işler onlara gördürülmeye başlanmıştı. Rasûlullah'ın, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinin sadeliği unutulmuştu. Bu sadeliği unutmayanlardan birisi de Ebû Zerr (r.a.) idi. O, sâde yaşayışını sürdürmekte ısrar ediyordu. Mal ve servet biriktirme hırsı yoktu. Debdebeli bir hayat tarzını seçenlere gereken ikazları yapıyor; bu durumun onlara kötülükten başka birşey vermeyeceğini, bir gün bunların hesabının sorulacağını söylüyordu. Ve sık sık delil olarak:
“Altın ve gümüş depo edip Allah yolunda sarfetmeyenlere elim azabı müjdele..." mealindeki âyeti okuyordu.
Hz. Muâviye ve emirlerinin yaşantılarını sürekli eleştiriyordu. Bu yüzden Şam'da fesat çıkardığı iddiasıyla Ebû Zerr (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a şikâyet edildi. Hz. Osman, Ebû Zerr'i Medine'ye çağırdı. Hz. Ebû Zerr Medine'ye geldikten sonra Hz. Osman'a, "Benim dünya malına ve dünya metaına ihtiyacım yoktur!" diye haber gönderdi. Hz. Ebû Zerr'in Medine'ye gelişi halk üzerinde büyük bir tesir ve hayret icra etti. Fakat Ebû Zerr, Medine'de fazla kalmayarak Mekke civarında bulunan Rebeze mevkiine giderek oraya yerleşti. Onun bu hareketini Hz. Osman da tasvib etti. Hz. Osman ona birkaç koyun ve bir deve verip bunlarla geçimini sağlamasını söyledi.Medine'de âsiler Hz. Osman aleyhine faaliyetlerde bulundukları zaman Ebû Zerr'i bu işe karıştırmak istedilerse de bir kenara çekilip âsilere bu fırsatı vermedi.
Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri, Hz. Osman'ın halifeliğine kadar Şam'da kaldı. Şam halkına din bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı.
Bir defasında Şam valisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam onbin dirhem altın göndermişti. Ebû Zerr hazretleri altınları alınca uykusu kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakirlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı. Ertesi gün valinin hizmetçisi gelip dedi ki:
“Aman efendim, dün akşam sana getirdiğim altınlar meğerse başkasına gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim. Mümkünse altınları geri alayım, yoksa vali benden hesap sorar”. Bunun üzerine Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri buyurdu ki:
“Oğlum, onları fakirlere dağıttım. Sen validen iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım, o zaman iade ederiz.”
Valinin adamı durumu valiye anlattı. Vali, Ebû Zerr'in, sözünün eri olduğunu anladı. Ancak, Ebû Zerr'in bir günlük ihtiyaçtan fazlasını bulundurmayıp dağıtmasını ve halkı buna teşvik etmesini, halkın anlamayacağını anlayan vali, durumu halîfe Hz. Osman'a mektup ile bildirdi.
Bunun üzerine halîfe, Ebû Zerr'i Medine'ye da'vet etti. Ebû Zer, Medine'ye geldiğinde, evlerin Sel Dağına dayandığını ve refahın arttığını gördü. Halîfenin huzuruna çıkınca, Hz. Osman'a, niçin insanların biriktirdikleri malları dağıttırmıyorsun, diye sordu. Bunun üzerine Hz. Osman buyurdu ki:
“Yâ Ebâ Zerr, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Onlar zekâtlarını verdikten sonra, benim vazifem, onlar arasında Hak Teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.” Bunun üzerine Ebû Zerr dedi ki:
“Rasûlüllah bana
"Binalar Sel dağına ulaştığı zaman, sen Medine'den ayrıl!" diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medine'den gideyim.”
Hz. Osman müsâade buyurdu. Birkaç koyun ve keçi, yetecek miktarda yiyecek vererek, Medîne-i Münevvere yakınlarındaki Rebeze adındaki köye gitmesini söyledi. Ailesi de Şam'dan buraya gönderildi.
Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri, Rebeze'de, küçük bir kulübeye yerleşti. Gelip geçenlere, hadîs-i şerîf ve dînî bilgiler öğretmeye başladı. Halîfenin hediye ettiği, birkaç koyun ve keçisi vardı. Onlarla hayatım devam ettiriyor, dâima Allaha şükrediyordu. Birgün, muhterem hanımı Ümmü Zerr hatırlattı:
“Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?”
“Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberlerim var.”
“Hayırdır İnşâallah.”
“İnşâallah yakında, Allanın sevgilisi Peygamber efendimize kavuşacağım. Ey ölüm çabuk gel, ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor. Hanımı Ümmü Zerr ağlamaya başladı.”
“Niçin ağlıyorsun hanım?”
Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:
“Nasıl ağlamıyayım! Gerçekten bir emr-i Hak vaki olsa, vefat etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?”
“Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?”
Hanımı gözlerini sildi. Kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı, baktı. Issız çöl rüzgârlarından başka, ne gelen vardı, ne giden! Üzüntüyle içeri döndü. Başını salladı:
“Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?”
“Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalbli Müslüman cemaatı gelince, onlara ikram edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!”
Hanımı, tekrar dışarı çıktı. Gözleri nemli, efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu. İşte bu sırada ufukta, bir toz bulutu belirdi. Bulut yaklaştı, yaklaştı.
Nihayet atlılar ve develiler, açıkça belli oldular. O zaman kadıncağız buruk bir sevinçle içeri koştu:
“Müjde Ya Eba Zerr. Söylediğin gibi, gelenler var!” Yaşlı Sahabenin gözlen parladı ve dedi ki:
“Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücûdumu, Kıbleye doğru çevirelim.”
Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefat etti. Hanımı, efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Nihayet yılında bir gün ufukta bir kervan gözüktü. Kervan konakladıktan kısa bir süre sonra Hz. Ebû Zerr dâr-ı bekâ'ya göçtü. Kafıledekiler onu kefenledi ve cenaze namazını kıldırarak Rebeze'ye defnetti. [2] Cenazesiyle ilgilenenler Abdullah bin Mes'ûd, Mâlik bin Eşter ve ba'zı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:
“Ebû Zerr içerde, vefat etti. Onu kefenleyip, ecre, sevaba nail olmak istemez misiniz?”
Bu ismi duyan kafile mensupları, hep birlikte, Ebû Zer hazretlerinin hizmetine koştular.
Abdullah bin Mes'ûd'un verdiği kefenle kefenlendi ve cenaze namazını da, Abdullah b. Mes'ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medine'ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hz. Osman himayesine aldı.
Uzun boylu, esmer, geniş omuzlu ve saçları beyazlaşmış haliyle Hz. Ebû Zerr bir âbide gibi idi. Vefatında geriye harab bir ev ile üç koyun ve birkaç keçiden başka birşey bırakmadı. Ebû Zerr (r.a.), ashâb tarafından "ilim deryası" sıfatıyla vasıflandırılmıştı. Çünkü bilgi edinmek için Hz. Peygamber'e sık sık sorular sorardı. İman, ihsan, emir, nehy, iyilik ve kötülük hakkında ne varsa hepsini Rasûlüllah'a sorarak öğrenmişti. Her hareket ve işinde Resûl-i Ekrem'e tâbi olduğunu gösterirdi. Gayet kanaatkar olup basit ve sade yaşardı. Abid ve zâhid idi. Hakkı söylemekten çekinmez ve korkmaz idi. Ebû Musa el-Eş'âri'yi ise yaşayışından dolayı çok severdi ve ona, "Sen, benim kardeşimsin" derdi.Ebû Zerr (r.a.), yaratılıştan hak sever bir insan idi.
