Zamane Müslümanlığını Bırakıp Sahabe Müslümanlığına Gitmemiz Lazım
Zamane Müslümanlığını Bırakıp Sahabe Müslümanlığına Gitmemiz Lazım
M. Es'ad Coşan
“Efendimiz dizlerini dikip elleriyle dizlerinin üst taraflarından kavuşturup öyle oturmayı severdi.”
Çünkü o zaman bir yana yaslanma mecburiyeti olmuyor, insan dengeli bir şekilde oturabiliyor, nispeten de bir rahatlık oluyor. Böyle dizlerini dikip ellerini dizlerine sararak oturmak, kurfusa oturuşu diye tabir ediliyor. Arapça’da kelime bu.
Kâne yeclisü’l-kurfusâe1 “Dizlerini dikip kaldırıp şöylece ellerini onlara sararak kavuşturup öyle oturmak” mânasına. Efendimiz bu oturuşu severmiş.
Tabii oturmanın şekli şemâili var, yatmanın şekli şemâili var. Mesela yüzü koyun uzanarak yatan bir kimseyi ayağıyla dürterek “Böyle yatma! Bu şeytan yatışıdır” diye nasihat etmiş, ikaz etmiştir. İnsan bir yere dayansa uyuduğu zaman abdesti kaçar. O bakımdan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz oturuşların içinde bunu beğenmiş. Sultanlar olsaydı, zenginler olsaydı şiltelerde, rahat koltuklarda, tahtlarda otururlardı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem toprak üzerinde otururdu, toprak üzerinde yatardı, hasır üzerinde yatardı. Hasırın izleri kırmızı kırmızı, ellerine yanağına otururdu. Ona rağmen dünyalığa tenezzül etmemişti, dünyalığa meyletmemişti.
“Birazını da kendime ayırayım, nasıl olsa ben bu işin merkezindeyim, nasıl olsa bir vazife görüyorum, elbette biraz imkânlarım olması lazım.” gibi bir düşünceye kapılsaydı, isteseydi gücü yetecek imkânlar zaman zaman eline geçiyordu. Kendisine yığınla ganimet gelirdi, yığınla altın gümüş gelirdi; akşam geleni sabaha yanında bırakmazdı, sabah geleni akşama bırakmazdı; hepsini dağıtırdı.
Hatta -daha önceleri de bir vesile ile anlatmıştım- Hz. Ali Efendimiz’le Fâtımatü’z-Zehrâ radıyallahu anhümâ hazerâtının ev işleri yapmaktan, kuyudan ip çekmekten, el değirmeninde buğdayları öğütmekten, çalışmaktan elleri yara olmuş. Allah’ın arslanı Hz. Ali radıyallahu anh ve hanımı Hz. Fâtıma radıyallahu anhâ’nın elleri yara olmuş.
“Gidelim de babamız harp esirlerinden birini de bize, bizim hizmetimize versin.” diye düşünmüşler. -Nasıl olsa hayatı bağışlanmış. Adamlar İslâm’a silah çekmişler ama müslümanlar yine “Islah olurlar.” Efendimiz;
“Ben onları satacağım da onların gelirleriyle şu yoksul sahabe var ya -Ashâb-ı Suffe denilen; evsiz mübarekler. Mescidin bir kenarında suffe denilen yerde yatıyorlar, rakamları 70’e kadar çıkıyor. Gündüzleri daha da çok gelen oluyor ama onlar geceleri de orada yatıyorlar- daha onların yemeleri, içmeleri için gerekli masrafı sağlayacak kaynak dahi bulamadım. Ben bunları satıp onlara biraz yiyecek içecek temin etmeyi düşünüyorum. Size dua öğreteyim; o duaları, tesbihleri çekin.” diye sevgili ciğerparesi cennetlik Hz. Fatıma anamızın isteğine dua ile cevap verdi. Onlara hizmetçi vermedi, rahat etsinler diye düşünmedi. Kendisi de dünyada rahatı düşünmedi, daima mütavazı bir tarzda yaşadı.
