21 MAYIS 1864 SÜRGÜN HİKÂYELERİ


Bir göç! hikayesi anlatılır. Kafkas dağlarının yamaçlarından, Sahile uzanan. Limandan usul usul kalkarken gemiler, Usul değildi yürekler. Dalgalar değildi sahile vuran. Buruk gözyşlarıydı. Martı sesleride yoktu, Çığlıklar vardı, Çığlıkları bastıran hıçkırıklar. Canan dan koparılan canlar vardı, Güneş aydınlatmamıştı onları, Kahrolası karanlık vardı... Tayfaların manasız bakışları önünde, Çekes ağıtları sarmıştı gökyüzünü... Mızıkalar suskundu... Kamalar yetim... Yosun tutmuştu kartal bakışlar. Denizden hırçındı yürek atışları... Gemi;aynı rotada giderken, Rotasız hayaller vardı yüzlerde. Bir yüz vardı, Bir yüz vardı,daha ondokuzunda... Oturmuş yamçısının üstüne, Anılar gözünde kör düğüm, Gölgesinin gözyaşlarını siliyordu Bir zamanlar Kafkasya da, Destan üstüne destan yazan, Ve Rus çarlarının uykularını kaçıran, Yeşil bayrağıyla... Bulutlardan hüzün yağıyordu, Hasret yelkenlerini ıslatan, Kafkasya kokuyordu özlem rüzgarları, Deniz;tarihin ihanetini taşıyordu sırtında. Çırpınan dalgalara ağır gelmişti bu yük... Varlıktan... Varolma savaşına doğru uzun bir yoldu bu... Yorgun gemiler yanşırken yeni limanlara, Misafir perverdi; Açlık ve sefalet... Mutluluk;sırt çevirmişti sanki, Asalet intikamını alıyordu, Sefalet kokan yeni topraklarda. Yabancıydı yüzler. Dilleri bir garip. Donuk bakışlar vardı, Onları sorgularcasına karşılayan. Uçan kuşlarına takılmıştı misafir gözler, Hürriyeti... Hürriyeti kıskanırcasına... Kuytu bir köşeye bırakılmış masum bir çocuk gibi, Sönükte olsa bir umut ışığı aradılar. Ama bulamadılar... Yüzyıllarca sürdü yüreklerde yanan vatan hasteri. Körüklendi her yeni doğan bebekle, Bu sevdayla göçüp gitti nice canlar, Törpülendikce özlemler, Yeniden filizlendi. Kafkas dağlarından havalan, Kartal kanatlarında geldi hayat iksirleri. Ama,ne emeller bitti,ne göçler... Kaybeden Kafkasya oldu Yetim kalan yine Kafkasya... Nankör dünya ihanetini kustu, Yüzyıllarca KAFKASYAmın üstüne...

GERİ DÖNECEĞİZ
"Onu ya bana verirsin ya da denize atarsın. Yanında götürmene izin yok!" dedi rıhtımda dikilen asker, Rusça. Omzuna astığı tüfeğinin kayışını gevşetmiş, karşısındaki genç delikanlının bir yanlış yapmasını bekliyordu.

Genç Çerkes gümüş işlemeli kamasının sapına öyle sarıldı ki, ikiz zirvesi buz tutmuş Elbruz yerinden oynasa bırakmazdı onu. Babasından yadigardı o kama. Ona da dedesinden kalmıştı. Mansur'un peşinden giderken dedesi, Şamil'in yanında savaşırken kendisi taşımıştı. Onuru söz konusu olmadıkça kurtulmazdı kınından.

Ama şimdi basit bir asker,  bir işgalci Rus neferi ondan kamasını teslim etmesini emrediyordu.

Kamayı yavaşça sıyırdı. Güneşin ışıklarını yakalayan usta işi çeliği ölüm kadar, sürgün kadar soğuk bir ateşle parladı.

Bir an için, kısa bir an için kanında o deli ateş yandı. Vatanını, evini gasp eden bu adamlara haddini bildirmek istedi. Kapanmaya başlayan savaş yaraları umurunda değildi. Kara kaşlarının altında yatan yeşil gözleri alevlendi. Kaması belindeydi, onu savuracak bir omzu hala sağlamdı. Kamasından da keskin yüreği hala göğsünde çarpıyordu. Bir savaşçı daha ne isteyebilirdi ki?