Ümmet arasında meydana gelen fitne ve fesatlara karışmaktan son derece sakınırdı. Hz. Osman'a muhalif olmasına rağmen, etrafın sıkıştırmasına mukabil bitaraf kalmıştır. Hz. Osman'a ve Hz. Muâviye'ye muhalif olarak tanınırdı. Fakat bütün bu muhalefetlerine rağmen onlara karşı gelmedi. Kendisine arzu etmediği birşey teklif edildiği zaman, zâhidlere mahsus bir edâ ile ve güler yüzle, hoş sohbetliğini de ileri sürerek reddederdi. Ebû Zerr, pek az sayıda fetva vermiştir. Zira bu hususta çok titiz davranırdı. Ancak haklı bir meselede halifeye karşı gelmekten çekinmezdi. Hz. Ebû Zerr'in oğlu, sağlığında vefat etmişti. Geriye yalnız bir eşi ve bir kızı kalmıştı. [3]
Hz. Ömer, halifeliği zamanında birgün arkadaşları ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada iki genç huzuruna geldi. Yanlarında kollarından sıkıca tuttukları bir genç vardı. Kollarından tutulan genç, temiz giyimli mert birine benziyordu. Biri geliş sebeplerini şöyle anlattı:
“Bu genç, babamızı öldürdü. Bunun muhakeme edilmesini istiyoruz.”
Hz. Ömer, her iki tarafın da ifadelerini aldı. Hâdisenin nasıl cereyan ettiği iyice öğrenildikten sonra katil genç suçlu görülerek idama mahkûm edildi. Delikanlı kararı sükûnetle dinledikten sonra, dedi ki:
“Siz, mü'mini erin emîrisiniz. Emriniz başımızın üzerinedir. Kararın yerine getirilmesine hazırım. Ancak, babam vefat etmezden önce paralarını ayırmış, bana, "Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhafaza et! Büyüyünce kendisine verirsin." diye vasiyet etmişti. Ben de bu paralan bir yere gömdüm. Şimdi karar infaz edilirse, bu paralar orada kalır. Çünkü benden başka yerini bilen yoktur. Yetim hakkı zayi olur. Bana üç gün müsaade ederseniz gider emâneti ehil birine teslim ederim. Sonra da gelir teslim olurum.”
Hz. Ömer:
“Yerine bir kefil bırakman lâzım,” buyurdu.
“Burada bulunanlardan biri bana kefil olur?”
Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktı. Sonra Ebû Zer r el-Gıfâri hazretlerini göstererek:
“İşte bu zât kefil olur,” dedi. Hz. Ömer:
“Ey Ebû Zerr, kefil olur musun?”
“Evet, üç güne kadar döneceğine ben kefil olurum.”
Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Da'vâcı gençler gelmiş fakat, auçlu genç gelmemişti. Davacılar dedi ki:
“Ey Ebû Zerr, kefil olduğun genç gelmedi. Madem o gelmedi, sen onun kefili olarak, onun cezasını çekmedikçe buradan ayrılmayız.” Ebû Zer hazretleri gayet sakin bir şekilde:
“Daha vakit var, sürenin sonuna kadar bekleyin bakalım. Eğer gelmezse, ben hazırım.”
Nihayet bildirilen vakit doldu. Ebû Zerr hazretleri de ortaya çıkıp, cezasının infazım istedi. Tam bu sırada, toz duman içinde birinin gelmekte olduğunu gördüler. Gelen, o gençten başkası değildi. Genç geciktiği için özür dileyerek:
“Parayı bulup dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona emânet ettim. Dayımın yeri hayli uzak olduğu için ancak bu zamanda gelebildim.”
Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu hususu kendisine söylediklerinde:
“Mert olan hakîki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, "Artık dünyada sözünde duran kalmadı" dedirtmem.”
Ebû Zerr hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında:
“Genç bana güvenerek, "Bu bana kefil olur" dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. Alemde fazilet, iyilik kalmamış,” dedirtmem.
[1] İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, VI, 99-101.
[2] Hayreddin Zirikli, el-A'lâm, II, 140.
[3] İslam Tarhih Mekke Dönemi/M. Âsım Köksal, Sh: 177-180.
Hiç yorum yok