Bizler de şimdi çok değişik insanlar olduk, çünkü biz İslâm’ı yeni yeni öğreniyoruz. Kimimiz 40 yaşında öğreniyor, kimimiz 50 yaşında. Kimimizin de kafasında İslâm diye bir şey var ama o İslâm acaba Peygamber Efendimiz’in zamanının İslâm’ı mı? Değil! Bu zamane Müslümanlığı! “Elhamdülülillah ben müslümanım.” diyor, neredeyse çıkacak, göğsünü yumruklayıp böbürlenecek; “Var mı bana yan bakan?” gibilerden.
“Ben Müslümanım! O zaman herkes bana kul köle olsun, her şey benim etrafımda dönsün.”
Hayır! Öyle değil! İşte bak “Örnek alalım.” diye Peygamber Efendimiz’in hayat tarzını okuyoruz.
Peygamber Efendimiz’in hayatı son derece mütevazı idi. Umumiyetle öbür peygamberlerin de öyleydi. Hz. İsa aleyhisselam’ın tevazuu ortada. Şimdi papalığın şaşaası, tantanası ortada. Demek ki insanlar zamanla ölçüleri kaçırabiliyorlar. Bu ölçüleri kaçırmanın muhtelif sebepleri araştırılırsa; her gelen önüne bir şey ekleyince, ardına bir şey ekleyince iş yavaş yavaş, kıvrıla döne, eğrile büğrüle bir başka noktaya gidebiliyor.
Peygamber Efendimiz’in zamanının Müslümanlığını örnek almak lazım. Ona göre yaşamak lazım.
Biz niye burada bu hadîs-i şerîfleri okuyoruz?
“Bozulmayan asıl kaynağa, asıl modele, asıl numene hayat tarzına göre hayatımızı tanzim edelim, her şeyimizi ona göre yapalım.” diye.
Neden?
Zaman geçti mi, işler ortalığa yayıldı mı, herkes bir ilave yaptı mı bu işin nereye varacağı belli olmaz. Asıl hedef alınan, model alınan şeyle doğrudan doğruya, direkt temasa geçip her şeyimizi ona göre yapmalıyız ki şaşırma olmasın, sapıtma olmasın. Herkes “Ben Müslümanım.” diyor, Müslümanlıktan vazgeçmiyor. Tabi o da güzel bir şey. Müslüman olmanın şuurunda olmak iyi güzel bir şey ama müslümanın nasıl yaşayacağını, nasıl düşüneceğini; örfünün, âdetinin, töresinin, ahlâkının, âdâbının ne olacağını düşünmüyor.
Bakıyorsunuz hıristiyanlar gibi noel baba eğlencelerinde.
Hani sen müslümandın?
Hindi kızartması peşinde, çam ağacını pamukla süsleme peşinde.
Hani sen müslümandın?
Ne giyim benziyor, ne düşünce benziyor, ne eğlence benziyor, ne oturma kalkma benziyor, ne kazanma benziyor ne de kazandığını harcama benziyor. Uzaklaşa, uzaklaşa, uzaklaşa ayrı ayrı bir yere düşmüşüz. Yirminci yüzyılın zavallı insanlığı Asr-ı Saadet Müslümanlığından çok uzaklara düşmüş. Çok uzaklara düşmüş de farkında değil.
“Vay! Ben yolumu kaybetmişim de genel merkezden ne kadar uzaklaşmışım.” diye aklımızı başımıza toplamamız lazım.
Resûlullah Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine sarılmamız lazım. Zamane Müslümanlığını bırakıp sahabe Müslümanlığına, Asr-ı Saadet Müslümanlığına gitmemiz lazım, başka çare yok! Ancak o zihniyetle, o ahlâk ile o âdâb ile o tevazu ile hareket edersek kurtuluruz.
------------------------------------
[1] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, I, 273, r. 794; Münâvî, Feyzü'l-kadîr, V, 205, r. 6988; Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, VII, 153, r. 18481; Gümüşhânevî, Râmûz, II, 552.
Hiç yorum yok