Rus askeri omzundan tüfeğini indirdi. Elinde, ucunda kan lekeli bir süngü takılmış tüfeği olmasına rağmen, karşısında sadece kamasına sarılmış bir Çerkes gazisi olmasına rağmen üç adım geri çekildi. Çünkü o bakışı iyi bilirdi. Bu "dağlıların" kanlarında yanan, bir türlü söndüremedikleri ateşin iziydi o gözlerdeki ışık.

Çerkes gazisinin dikkatini bir ağlama sesi böldü. Kundaktaki kızının sesiydi o. Babasının huzursuzluğunu mu hissetmişti, yoksa yine açlıktan mı ağlıyordu? Genç Çerkes'in bu soruya bir cevabı yoktu. Ama aklını bir an çelen o soruya cevap bulmuştu. Kamayı tamamen kınından kurtardı. Rus askerinin tüfeği ona doğrultmasına aldırış etmedi. Parlayan güneşin altında son kez onuruna, gururuna, ata mirasına baktı. Ve Karadeniz'in soğuk, tuzlu sularına kamasını gömdü. Deniz kamayı bağrına kabul etti. Pek çoklarını ettiği gibi...

Genç Çerkes kucağında kızıyla bekleyen karısının yanına gitti. Karısı yaşlı gözlerle ona baktı. "Geri dönecek miyiz dersin?"

Elbruz'un gururlu tepelerine baktı Çerkes genci. Ve yalan söyledi. "Elbette. Elbette geri döneceğiz."

Kadın gözlerinin yaşını sildi. Genç adam iki parça küçük bohçadan oluşan yüklerini sırtladı ve daha şimdiden dolmuş olan gemiye bindiler.

Genç adam güverteden son bir kez güzel vatanına baktı. Onun bağrında şehit düşmüş dedesi, babası, kardeşleri, kardeşleri gibi sevdiği silah arkadaşları yatıyordu. Gözlerinde yine o yeşil ateş yanmaya başladı. Ve işte o zaman yalan söylemediğini anladı.



Bir gün geri döneceklerdi.


Bir Göç Ağıdı: Yistambılakue paylaşan: vadetamam

Toprak yağmur kokuyordu.

Muhacirleri karşı kıyıya taşıyan Laz tekneleri kırk kişi alabiliyordu. Görevliler bir, iki, üç, dört, kırk kişi sayıyor ve saydıkları insanları sırası gelen tekneye alıyorlardı. Toprağın yağmur koktuğu o akşam vakti Rus zabitinin eli bilmem kaçıncı defa insanları işaret etti ve “kırk” dedi. En fazla yirmisinde olduğu halde yüz yaşındaki bir ninenin yüz ifadesiyle bekleşen bir kızcağıza denk gelmişti kırkıncılık. Günlerdir gözyaşı dökmekten kıpkırmızı olmuş gözlerini kendisini işaret eden Rus zabitine çevirip ne olduğunu anlamak isterken üç dört asker iteklemişti onu sayılan diğer insanların arasına. Kız bağırıyor, feryat ediyor, ailesinden koparıldığını söylüyor ama derdini hiç kimseye anlatamıyordu. Ne subaylar anlıyordu Çerkesçce’yi ne de Laz gemiciler. Gemiye bindirilecek insanların seçiminde her zaman bu tür olayların olmasına alışkındı limandakiler. Her seferinde birileri feryat figan ederek kopardı kıyıda kalanlardan. Tekneler bir sülaleyi alacak kadar büyük değil, hem bu işle uğraşılmayacak kadar çok insan bekliyor kıyıda. Bu hazin ayrılığı görmeye dayanamayanlar gözlerini kapatır, biraz sonra aynı felaket onlarında başına gelir. Aileler parçalanır, kardeşlerden biri biner, diğeri kıyıda kalır. Eşlerden biri bir tekneye biner, diğeri başkasına. Evlatlar analardan, sevdalılar birbirlerinden ayrılır. Bir yüreğin yarısı kıyıda kalır, diğeri denize açılır.

--- Hepiniz aynı yere gidiyorsunuz. İstanbul’a vardığınızda birbirinizi bulursunuz, diyor kimileri.

Bu İstanbul nasıl bir yer? Bu kadar insanı alacak kadar büyük mü? Yoksa dalları yerde, kökleri gökte olan Tuba ağacı orda mı?


Yine aynı yürek parçalayıcı olay oluyordu. Sayılan kırk kişi tekneye itilirken gruptaki o genç kız çığlıklar atarak kıyıda kalan akrabalarının yanına gitmek istediğini söylüyordu. Kim bilir kaç zamandır karnını doyuracak birşeyler yiyememiş, zarif yapılı, ince, uzun, elbiseleri yırtık bir Çerkes kızıydı bu. Çerkesce bağırıyor, kendisini tutan kollardan kurtulup kopartıldığı kardeşlerinin yanına gitmek için çırpınıyordu. Limanda bir kıpırdanma oldu. İki üç genç kız kalabalığı yararak Rus zabitinin yanına gidip tekneye bindirilen kızı işaret ederek ağlamaya, bir şey anlatmaya başlamışlardı. Dillerinde merhamet kelimesi olmayan Rus askerleri itekledi onları. Ağlayarak yakalarına sarılan solgun yüzlü kadınlardan ve çocuklardan bıkmışlardı. Sayılan kırk kişi apar topar bindirildi tekneye ve Rus zabitinin eli bir başka tekneye doldurulacak kırk kişiyi saymak üzere kalktı.


Ayrılık dedikleri ölümden beter. İnsanın tanıdığı, bildiği, sevdiği şeylerin tümünden birden ayrılması ise adı konmamış bir azap çeşidi. Tekneye alınan kızcağız bu azapla kıvranıyordu. Akşamın laciverdinde çınlıyordu korkunç feryadı. Onun çığlığında koca bir mazlum milletin yürek acısı yankılanıyordu barut kokan dağlarda. Ay’ın denize düşen görüntüsünde o çığlık vardı. Yüreklerde o çığlık... Gözlerinden, görecekleri bir başka felaket için sakladıkları son gözyaşını döküyordu kıyıdakiler. Yüzler ümitsiz, yüzler korkulu... Ayışığı şahit o akşamın dehşetine. Bir de teknedekiler için kıyıdan uzanan bir zayıf el.
Tekneye zorla bindirilen o bahtsız kız güverteye çıkmıştı. Belki o da birçoklarının yaptığı gibi kendini Karadenizin soğuk ve karanlık kucağına bırakacaktı.

---Kardeşlerim, diye bağırdı ve gökdeki yaşanılanlara şahit olan dolunayı göstererek:

Ay’a bakın, çünkü ben nerede olursam olayım Ay’ın dolunay olduğu vakitlerde Ay’a bakıyor olacağım. Siz de nereye giderseniz gidin dolunaylı gecelerde Ay’a bakıp beni hatırlayın.

Kızın sesi kıyıda bekleşenlerin hıçkırıkları arasında boğuldu. Tekne gece karanlığında daha koyu bir renge bürünen denizde yavaş yavaş hareket etmeye, ardından ince bir iz ve bir sürü gözyaşı bırakarak kıyıdan uzaklaşmaya başladı.

İşte böyle...

Artık bende bakıyorum Ay’a. Yemen çöllerinde kumlara karışmış akrabalarımın, Karadeniz’in sularına gark olmuş bir dostun hatırası olan Ay artık bambaşka anlamlar taşıyor benim için.

Bu hastalık bende yeni başladı.


Av. Hulusi ÜSTÜN Gurbetten Çerkes Hikayeleri ''Dolunay''


1864 Büyük Kafkas sürgününde, Karadenizden Anadoluya gelen bir teknede bir bebek bu zorlu, çileli yolculuğa dayanamaz, annesinin kucağında ölür.
Çocuğunun öldüğünü bilen anne, öldüğünün anlaşılıp, denize atılmasını engellemek için bu ninniyi söylemeye başlar. Çocuğun öldüğü anlaşılınca zorla anneden alınır ve denize atılır. Bu acıya dayanamayan anne, bebeğin ardından kendisini Karadenizin sularına bırakır. Sürgünden sonra uzunca bir süre Karadenizden çıkan balıkların yenilmediği anlatılır


Hibla Gerzmaa paylaşan: Pitsunda

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.